Bir yazarı güçlü yapan nedir? Eserleriyle bıraktığı etki mi, betimlemelerinde ki okuyucuyu sıkmayan duygu yoğunluğu mu, yalın anlatım mı, realist bakış açısı mı, evrensel olana ulaşma gayreti mi?
Ernest Hemingway “Kişinin büyük yazar olabilmesi için; kabiliyetli, eğitimli, artı mutsuz bir çocukluk yaşamış olması gerekir” demiştir.
“Bazı yazarların büyüklüğü, eserlerinin edebi üstünlüğüyle değil de; tam zamanında var olmak, devriyle hemhal olmakla gerçekleşir” diyenlerde vardır.
Murakami bu kavramlara ek olarak, kendine has ve minimalist bakış açısı ile Dünya da okunan ve eserleri 50 farklı dile çevrilen bir yazardır. Peki nedir Murakami’yi vazgeçilmez yapan?
Özgünlük?
Büyülü Hikayeler?
Cinayet işleyen kediler, koyunlar?
Konuşan resimler?
Belki de bunların tamamıdır. Ancak gerçek şu ki Murakami düşlerini, bastırdığı duygularını alegori tekniği ile okuyucuya sunar. Bizi oluşturduğu yeni dünya da misafir eder.
Eserleri kadar yaşam hikâyesiyle de dikkatleri üzerine çeken Murakami yedi yıl eşi ile birlikte açtığı barı işletir. Onlarca insan ile tanışıp hikayeler biriktirir. Sonra ne mi olur? Bir gün bir mutfak masasında hayallerini yazmaya başlar. Düşler ülkesinden getirdikleri onu sanki hayata bağlar. Gün gelir yorucu mesailerden sonra sabaha kadar yazar. Gün gelir iş görüşmelerinden araya sıkışmış bir saati yazarak geçirir. Hayat zordur zaten ancak bu zorluğun, hızlı yaşamın ve tekdüzeliğin içinden bir ışık sızar. O da bu ışığa sıkı sıkı tutunur.
Gün gelir tutunduğu ve aşığı olduğu bu ışığa kaptırmak ister kendini. Zaten münzevi bir hayattan hoşlanan yapısı da vardır. Bir odaya kapanıp yazmak, düşlere dalmak, kendini dinlemek en çok istediği şey olacaktır. Bir işi yarım yamalak yapıp başarısız olmaktansa, tam olarak kendini verip böyle bir pişmanlığın önüne geçmeye karar verir. Bir iki yıl boyunca serbest bir şekilde yazmak ister. Yoğun iş temposu ve borçları vardır. Bir tercih yapmak zorundadır. O da hayallerinin peşinden Hokkaido seyahatine çıkar. Ertesi yılın sonuna kadar romanı Yaban Koyununun İzinde’yi tamamlar. Aslında burada zaman baskısı olmadan, gönlünce, masa başında, her gün kendini vererek yazma eylemi göze çarpar. Hemen ardından Rüzgarın Sesini Dinle ve Pinbal eserlerini çok daha uzun, çerçevesi çok daha geniş, öyküselliği güçlü şekilde tamamlar. Artık kendince bir roman stili yarattığını düşünür.
Bar işleterek yazdığı yazılar ile yeni eserleri arasındaki farkları görür. Ancak, yeni yeni profesyonel manada bir roman yazarı olmuşken yüzleştiği ilk ciddi sorun, bünyesini ayakta tutmaktır. Zaten kendi haline bırakınca hemen şişmanlamaya başlayan bir vücudu vardır. Sabahtan akşama kadar masa başında yazı yazmak kilo almasına sebep olur. Bu sorunu koşarak çözmeye karar verir. Koşmak bir manada günün bir miktarını dışarıda, vücudunu güçlendirerek geçirmesi anlamına gelir. Kendine sınırlar belirleyerek koşmayı sürdürür. Jogging yapmak bedenen güçlendirdiği gibi zihnen de yeni kapılar açar. Her sabah karşılaştığı insanları fark eder. Koşarken sadece koşuyordur belki ama anlar ki en güzel hikayeleri, karakterleri de bu şekilde biriktirir.
Bir yazma serüveninden bahsettim sevgili okur. Burada azim, bazı maddi getirilerden vazgeçme ve asıl olana yürüme var. Anlattığım gerçek bir yaşam öyküsüdür. Eğer var olmaktan başka çaremiz yoksa, inatçı bir azim ile kendimizi değiştirmek, dönüştürmek zorundayız. Böyle güçlü bir kimliği okuyup tanımalı, satırları arasına sızmış olan ışığı kendi yolumuza katık etmeliyiz.
- Niçin Murakami? - 14 Haziran 2020
- Hüdhüd’den Gakguklara Yolculuk - 11 Haziran 2020