“Kuyu dibinde kaldın diye üzülme.”
Rûmî
YUSUF
Güneşin hafif kahverengiye çalan ışıkları parkın ağaçlarının arasında camdan huzmeler bırakıyordu. Şehri bir gölgeye, bir karanlığa ram etmek üzere geldiği istikametin tersine kat ederek gidiyordu. Meltemi anımsatan hoş bir rüzgâr yaprakları hışırdatarak rahvan rahvan koşarak esiyordu. Yeni sulanmış çimler sır saklayan toprak gibi kokuyordu. Yusuf sağ ayağı aksaya aksaya gelip bir banka oturdu. Çantasından tahtadan yapılmış kumru kuşunu çıkarıp bir süre bakarken, üvey annesinin yüzünden kardeşlerinin ona yaptıklarını hatırladı. Ellerini dizlerinden bağlayıp başını üzerine koyarken: “Yusuf bir ayna mıdır acaba?/Çetrefil, kuşku doldu, yadırgı/Ne kadar kendi oldu insan/O kadar başka.” sözlerini dudaklarını kıpırdatarak okurken, bir süre içi geçerek daldı. Daldığı vakit bir an “Kıtmir’in” havlama sesini duyar gibi oldu.
RÜYA
Güneşini, ayını ve on bir yıldızını kaybetmiş olan telaşlı gökyüzüne bakıyordu. Karşısında kardeşlerinin kaybolduğundan habersiz masum yüzlü bir gökyüzü vardı. Kenan diyarında peygamber Yakup’u istemeden üzen bir gökyüzü… Bu düşüncelerle şehrin ortasında yapayalnız geziniyordu. Bir ara beyaz örtülü, siyah mantolu altmış beş veya yetmiş yaşlarında olduğunu tahmin ettiği, tuhaf, öfkeden delirmiş gibi bir kadın ona doğru geliyordu. Yaklaşınca: “Yaşlı ve gri takım elbiseli bir adam gördün mü?” diye sordu. Yusuf, görmediğini söyledi. Kadınla aralarında bu konuşma geçerken, onun elinde gizlemiş olduğu siyah saplı çelik bir bıçağı fark edince sözlerini yinelemek zorunda kaldı. Hayır, “Bahsettiğiniz eşkâle uyan bir ihtiyarı görmedim.” dediğinde yaşlı kadın taşıdığı bıçağı bilinmeyen bir öfkenin etkisiyle Yusuf’un karın boşluğuna üst üste iki kez sapladı. Ve arkasına bakmadan, yürümeye devam etti. Hakikat şu ki kadının kocası olan yaşlı ve gri takım elbiseli adamı biraz önce görmüştü. Gayrı ihtiyari olarak korktuğundan kadına görmediğini söyledi. Kadın bıçağı ona sapladıktan hemen sonra yanlarından iki hoppa genç kız geçiyordu. Yüzlerinde sahte ve alaycı bir gülümseme vardı. Sanırım karın boşluğuna saplanan bıçağı fark etmediler bile. Kanı ellerinde simsiyah lekeler bırakarak gömleğinden aşağıya doğru bir sürüngen gibi süzülüyordu. Aksayan ayağının üzerine düştü düşecekti.
KUYU
Uyandığında yan yana yapılmış iki oda bir salondan oluşan beton damlı evlerinin avlusundaki kuyu geldi gözlerinin önüne. Kuyu, ona boyu uzun damları anımsatıyor ve nihayetinde kurumuştu. Ancak Yusuf’u sevmeyen kardeşleri onu sürekli sebepli sebepsiz buldukları ilk fırsatta kuyunun dibine bırakıp çıkmasına engel oluyorlardı. Kuyudan çıkmak için her mücadele ettiğinde yara bere içinde kalıyordu. Yusuf, okulda başarılı bir öğrenciydi. Okul çıkışlarındaysa mahallenin bakkalı “Tomagen’in” (Bakkalın sahibine neden bu ismi verdiklerini bilmiyordu.) yanında çıraklık edip, para kazanıyordu. Bu özelliklerinin yanı sıra Yusuf; temiz, cana yakın, çalışkan ve dürüst biri olduğundan babası tarafından da çok seviliyordu. Babası sürekli Yusuf’un kardeşlerine: “Hiçbiriniz Yusuf gibi olmadınız, ne onun gibi okulda başarılı bir öğrenci oldunuz, ne de herhangi bir çaba sarf ederek eve doğru düzgün maddi bir faydanız oldu. Hepinizi toplasam bir Yusuf etmezsiniz,” gibi sözler sarf ederek Yusuf’u her türlü koruyup-kollayıp, onu övmekte sınır tanımıyordu. Sürekli bu kıyas diğer kardeşleri ve üvey anneyi Yusuf’a düşman etmişti. Üvey kardeşleri ondan nefret ediyorlardı. Bu yetmezmiş gibi üvey anne her zaman Yusuf’a türlü eziyetler yapması için çocuklarını yönlendiriyordu. Çünkü kocası Yakup’un, Yusuf’tan başka evlatlarını sevmediğini, sahip oldukları bu derme çatma evi de Yusuf’a bırakacağını düşünüyordu. Bu yönlendirmelerle kardeşleri ona saç çekme, çimdik atma, dalga geçme, suç atmak ve yüzüne vurmak gibi türlü eziyetler ederken, daha fazla canını acıtmak için içlerindeki kin ve hınçla onu kuyuya bırakıyorlardı. Yapılan eziyetler karşısında, Yusuf her kuyuya atıldığında “Kader Kuyusu’na” düştüğünü zannediyordu. Bazen saatlerce kuyunun dibinde karanlıkta kalır, kardeşlerinin ona bu eziyeti neden yaptıklarını anlamaya çalışırdı. Bir kumru kuşu o kuyudayken gelir kuyunun taşına konar, hüzünlü ve içli bir şekilde hu-hu, huuu sesini hafif ve ritmik olarak çıkarırdı. O zaman annesinin onu doğururken öldüğüne çok üzülür, kumru kuşunun onu teselli etmek adına geldiğine inanırdı. Babasının gelmesine yakın da kardeşleri onun kuyudan çıkmasına müsaade ederlerdi. Kuyunun eski kırık dökük merdivenini tırmanarak kan ter içinde dışarı çıkardı.
