Kadın pencereden baktı. Buğudan başka bir şey göremedi. Elini uzattı, buğuyu sildi. Dışarıya, mümkün olduğunca uzağa baktı. Toprağın gün ışığını görmediği bu ormanlık köyde, kar taneleri bir an önce toprağa kavuşmak istercesine telaşlı yağıyor, köyü kendine bürüyordu. Evinden uzaklaşan ayak izlerinin yavaş yavaş kapandığını gördü. Ürperdi. Ali gideli ne kadar olmuştu, anımsamadı.
Pencereden uzaklaştı. Gaz lambasını söndürdü. Ali’nin yastığında kalan çukura düşer gibi yatağına yattı. Sobanın alevi ile aydınlanan duvarlarda dolaştırdı gözlerini… Pencereye düşen gölgelere daldı. Yalnız gecelerinde çerçevesi kadar küçük, hayalleri kadar geniş bir dünyaya açılan biricik dostu pencereye…
Ne zaman geçti, ne de… Kalktı, pencereye yürüdü. Perdeyi araladı. Gelin olduğu gün diktikleri ağacın gölgesiydi pencereye düşen. Gelinlik yaşına gelmeden gelin durmuş çam fidanıydı şimdi. Üzüldü, ağacın yapayalnız duruşuna… Baharda birlikte başlamışlardı yeni yaşamlarına… Çeyiz diye getirip elleriyle diktiği bu fidan hep böyle kış ortasında bir başına gelin duracaktı. Ağacın karla yüklenmiş dallarında düğününü düşündü.
Yaz mevsimini anımsatan alevlere daldığında yayladaydı. Gökyüzü derin bir sessizlikte yıldız yıldız ışıldardı. Dipsiz bir huzur kuyusu… Böyle gecelerde bir şeylerin eksik olduğunu hissederdi içten içe. Bir başına kaldığında yıldızlara dalar, geçen günleri düşünürdü. Düğününü… Bir anda aydınlanan dünyayı… Yüreğinin ısınmasını…
Doğup büyüdüğü evin kapısından alkışlarla çıkışını… Dört bir yanını saran gelin alayını… Anlam veremeyişini duygularına… Hüzünlü bir sevinç mi? Sevinçli bir hüzün mü? Peki ya o gelin alayı nasıl emindi duygularından? Ve nasıl böyle sevinçli? Kendi duyguları böylesine karmaşıkken? Aklında yanıtını yıllardır bulamadığı o sorularla atının terkisinde ağır ağır yol alışını… Başını çevirip bakamayışını ardında uzaklaşan baba ocağına… Gelin ardına bakmaz demişlerdi… Düşünmediği kadar uzun bir yolda gidişini bir mahalleden diğerine… İki mahalleden oluşan bu köyde her yer pencereden görülebilecek kadar yakın… Ama yol… Bir ömür kadar uzun… Eli kına, yüzü duvak gelin duruşunu anımsadı evinin ardına kadar açılmış kapısında. Tepeden tırnağa heyecan ve sevgiden titreyen uzun boylu bir siluetin bekleyişini kapı kanadından kalan boşlukta…“Bu gece gökyüzü seni kıskanacak… Simsiyah saçlarında yıldızlar ışıldıyor!…” dediğinde o gölge, utanıp gözlerini kaçırmıştı. O gece, ikisinin de kalbi göğüs kafeslerini delecekmiş gibi telaşla atmaya başlamıştı. Tıpkı bu gece yağan kar gibi.
Kadın ürperdi. Uzaktan, geçmişten geldi gözleri, telaşlı. Pencerede kendini görünce bir kez daha ürperdi. Yalnızlıktan mı, soğuktan mı? Bilemedi. Gazyağı kokusu sinmiş odanın her yanında yankılanırken kokusu, yatağındaki yokluğu, uçurum gibi derin ve ürperticiydi. Eksikliğini vurgulamak istercesine yastıktaki çukura dokundu. Sonra sırtını döndü boşluğa… Sıcaklığını yüzünde duyduğu alevlerde türkü söyleyen sesini duydu. “Köprü altı kapkara, / Suzan gel beni ara. / Saçlarıma kumlar doldu, / Tarak getir sen tara…”
Günlerce rahat bir uyku yüzü görmedi. Ali’nin ciğerleri tükeniyordu. Onun özlemiyle geçen gecelerde de uyuyamazdı. Ha geldi ha gelecek… En ufak tıkırtıda koşar, derin bir boşluğa açardı kapıyı… Hangisi iyiydi? Umut dolu uykusuz geceler mi, umutsuz bekleyiş mi, karar veremedi.
