Soğukluğu duvarları karartan siyah-beyaz bir fotoğraf karesindeymiş gibi iki çocuk; hareketsiz bir şekilde oturuyordu, taşlarının oyuğunda çiçekler bitmiş bir kaldırım üzerinde. Biri kollarını bağlamış karnını büzmüş bir haldeydi. Diğeri ise çenesini ellerinin arasına almış onu izliyordu. Nefes alışverişlerinin, burunlarında bıraktığı kanatlanmalar olmasa hayatın aktığına dair hiçbir emare olmayacaktı. Sonra derin bir nefes alıp kollarını çözdü çocuk. Doğruldu. Arkadaşına bakmadı. “Tüm eşyalarımızı aldılar.” dedi.
“Her şeyi mi?”
“Her şeyi…”
“Baban niye izin verdi?”
“O verdi ki zaten… Annemle konuşurlarken duydum. Hani bizim sınıftaki Nazlı var ya şu her gün başka ayakkabıyla gelen. Renkli silgileri olan, kalemlerini paylaşmayan Nazlı… Çok zenginlermiş oysa. Babam onun babasından borç almış. Karşılık bizim eşyaları göstermiş. Ödeyemeyince bizim eşyaları aldılar işte.”
“O kadar zenginlerse sizin eşyaları ne yapacaklar ki?”
“Bilmem… Fakirlere dağıtırlar herhalde.”
“Oğlum siz de fakirsiniz ki.”
“Yok, o kadar değil. Bizim televizyonumuz vardı.”
“Bizim de var. Ama hala açmıyoruz.”
“Neden?”
“Parasını tam ödemedik çünkü. Annem bozulur diye korkuyor.”
“Biz de akşamları açıyorduk. Babam haberleri izliyordu. Artık kahvehaneye gider herhalde. O değil de Nazlı anlar mı bizim eşyalarımız olduğunu? Bazı şeyler eskiydi.”
“Anlamaz. Belki görmez de. Dedin ya belki fakirlere dağıtırlar diye.”
“Doğru ya.”
Sonra tekrar iki büklüm oldu çocuk.
“Şu sakızdan çıkan dövmelerden yapıştırmıştım dolabıma. Hani aldıkça resim tamamlanıyordu ya. Az kalmıştı tamamlayacaktım tabloyu.”
“Ben de kâğıda yapıştırıyordum. Sana veririm. Bende daha çok var o sakızlardan. Bir sen bir ben tamamlarız. Belki baban eşyalarınızı geri alır. Sonra sende dolabına asarsın kâğıda yapıştırdıklarını.”
Çocuk arkadaşının gözlerine baktı. Suya değen güneş gibi ışıldadı gözleri ama sonra çamur düşmüşçesine bulandı. Yüzü düştü.
“Belki…”
Onlar orada konuşurken birer ikişer halde çocuklar koşmaya başladı akın akın köşe başına doğru. Seyyar salıncak gelmiş tüm çocuklar annelerinden topladıkları paralarla meydana doluşmuş; sıraya girmek için birbirlerini itmeye başlamışlardı.
“Gel, bizde gidelim.” dedi arkadaşı.
Elleriyle ceplerini yokladı çocuk. Arkadaşı kolundan tutup;
“Gel, sonra sen evden bilyeleri getirirsin onlarla oynarız.”
Köşe başına doğru yürümeye başladılar. Gri sokakların, matem gölgeli evlerini; çocukların parıltılı bakışları renklendirmişti.
“Çok sıra var. Bekleyelim.” dedi arkadaşı.
“Olur, bende eve gidip bilyeleri alayım o zaman.” dedi çocuk.
Koşa koşa eve gitti. O anlığına da olsa unuttu evin boşluğunu, annesinin halini görmezden geldi. Önceden dolabın içinde duran bilye kutusu şimdi yerde halı üzerinde duruyordu. Avuçladı tüm bilyelerini. Sırayla hepsini güneşe doğrulttu. Yeşil kırması sarı renklerin, kızıl yavrusu turuncu gölgelerin, lacivert dalgalı mavi çizgilerin hürmetine içine bir sevinç kondu. “Belki alabiliriz o eşyaları yeniden. Tablomu da dolabımda tamamlarım.” diye iç geçirdi. Elinde bilyelerle koşa koşa arkadaşına doğru köşe başına gitti. Seyyar salıncak dönüp duruyordu. Çocuklar döne döne sallanıyordu. Arkadaşına elindeki bilyeleri göstermeye başladı. Sonra gözleri köşe başındaki apartmanın altında, depodan bozma bir dükkana ilişti. Vitrinde kasası açılmış bir televizyon gördü. Kapının önünde kirli, yağlı mavi önlüğü üzerinde; yaşlı, yüzünde hiçbir ifade olmayan, donuk bir adam vardı. Bıyıkları sararmış, dudakları arasında külü yarısını geçen bir sigarayla içeri girdi. Kirli ve nasırdan kararmış, çatlamış elleriyle tuttuğu elektrikli testereyle dışarı çıktı. Kapının önünde duran dolabı doğramaya başladı.
Tablo yarım kaldı.
Çocuk, elinden düşen misketlerle tamamladı kalan renkleri.