Temmuz 2010, Antakya
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı şehidi Şefik Nur’un anısına…
I
Sekiz-on gramlık bir düğün davetiyesinin elime tutuşturulmasıyla, 80-100 kiloluk bir yükün sırtıma binmesi aynı anda oldu. Yükün altında ezildim birkaç gün. Kurtulmam için düğüne gitmem, gitmezsem telafi etmem gerekiyordu.
Yanımda eşim, sırtımdaki yükle evden dışarı çıktık düğün akşamı. Yemekli düğün salonunun kapısında damat-gelin çiftinin sekiz-on yakını… Her el sıkışmada yükü, beşer-onar dağıtıyorum. Son el sıkışmada derin bir oh çektim. Yük küfesi boşalmıştı. Küfeye bir tekme! Gitmedi, kaldı yerinde.
Kapıya yakın uzunca bir masanın en başına iliştik eşimle. Bizden başka beş çift daha var. Yanımdaki çiftin erkeğinden gencim. Adamdan en az yirmi yıl sonra “yaşam” denen filmi izlemeye, başkalarının ardında iz sürmeye başlamışım; ben ellisindeysem, o yetmişinde. E, şimdi ne konuşacağım adamla? Birkaç havadan sudan cümle sonrasında, anlıyorum ki konuşacak, paylaşacak bir şeyim olmayacak. Ne edebiyat, ne siyaset, ne de dünyanın gidişatı…
Eşim su dışında bir şey içmez düğünlerde, gecelerde, özel günlerde. Yanımdaki yetmişliğin eşi de içmiyor. E, eşler su içsinler karşılıklı. Hem içmeseler de konuşacak o kadar çok şey bulurlar ki. Kadınların, yerine göre en sevdiğim, hayran olduğum huyları. Ben bir tek içtim, yetmişlik, bir duble. Ben ikinci teki içtim, o ikinci dubleyi. Üçüncü tekimde, üçüncü dublesinde bardaklarımız kırılıyordu az kalsın. Damadın; sevmediğimden olacak, annesini değil, canımdan öte sevdiğim nenesini tebrik etmek için çakırkeyif bir halde yerimden kalktım. Gittim, elini öptüm. Sarıldı, sarsıldı, ağladı. “Hayırlı olsun,” dedim. “Mutluluklar diliyorum,” dedim. “Bir yastıkta kocasınlar,” dedim. Yetmişlik, alkolden kırmızıya çalan gözleriyle takip ediyor yaptıklarımı. Masaya döndüm.
“Damadın nenesi, neyiniz olur?”
“Babamın yengesi. Rahmetli olmuş beş amcasından birinin eşi.”
“Bakın, akraba çıktık bir de. Elini öptüğünüz nene, benim…”
Böyle olur hep. Herkesler, bir birinin bir şeyi, dıdısı, dırdırı…
Kimlerden olduğumu öğrendi. Bir de adımı, mesleğimi söyledim. Kendimi tanıştırma faslı bitti. Sıra ondaydı.
“Benim adım şu, soyadım bu,” dedi.
Soyadını söyleyince, mıhlanıp kaldım eski bir zaman diliminde. Ben… Ben bu soyadı hatırlıyorum. Hah, tamam! Hatırladım, Tevfik Ağabey’in soyadı!
II
İlkokulu bitirdiğim yıldı. Babam söz vermişti: Diploma demek; bir bisikletin pedallarını çevirmen, direksiyonunu sağa sola kırman, istediğinde frenlerine basıp aniden durman, özgürce, dilediğince gezmen, dolaşman demek. Bisiklet alınmadı. “Böyle söylemeseydim, derslerine çalışmaz, diplomayı da almazdın,” demişti. Bir de demişti ki okul bittikten bir gün sonra, “Bundan böyle sabahları benle geleceksin işe. Yaşamı, yaşarken savaşmayı, ekmek kazanma mücadelesini gözlerinle göreceksin.”