GÖMLEK
Parka gelmeden önce kardeşleri tarafından yine kuyunun dibine atılmıştı. Çıkmaya çalışırken de ayağını burkmuş, beyaz gömleğinde kan izleri oluşmuştu. O yüzden parka ayakları aksaya aksaya girerken kararını vermişti. Başka bir memlekete gidecekti. Çok sevdiği babasının üzüleceğini bile bile bu kararı vermişti. O kadar bunalmıştı ki gittiği yerde onu görenlerin “Bir adam girdi şehre koşarak,” demelerini istiyordu. Bu şehre sebepsiz gelmediğini cümle âlem bilsin düşüncesindeydi. Yusuf, peygamber ve arkadaşları gibi muhacir olacaktı yani. Parktan çıktığı gibi otogara doğru aksayan ayağıyla yol almaya başladı.
ZİNDAN
Gittiği yerde kalacak yeri olmadığından bir süre cami avlularında, park köşelerinde ve kuytu sokaklarda kaldı. Nitekim onun gibi evsiz-barksız kimsesiz birçok kişi de bahsedilen yerlerde kalıyorlardı. Sonra Yusuf bir kıraathanede kendine iş buldu. İş yeri sahibi kimi kimsesi olmadığı için onun geceleri kıraathanede kalmasına izin veriyordu. Yedi ay boyunca kıraathanede dürüst, çalışkan ve özverili bir şekilde çalıştı. Para kazanıp, kendini toparlamaya başladı. Yalnız patronun oğlunun kumar gibi bir alışkanlığı vardı. Bu alışkanlığından dolayı babasına her zaman sorun çıkarıyordu. Nerdeyse her gün borç yaptığı adamlar, babasının kapısına dayanıyorlardı. Bir gün kasadan, Yusuf görmeden önemli miktarda para çaldı ve suçu Yusuf’un üzerine attı. Yusuf geceleri de kıraathanede kaldığından suçsuzluğunu ispat edemedi. Tam bir yıl hapis yattı.
MUHACİR
Yusuf, gittiği şehirde adı Tevrat’ın Tekvin kitabının otuz yedinci babında geçen Potifar’la tanışmadı. Fakat Kütüphaneci “Tahir Sami Bey” çıktı karşısına. “Tahir Sami Bey” aynı zamanda biriktirdiği güzel rüyaları satan bir adamdı. Kütüphaneye gelen ve onunla samimi bir ilişki kuran herkese güzel bir rüyayı para almadan satardı. Yusuf’la 10. 10. 2010’da bir toplu taşıma aracında tanıştı. “Tahir Sami Bey’in”, İl Halk Kütüphanesi’nde memur olduğunu öğrenince her fırsat bulduğunda kütüphaneye gitti Yusuf. “Tahir Sami Bey” de ona okurken keyif alabileceği kitaplar veriyordu. Kütüphaneye her gidişinde, “Tahir Sami Beyle” muhabbet ediyorlar ve birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı elde ediyorlardı. Bir gün “Tahir Sami Bey”, rüyalarından birini Yusuf’a sattı. O rüyadan sonra Yusuf, ne zaman İl Halk Kütüphanesi’ne gelse kitap kokusunu duyumsayarak raflardaki bütün kitapların kapaklarına, sayfalarına büyük bir hazla dokundu. Her bir kitaba dokunduğunda önce Yusuf oldu, sonra Yakup… Dönenerek bir Yakup, bir Yusuf oldu ve babası Yakup’u ince bir sızıyla sağ eli göğsünde özledi, özledi, özledi.
* İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı
- Suyun Sızladığıdır* - 27 Temmuz 2025