Gökyüzü puslu. Bu kara bulutların yağmur bulutu olduğunu daha dört yaşımda öğrendim. Umursamamaya çalışıyor, ellerim ceplerimde ıslık çala çala Yüksel Caddesi’ne doğru yürüyorum. Selin dakiktir. İki yıldır bir kez bile geç kalmışlığı yoktur buluşmalarımıza. Geç kalan, son anda işi çıkan hep ben olmuşumdur. İlk defa tam on beş dakika önce gelip oturuyorum Leman Kültür Kafe’ye. Konuşmamız gerekiyor, dedi Selin telefonda.
Leman Kültür, her zamanki gibi kalabalık. Müziğin sesi öyle yüksek ki insana zamansızlık, kaybolmuşluk duygusu yaşatıyor. Müzik her şeyi kapsadığı ve her şeyin üzerinde olduğu için çevremde gördüğüm insan devinimleri yavaş çekimde gibi geliyor. Gerçeküstü bir gerçeklik içindeymişim gibi. Evrendeki yerimi hatırlamak için önüme baktığımda masanın üstündeki karikatürleri ve konuşma baloncuklarını görüyorum. Baloncuklar beni iyice ‘sesin içinde kaybolma’ duygusuna sürüklüyor.
Tuvalete gidip soluklanmak dışında tutunacak hiçbir şey yok, oraya ses nispeten az giriyor. Aynı masada karşında oturan insana sesini duyurabilmek için eğilmek ve bağırmak zorunda kalıyorsun. Yan masada oturan sarı bukleli kadın karşısında oturan kel adama bağıra bağıra bir şeyler anlatıyor ama söyledikleri müziğin sesine sarılıp uçuyor.
Selin beliriyor sokağın başında. Siyah ipek eteği rüzgârda savruluyor. Ne zaman bu siyah ipek eteği giyse bacaklarına, kalçalarına dokunmak için dayanılmaz bir istek duyuyorum içimde. Patronuyla, iş için büroda sabahladığı o gece üzerinde bu etek mi vardı acaba? Kırılgan vücudunu özenle bırakıyor sandalyeye. Gözlerini sürekli kırpıştırmasından, telefondaki ses tonundan, son zamanlardaki tavırlarından konuşacağımız konunun ne olduğunu anlıyorum. İçime derin bir sıkıntı çöküyor.
“Çok güzel görünüyorsun,” diyorum. Yarım ağız teşekkür edip masadaki karikatürlere çeviriyor bakışlarını. Oraya, konuşma baloncuklarına tutunamadığı için bana çeviriyor tekrar gözlerini. “Onur, ben bir karar verdim. Artık eskisi gibi değiliz,” diye başlıyor. Sözünü kesiyorum, “Hiçbir şey eskisi gibi kalamaz ki bebeğim, hayat akıyor, insanlar değişiyor, heyecanlar tavsıyor, buğulu yaz akşamları bitiyor, mumlar eriyor, kolalı masa örtüleri yerini naylon masa örtülerine bırakıyor,” diyorum. Daha doğrusu dediğimi hayal ediyorum. Sadece dudaklarımı birbirlerine bastırıyorum sıkıntıyla, hiç dışıma ünlemez böyle edebi tasvirli cümleler.
“Onur, ben artık memelerimin arasına kafasını gömüp uyuyacak bir erkek istemiyorum, göğsüne başımı koyup uyuyabileceğim bir erkek istiyorum,” diyor bağırarak. Sanki bir anda müzik duruyor ve herkes Selin’in söylediklerini duymuş, bana bakıyor. Tuvalete gitmek için izin isteyip kalkıyorum. Aynanın önünde kendime bakıp sık, yarım nefesler alıyorum. Hiçbir şey eskisi gibi kalmaz dedim ya biraz önce, yalan! O çocukluk anısı hep yerli yerinde duruyor. Aynaya baktığımda hep o çocuğu görüyorum, şimdi olduğu gibi. Pijamalarımla sokaklarda koştuğum günün ıslaklığı hiç kurumuyor. Kafe’nin içinden gelen sesleri duymamak için ellerimi kulaklarıma bastırıyorum ama yine de sesler ellerimin arasından geçip kulaklarımda patlıyor. Sokaklarda pijamalarımla koştuğum gün gibi, araba kornalarının, bağrışmaların, yağmurun o gürültülü sesinin kulaklarımın içinde patladığı gün gibi her şey.