Göremedim bir süre. Sabahın kör karanlığında kalkıp gidiyordu işine babam. Uyku mahmurluğunda, yarı açık gözkapaklarımla babamın ardından, izinden adeta sürükleniyor, iteleniyordum. Seni görünce açılmıştı gözlerim Tevfik Ağabey. Artık babamın ardında izinde değil, sürüklenerek, iteklenerek değil, severek önündeki ipi göğüslemek isteyen bir maratoncunun koşu hızıyla gidiyordum kentin sebze ve meyve haline yakın lokantasına. Halin giriş kapısının sağında büyükçe bir kahve vardı. Hale gelenlerin, işyerlerini açtıktan sonraki ilk uğrak yeriydi. Simit, poğaça, evde hazırlanmış tostlarla beraber hemen herkes üç-dört tavşankanı çay içerdi. Çay sisine ve sigara dumanına boğulmuş kahve, aynı anda 100’e yakın kişiyi içine alabiliyorsa, iki üç saatte, bir başına, 300-400 bardak dağıtman demekti. Birkaç çaydanlık demlemen demekti. Bulaşık demekti, babanla bitmek tükenmek bilmeyen kavgalar demekti. Gün ışıdıktan sonra, oyun masalarını, masa örtülerini, kül tablalarını, iskambil destelerini, dama-satranç tahtalarını, tavlaları, domino taşlarını hazırlardın. Bense yeni yeni öğreniyordum lokanta işini. Bazen bulaşıkçı, bazen garson yamağı, bazen lokantanın dış işlerine bakan, yemek götüren, yemek kaplarını geri getiren, para bozduran ve bu kadar işe, koşuşturmaya rağmen ustasından fırça yiyen, ikide bir azarlanan biriydim. Babanla olan kavgalarınıza tanık olmuştum birkaç kez. “Çalışacaksın tabii! Ekmek yemek kolay da, kazanmak zor! Sabahın köründe geliyor, akşamın karanlığında evine dönüyor olabilirsin. Dönemeyebilirsin de. O zaman paşa paşa kalırsın kahvede. Zaten beş-altı saat sonra yeniden açmayacak mısın kahveyi?”
Benim çocukluğum, seninse gençliğin çalınıyordu. İkimizin benzer bir kaderi vardı, bir farkla. Yaz tatili bittiğinde okuluma dönecek, sen kahvedeki işine devam edecektin. Babanın dediği gibi ekmek yemek kolay da kazanmak zordu. Mücadele etmek, savaşmak gerekiyordu. Ben savaşın bir bölümünü okulda, bir bölümünü lokantada geçirecektim sense şimdilik hep kahvede.
Dışarıdaki işler içinde en sevdiğim iş, sana yemek götürmekti. Her öğle zamanı götürür, bir saat sonra kapları geri almak için yeniden kahvenize giderdim. Lokantadan kısa süreliğine de olsa çıkıp gitmek, gökyüzünde kanat çırpan kuş demekti. Özgürlük demekti, ben demekti, sen demekti…
Bir gün, müşteriler talep ettiğinde kebap pişiren, arta kalan zamanlarında garsonluk yapan, benden üç-dört yaş büyük bir çocuk adam hastalanmış, gelmemişti işe.
“Tevfik Ağabey’in kuşbaşı kebap istemiş. Pişir, götür,” demişti usta.
Heyecanlandım. İlk kez kebap pişirecektim. Mevkii atlamıştım. Çocuk adam dönünce rütbem geri alınacaktı ama olsun. Beni, bu işi yapabilecek biri olarak görüyorlardı ya. Havai fişekler gibi sağa sola kıvılcım saçan kor mangal kömürü ateşinin en harlı döneminde pişirmeye kalkışınca, etlerin dışı yanmış, içleri pişmemişti. Kan kırmızısı acı biber salçası sürülmüş lavaş ekmeği ateşe tutmuş, yakmasam da adeta kurutmuştum. Zerzevatın tuzunu, sumağını fazla kaçırmıştım. Usta bana kızdı, beni bozdu. Tevfik Ağabey bana kızmaz. Hayatımda ilk kez pişirdiğim kebabı atmaz, yer, deyip götürmüştüm. Ben 12 yaşın çocuğu, saat 12’de, asfalt eriten bir öğle sıcağında kahvenin yolunu tutmuştum. Çok sinirliydin, anlaşılan yine kavga etmiştin babanla. Kebabı getirdiğimi sessizce söylemiş, bir masaya bırakmış, öylece çıkmıştım.
Bir saat sonra kapları almak için geldiğimde, öğle yemeğini yiyememiştin henüz.
İki saat sonra kapları almak için geldiğimde, öğle yemeğini yiyememiştin henüz.