Kendini bildi bileli bir yanı hep eksikti. Zamanla anladı. Eksik olan şey Ali’nin kalp atışıydı. Gurbette geçen yıllardan kalma. Mutluydu… Yanında olmasından, yorgun ciğerleriyle soluk alışını duymaktan… Hele bir de kadife sesiyle mırıldandığı türküsü yok muydu? “Köprü altı kapkara, / Suzan gel beni ara. / Saçlarıma kumlar doldu, / Tarak getir sen tara…” Ancak ayrı geçen bunca zaman içinde alışmıştı yalnızlığa. Onu özlemeye… Yolunu gözlemeye… Kapının her çalınışında duyduğu o heyecana… Aslında eksik kalmaya…
Yine böyle kar kıyametti Ali, heyecanı elinden aldığında. Yine böyle buğulu buğulu bakıyordu penceresi. Uzaklardan evine yaklaşan solgun bir fener ışığı görür gibi olmuştu. Kalbini, parçalanıp bedeninin her yanında attığını sanmıştı.. Nefesini tutmuş, ışığın hareketini izlemişti. Pencerenin önünden geçerken tanıdı silueti. Uzun bir bekleyişin sonunda kapı sevdiğine açılmıştı. Kapı boşluğunda heyecan ve özlemle duran gölgeye sarıldığında soğuktan ürperen bedenlerine aldırmadan ikisinin de içi ısınmıştı, Hem de sobanın ısıtamayacağı kadar çok.
Bunca zaman nasıl geçti? Bu kaçıncı mevsimdi, hiç bilmedi. Kadın yatağında döndü durdu. Zaman geçmiyor, uyku tutmuyordu. Kalktı kadın. Pencerenin çiçekli perdesinin ardında şafak sökmeye başlıyordu. Kar yağıyordu. Telaşı kalmamıştı.
Dışarıda aheste aheste kar yağarken içini ısıtacak bir şeyler aradı. Bu gece, aynı yastığa baş koydukları son geceden kalanlar kımıldanıp durmuştu içinde. Ali’nin mırıldadığı türkülerle dolu geçen son geceden kalanlar… Son olduğunu bilip de dile getiremediği o son geceyi düşündü. Yüzyıllar geçmiş gibi uzak ve soluk… Daha dündü oysa… Telaşlı, ürkek, endişeli… Kar telaşlandı birdenbire…
Soluklaşan ayak izleri arasında Ali’ninkiler yok. Bu ilk gecesi… Kar sadece ayak izlerini değil, geçmişi de kapatıyor. İlk gecesi, Ali’nin artık dönmeyeceğini bildiği o son vedanın ilk gecesi… Yatağının uçurum yanı ile baş başa kaldığı ilk gece… Sonunda ikna oldu. Sandığını açtı… Bir şey aradı şafağın alaca karanlığında. Sandığın derinliklerinde saklıydı… Dolaştı odanın boşluğunda. Yer yer sırları dökülmüş aynanın karşısında durdu bu kez… Kendiyle göz göze geldi. Yalnızlığına baktı uzun uzun… Al yazmasını çıkarıp karalar bağladığı bu ilk gecede ne uçurumun kenarına boylu boyunca uzanabildi, ne de türküler dindi. “Köprü altı kapkara, / Suzan gel beni ara. / Saçlarıma kumlar doldu, / Tarak getir sen tara…” Kadın pencere ile yatak arasında gidip geldi. Gidip geldi. Gidip…
- Kör Pencere - 8 Temmuz 2020