Yazar: 21:01 Genel, Öykü

Adagio

Dişlerimi sıkmaktan çenem ağrıyor, boğazımı saran ipin baskısıyla nefes alamıyordum. Ağzımdan çıkan köpükler, bir yosun gibi yüzüme yapışmıştı. Başımı geriye atıp gözüme baskı yapan ağır eli itmeye çalıştım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken gözlerim açıldı. Sağ şakağından sızan kan kirpiklerime karışmış, yüzüme düşüyordu. Gözleri açık, hareketsiz yatan bir adamla burun burunaydım. Siyahlar içindeydi, saçları tozla kaplıydı. Masanın altındaydık.

Karşımızda bir sahne… Orkestra yerleştirilmişti. Kemanlar, viyolalar, çellolar ve kontrbaslar bir hizada oturuyordu. Sahnenin tam önünde orkestra şefi, ince uzun batonunu havada tutuyordu. Ceketi uzun, yüzü gölgeler arasında kaybolmuştu. Loş ışıkta ağır kadife perdeler duvarları kaplamış, tavandaki kristal avize, solgun bir ışıkla sarkıyordu.

Kalbim kaburgalarımı parçalayacakmış gibi atıyordu. Ciğerlerim yanıyor, ipin boğazımdaki baskısı her nefeste daha da artıyordu. Düşünceler birbirine karışıyordu. Buraya nasıl geldim? Bu adam kimdi? Orkestra neden buradaydı? Gözlerimi yeniden şefe çevirdim. Batonunu indirmek üzereydi. İşte o an, asıl korkunun ne olduğunu anladım.

O sabah, Cihangir’in dar sokaklarında ellerim cebimde yürüyordum. Şehir uykudaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla parlayan çiçekler, eski binaların dökülen boyaları, taş sokakların yorgun sesi… Boğazın kokusu -yosun, tuz ve kahve karışımı- burnuma doluyordu.

Birden kendimi, sık sık uğradığım o antikacının önünde buldum. Kapıyı açtığımda ağır bir ahşap kokusu ve geçmişin keskin toz kokusu yüzüme çarptı. İçerisi loş sarı ışıklarla aydınlatılmıştı. Raflarda porselen biblolar, kadife kaplı kitaplar, paslı anahtarlar, gümüş tokalar…

Tezgâhın gerisinde yaşlı antikacı belirdi.

“Hoş geldiniz efendim, uzun zamandır görünmüyordunuz.”

“Yoğunluktan kendime gelemedim,” dedim. “Evimdeki boş duvar için bir tablo bakıyorum.”

Adam, ağır adımlarla ilerleyip bir tabloyu işaret etti.

“Bunu tavsiye ederim. Renklerin diliyle konuşur bu tablo. Ruhunuzu takip eder.”

Ama ben başka bir tabloya takılmıştım. Onu fark etti.

“Barok bir eser. İtalya’daki bir müzeden geldi. Benzerini bulmak zordur.”

Hiç düşünmeden, “Tamam, alıyorum,” dedim.

Tabloyu eve taşıyıp salonun duvarına astım. Uzaklaşıp baktım. Sahnede aynı orkestra dizilmişti: Kemanlar, çellolar, şef… Her şey tablonun içinde ama aynı zamanda dışındaydı.

Gece uyandığımda kulağımda ince bir müzik çalıyordu. Tiz bir keman sesi, ardından derinleşen çellolar… Ses içeriden geliyordu. Evde hiçbir cihaz açık değildi. Panikle camı açtım, dışarıdan da bir ses yoktu. Su içip yatağa döndüm.

Haftalar geçti. Ses tekrar başladı. Bu kez daha yoğun, daha yakıcı… Parmak uçlarımda salona yürüdüm. Sokak lambalarının ışığı koridordaki tablo çerçevelerinde yankılanıyordu. Salona adımımı atar atmaz müzik sustu.

“Tesadüf olamaz,” dedim kendi kendime.

Masaya oturdum, başımı ellerimin arasına aldım. Tablodaki orkestrayla göz göze geldim. “Müzik… buradan mı geliyor?”

Kendi sesimle kahkaha attım.

“Saçmalama.”

Yatağa döndüm ama müzik yeniden başladı. Bu kez daha yüksek…

“Yeter!” diye bağırdım.


İlaçlar uyku yapıyor, sabahları zor uyanıyordum. İşe geç kalıyor, üstüne azar işitiyordum. Dalgınlık, yorgunluk, korku… Tüm hayatım çözülmeye başlamıştı.

Antikacıya tekrar gittim. Kapıdan girerken aynadaki solgun yüzümle göz göze geldim.

“Bana o tabloyu getiren kişi bir şey söyledi mi?”

Adam şaşkınlıkla baktı.

“Ne gibi bir şey?”

“Boşverin,” dedim hemen. “Şu antika daktilo ne kadar?”

Adam endişeyle, “İyi misiniz?” dedi.

“İyiyim,” dedim. Yalan söyledim.

Eve döndüğümde ortalık sessizdi.

“Beni korkutamazsınız!” diye bağırdım salona.

Mutfaktan soğuk su aldım, banyoya girdim. Şampuanı köpürtüp küveti doldurdum. Soyunup suya girdim. Köpüklerin arasında kayboldum. Sıcak su damarlarımı yumuşatıyor, içimdeki kırılganlığı çözüyordu.

O an başladı müzik: Samuel Barber-Adagio for Strings.

Önce hafif, sonra giderek yükselen yaylılar… Damarlarımda yankılanıyordu. Müzik, duvarları titretiyor, suyu köpürtüyordu. Kulaklarımı kapattım.

Şimdi antikacıdayım. Elinde tabloyla bana bakıyor.

“Buyurun, ama dikkat edin,” diyor.

Gözümü açtım. Küvetin içindeydim. Su kıpkırmızıydı. Ayaklarım kanıyordu. Su, ağır ağır kırmızı bir perdeye dönüşüyordu.

Ben artık bir tablonun içindeydim.

Sağ şakağımdan sızan taze kan kirpiklerime bulaşmıştı. Gözleri sabit, hareketsiz yatan bir adamla burun burunaydım. Siyahlar içinde, tozla kaplıydı. Masanın altındaydık.

Ve karşımızda bir orkestra alanı…

Orkestra şefi batonunu indiriyordu.

Ve Adagio tüm ağırlığıyla çalmaya devam ediyordu.

Editör: Ekin Köklü

Fatoş Bat
Latest posts by Fatoş Bat (see all)
Visited 9 times, 2 visit(s) today
Close