O gün annem işe geç kalınca beni uyandıramamış, okula giderken Onur’u da hazırlayıp kreşe bırakın diyerek beni ablamlara emanet etmiş. Ben bir türlü uyanmak istemeyince ablamlar da muziplik olsun diye beni öylece bırakıp çıkmışlar. Gözlerimi açtığımda yalnızdım evde. Bir süre ne yapacağımı bilemedim, telaşla odadan odaya koştum. Sonra yalnızlıktan korkup kreşe gitme umuduyla yola çıktım. Nereye gideceğimi bilemez halde şaşkın şaşkın dolaşırken ayağım takıldı, işlek caddenin ortasında düşüverdim. Acı diye tabir edilenlerden bir freni sesi duydum, fren sesinin geldiği arabadan bir adam inip bana bağırdı, yolu tıkadığı için herkes kornaya basmaya başladı, bana doğru yaklaşan bir bisikletli hızını alamayıp devrildi. Sesler, kornalar, çığlıklar… Sonra yumuşak sesli bir teyze yanıma gelip beni kaldırdı. “Korktun mu?” diye sordu, nereye gitmeye çalıştığımı sordu, beni sakinleştirdi. Kreşe gittiğimi, kreşin ismini söyledim. Teyze elimden tutup beni kreşe götürdü, öğretmenime teslim etti. Yağmurdan çok ıslanmıştım öğretmenim beni kuruladı. Bana “Korktun mu?” diye sordu. Başımı salladım.
Tuvaletten çıktıktan sonra hesabı ödüyorum. Selin’in yanına dönüyorum. Sandalyesinin arkasında ayakta dururken o sevdiğim omuzlarına, ense köklerine son defa küçük bir masaj yapıp sonra da karşısına geçip oturuyorum. Güzelim, biraz gevşemiş gibi görünüyor. Gözlerinin dolmuş olduğunu, hüzünle gülümsediğini göstermemek için tek eli masada diğer eli kuğu boynunun üzerindeki çenesinde, başını yana çevirip sarı bukleli kadınla kel adama bakıyor. Çenesindeki minnacık elini tutup avuçlarımın içine alıyorum, yüzünü çevirip bana bakıyor, kendimi adadığım o kutsal sunaklardan bir damla yaş yuvarlanıveriyor. Eline ıslak bir öpücük kondurup masanın üzerine bırakıyorum, kalkarak gitmek için davranıyorum. Selin birkaç saniye sonra arkamdan bağırıyor, “Konuşmayacak mıyız korkak!”
Arkama bakmadan adımlarımı sıklaştırıp sokaktaki insan selinin içine bırakıyorum kendimi. Gökyüzü gürlemeye, yağmur atıştırmaya başlıyor. Sevgilimin beni terk etmesine izin vermek beni korkak mı yapar? Otuz yaşındayım, şimdiye kadar hayatımda bir tane bile sessiz giden kadın görmedim ben. Beni terk ederken türlü hakaretler ederler hep, alışkınım. Ama bu “korkak” lafı nedense kanıma dokunuyor. Kalabalığa karışmanın ve yürümenin beni biraz rahatlatacağını umuyorum; öyle olmuyor, kalabalık sıkıntımı azaltacağına arttırıyor. Sonunda sessiz sakin bir yer bulmanın tesellisiyle Kızılırmak Sokağı’nın başında bir bara girip, bahçe tarafına oturup bir bira söylüyorum.
Köpüklü biramdan bir yudum alıp şöyle bir çevreme bakıyorum. Bahçedeki iki masada birer çift ve bir diğer masada dört kişilik bir kız grubu oturuyor. Yan masada sarı bukleli bir kadın, karşısında da kel bir adam var. Kadın çantasından çıkardığı kâğıt mendille ağladığı için akan makyajını temizlemeye çalışıyor. Gözü yaşlı kadınlara dayanamıyorum, içim eziliyor. Biram piç olmasın diye içtiğim gibi mekândan kalkıp gitmeyi düşünüyorum.
“Çocuklara nasıl söyleyeceğim gittiğini,” diyor kadın. Geceden başlamış ağlamaya belli, gözlerinin içi kıpkırmızı, yüzü şişmiş, dağılmış görünüyor. “Ben konuşurum onlarla,” diyor adam. En azından çocuklarla konuşup onlara niye gittiğini açıklayacak, babam bizimle hiç konuşmamıştı diye düşünüyorum. “Üç küçük çocuğa tek başıma bakmamı bekliyorsun, doğru mu?” Çocuklar da küçükmüş, diyorum. Babam gittiğinde ben dört yaşımdaydım, ablalarım ise on ve on iki yaşlarındaydılar.