Üç saat sonra kapları almak için geldiğimde, öğle yemeğini yiyememiştin henüz.
Dört saat sonra kapları almak için geldiğimde…
Metal ışıltılı kebap tabağını, kireç badanalı tavana fırlatmıştın. Dışı yanmış, içi pişmemiş kuşbaşı et, dilimlenmiş kan kırmızısı lavaş ekmek, kalın kıyılmış soğan parçacıkları, maydanoz, nane, sumak olmuştu ortalık, üst başlar. Küçücük yemek kabında, ne çok şey varmış Tanrı’m! Sanki kahveye bomba atılmıştı. Salya sümüğe boğulmuş, iki elimin tersiyle gözyaşlarımı siliyordum. Baban, “Erkek adam ağlamaz, zırlamaz,” demişti bana. Sana da, “19 yaşında koca adam, çıraktan, çocuktan özür dilemez. Sarmana, sarılmana gerek yok. Bırak gitsin. Ortalığı toplayalım. Müşterilere ayıp oldu hem. Bu lokantadan da bir daha kebap mebap istemeyelim. Kapları da ne değerliymiş!” demişti.
Kalbimi kırmıştın ama ağlayıp zırlayınca yanıma gelmiş, özür dilemiştin. Hayatımda ilk kez biri, benden özür diliyordu. Kızmakla sevinmek, ağlamakla gülmek, sevmekle nefret arasında sıkışıp kalmış, gelgitler yaşamıştım.
Yaz bitmiş, ortaokula başlamıştım. Ekmeğimi; lokanta, kahve benzeri işlerden kazanmayacağımı biliyordum artık. Dokuz ayın sonunda, sınıfı geçmiştim. Babam tutturdu, Bu yaz da sonraki yazlar da lokantadasın, ekmeğin…
Aynı lokantaya çalışmak için yeniden dönersem, sevineceğim tek şeyin, “seni görmek, sana yemek götürmek” olduğunu biliyordum. Çünkü sen benim aynamdın. Sana bakarken kendimi, ket vurulmuş çocukluğumu, geleceğimi görüyordum. Sen de bana bakarken yaşamadığın çocukluğunu, yaşatılmayan gençliğini görüyordun.
İşe başladığımın ilk günü, seni sordum. Ustam, “Korkma, Tevfik Ağabey’in yok. O şimdi asker. Kıbrıs’ta. Teskereye gün sayıyor. Tabak fırlatacak kimse yok. Hem onlar yemeği bizden almıyorlar ki artık,” dedi.
74 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında uçaklar kentin üstünden geçtiğinde müşteriler, biz dışarı çıkar alkış tutardık. Kime tutardık, hâlâ bilmem. Uçaklara mı, pilotlara mı, kahraman ordumuza mı, savaşa mı, kazanılacak zafere mi?
Birkaç gün sonra öğrendik. Askeri bir birliğin bombalanması sırasında…
III
Garsonun biri, üstünden buğusu tüten sıcak ekmek getirdi, bıraktı masaya.
“Buranın ekmeğine dayanamıyorum. Tıka basa olsam da yine yerim. Siz de alsanıza.”
“Sağ olun. Ben 36 yıldır savaşmamak için ekmek yemiyorum,” dedim yetmişliğe.*
“Bir yaşıma daha girdim. Şunca yıldır ekmek yemeyen birini ilk defa görüyorum. Bir de savaş mı dediniz, diliniz mi sürçtü yoksa? Fazla da içmediniz ya. Yetmişliği ben dip ettim.”
Düğün bitmiş, birer-ikişer ayrılıyordu herkes. Masamızdaki yetmişliklle eşi ve diğer çiftler de ayrıldı. Salonun giriş-çıkış kapısına yaklaştığımda, yük küfemin hâlâ bir kıyıda durduğunu gördüm. Hayret, kendi hareket edip bindi sırtıma. Bir-iki sendeledikten sonra düzgün yürümeye başladım. Bu kez yük daha bir ağırlaşmış, 800-1000 kiloyu bulmuştu.
*Not: Bu öykü 2010 yılında yazıldığı için 36 sayısı kullanılmıştır. 2010 ile 1974 arası 36 yıldır.
- Tevfik Ağabey - 14 Ağustos 2025
- “Kulübedekiler” Kitap İncelemesi - 14 Haziran 2025