“Maddi destek vereceğim.”
Histerik bir kahkaha atıyor kadın. Aklım yine o uğursuz çocukluk anısına gidiyor. “Korktun mu?”
Çok korktum, evet.
Yağmur iyice hızlanmaya başlıyor. Arkadaş grubu ve diğer iki çift içeri geçiyor. Yan masada oturan çift kalkmıyor yerinden, bir de ben kalkamıyorum. Mıhlanmışım sanki bu lanet olasıca masaya. Kadının ağlaması yağmur gibi hızını alamıyor. Kısa sürüyor bu sağanak ağlayış. Hırıldar gibi konuşmaya başlıyor tekrar, sesi yaralı bir hayvan gibi boğuk, derinden.
“Başkası mı var?”
Adam gözlerini kadına dikip öylece bakıyor birkaç saniye.
“Ne duymak istiyorsun, yok mu diyeyim?”
Çıplak ayaklarım kapkara olmuştu çamurdan, gelip geçenlerin acıma dolu bakışları beni çok utandırmıştı.
“Orospunun teki yüzünden terk ediyorsun üç çocuğunun annesini.”
Sesi artık boğuk değil, gür ve suçlayıcı. Gözleri yırtıcı bakıyor.
Adam arabadan inip bana bağırdı, “Bela olacaktın başıma velet!” Sürücüyü bekleyen diğer arabalar kornalarına basınca sesler kulaklarımın içinde patladı, ellerimi kulaklarıma bastırdım.
“Ben yıprandım, anlıyor musun? Birlikte çıkmıştık bu yola… Beni ne hale getirdin. Acınacak haldeyim.”
“Acınacak halde olduğunu düşünmüyorum.”
Adamın sesi kibirli, hatta küstah çıkıyor.
O tatlı kadın geldi yanıma şemsiyesiyle. Bana sordu, ben de söyledim. Elimden tutup beni kreşe götürdü. Öğretmenim bana sarıldı, beni öptü. Tuvalete götürüp ellerimi ayaklarımı yüzümü yıkadı, yedek çamaşır dolabımdan kıyafet alıp bütün üstümü değiştirdi. Kupkuru oldum.
Kül tablasındaki sigaram ıslanıp sönüyor. “Seni asla affetmeyeceğim,” diyor kadın. Affetmeyecek, annemden biliyorum. Sarı buklelerini yolarken teyzeme, “Onu asla affetmeyeceğim,” demesinden biliyorum.
Teyzem, “Onur’un canına okudun. O küçücük bir çocuk, ne bilsin, korkmuş çıkmış işte. Allah’tan bir şey de olmamış. Bak sağ salim, oğlun yanında işte!” dedi. “Sırf bugün yaşadıklarım için bile Ayhan’ı asla affetmeyeceğim,” dedi annem, kapı aralığından dinledim.
Biramdan son yudumumu alıp kalkmak üzere davranıyorum. Kadın çantasını açıyor. Titreyen ellerle çantanın içinden bir şey çıkarıyor, bir silah. Silahı adama doğrulttuğunda ellerinin titremesi artıyor. Adam çevik bir hareketle kalkıp kadının elini yana büküyor. Tabancadan kocaman bir ses çıkıyor, kulaklarım uğulduyor bu sesle. Canım çok yanıyor birden. Ellerimi kulaklarıma bastırmak istediğimde sıcak bir sıvı hissediyorum. Kan! Ah ben vurulmuşum! Kadın elindeki tabancayla kafasını sağa sola salladıkça sarı bukleleri savruluyor. Kabalalık oluyor bir anda. Nefesim çekilmeye başlıyor, ciğerim yanıyor. Selin, siyah eteğini savura savura beliriyor sokağın başında. Ölmek istemiyorum. Yere düşmüş cep telefonumu alıyor kalabalıktan biri.
Öğretmenim beni göğsüne bastırıyor, sonra sevgiyle yüzüme bakıyor. “Korktun mu?” diye soruyor. Başımı sallıyorum. “Ah Onur ah, şimdi anneni arayacağım merak etme,” diyor. Merak ediyorum. Keşke ben hep öğretmenimin göğsünde kalsam, memelerinin arasında uyusam nasıl olur?
Selin siyah eteğini savura savura beliriyor sokağın başında.
Editör: Melike Kara
- Kaza - 8 Eylül 2024
- Ah Ben Vurulmuşum! - 5 Ocak 2024