Yazar: 12:14 İnceleme, Kitap İncelemesi

Portakalın İçindeki Savaş: Masumiyetin Kabuğunda Bir Travma Hikâyesi

 Demet Yılmazkuday’ın Bu Kızı Ben Uydurmadım adlı romanı, çocukluk anılarının basit bir anlatısı olmanın ötesinde, belleğin kırık aynasından yansıyan bir dünyanın hikâyesidir. Romanın “Portakal” adlı bölümü, hem yapısal hem tematik açıdan kitabın kalbini oluşturan bir parçadır. Burada savaş, büyüklerin diliyle değil, küçük bir kız çocuğunun algısının kıvrımlarında, oyun ve masumiyetle iç içe geçmiş bir biçimde anlatılır. Bu bölümde, “çocuk” savaşın ortasında değildir belki ama savaş, çocuğun oyunlarının içine sızar; portakal kabuklarından yapılmış bebeklerin, oyuncak ordularının ve hayali dondurma molalarının arasına sızan bir karanlık gibi.

Romanın genel yapısına bakıldığında Yılmazkuday, çocukluk ve yetişkinlik, savaş ve barış, gerçek ve hayal arasında geçişken bir dille örülmüş kısa hikâyeleri bir araya getirir. Her bölüm, bir yiyeceğin adıyla anılır: Çikolata, Portakal, Akide Şekeri, Boza… Bu tercih hem masumiyetin hem de duyusal hafızanın bir göstergesidir. “Portakal” ise bu tatlıların arasında belki de en ekşisidir; çünkü içinde hem güneş hem savaş vardır, hem çocuk kahkahası hem bomba sesleri. Portakalın kokusu, sıcak ve canlıdır ama o kokuya karışan barutun ve külün izleri, anlatının her satırına sinmiştir.

Bölümün anlatıcısı, Libya’da yaşamak zorunda kalmış küçük bir Türk kızıdır. Bu çocuğun bakışıyla açılır hikâye: portakal kabuğundan çocuklar yapar, oyunlar oynar, arkadaşlarıyla “savaş” oyunu kurar ama dışarıda zaten gerçek bir savaş vardır. Oyunla gerçek arasındaki sınır belirsizleşir; çocuk, hem oyunundaki hem de hayatındaki savaşın içinde giderek büyür. Bu belirsizlik, metnin duygusal yoğunluğunun en güçlü kaynağıdır. Yazar, çocuk bakışının saflığına sığınarak savaşın şiddetini doğrudan anlatmaz, ama onun gölgesini her kelimenin altına sinmiş halde duyurur.

Savaşın çocuğun dünyasında nasıl yer ettiğini anlamak için önce Yılmazkuday’ın kullandığı anlatı bakış açısına eğilmek gerekir. “Portakal” birinci tekil şahıs anlatıcıyla yazılmıştır. Bu tercih hem içtenliği hem de trajediyi yoğunlaştırır. Küçük bir kızın iç sesi, olayları “anlamadan” anlatır. Anlamaz ama hisseder; kavramaz ama görür. Bu nedenle, okur olarak bizler savaşın ayrıntılarını askerî ya da tarihsel bir dille değil, çocuk zihninin kurduğu imgelerle izleriz. Babasının “Gökyüzü panayır yeri gibiydi” cümlesi, aslında savaşın sinematografik bir resmidir. Uçaksavarların, bombaların, portakal kabukları gibi havada dönmesi, çocuğun dünyasında bir tür “oyun” estetiğine dönüşür. Yazar burada, bir çocuğun felaketi nasıl masumlaştırdığını değil, masumiyetin felaketle nasıl lekesiz bir biçimde yan yana durabildiğini gösterir.

Savaş, çocuğun oyununu taklit eder. Ayça, Serkan ve anlatıcı üçlüsünün portakal kabuklarından yaptıkları “çocuklar”, savaş oyununun içindeki küçük direniş nesneleridir. Bu portakal çocuklar hem oyuncaktır hem de bir tür simgedir: ölüme, yıkıma, ayrılığa karşı elde kalan tek “yaratma gücü”. Çocuklar savaşın ortasında hâlâ bir şeyler “yapabilmektedir.” Yılmazkuday, bu sahnede çocukluğun üretkenliğini, oyun aracılığıyla varlığını sürdürme biçimini anlatır. Bu bakımdan “Portakal” bölümü, sadece bir savaş anlatısı değil, aynı zamanda varoluşsal bir direniş öyküsüdür.

Savaş, yetişkinler için ölüm, kayıp ve korku anlamına gelir; çocuk içinse çoğu zaman “er değiştirme ve oyun değişikliği. Çocuk, dünyanın dehşetini anlamlandırmak yerine, onu dönüştürür. Ayça’nın “O zaman biz de dönme dolap yaparız” cümlesi, bu dönüşümün en berrak ifadesidir. Yıkıntının ortasında, taş taş üstüne kalmamışken bile yeni bir oyun kurabilme kudreti, insanın hayatta kalma içgüdüsünün saf halidir. Bu sahnede yazar, savaşın ortasında çocukluğun mucizesini değil, insanın temel yaratma dürtüsünü anlatır. Ayça, âdeta küçük bir Prometheus gibidir; bombaların külleri arasından neşeyi çalar, dönme dolap hayaliyle dünyayı yeniden kurar.

Demet Yılmazkuday, “Portakal” bölümünde dilsel sadelikle felsefi derinliği aynı potada eritir. Cümleler yalındır, ama imge dünyası çok katmanlıdır. Portakal, bir yandan çocukluğun ve sıcak iklimin meyvesidir; diğer yandan kanın ve güneşin rengini taşır. Portakal kabuğunun kokusu, anlatıcının belleğinde hem oyunun hem ölümün kokusudur. Bu çift anlamlılık, metnin bütününe sinen ironik bir duygu yaratır. Çünkü anlatıcı, portakal bebeklerini “savaş oyunu”nun askerleri olarak kullanırken, babasının sohbetinden savaşın gerçek ölümlerini duyar. Oyun ve gerçek aynı sahnede iç içe geçer. Bu yapısal paralellik, metnin en güçlü yönlerinden biridir: Çocuk oyunu ile büyüklerin savaşı, aynı zamanda oynanır, aynı mekânda yaşanır.

Yılmazkuday’ın metni, sadece bir savaş eleştirisi değil, aynı zamanda dil ve iletişim üzerine de bir düşüncedir. Anlatıcı çocuk, çoğu zaman anlamadığı bir dilin ortasındadır: Libya’da Türkçe konuşur, Arapçayı bilmez. Bu dilsel kopukluk, savaşın anlamsızlığını da yansıtır. Bir dilin içinde konuşmak kadar, bir dilin dışına düşmek de travmadır. Bu travma, savaşın fiziksel şiddetinden daha derin bir sessizlik yaratır. Çocuğun anlamadığı kelimeler, tıpkı havada uçuşan şarapnel parçaları gibi, zihninde iz bırakır. Yılmazkuday burada “anlam kaybı”nı savaştan daha güçlü bir yara olarak betimler. Dilin yetersizliği, çocuk zihninde hayal gücüyle doldurulur; böylece savaşın anlatısı bir tür masala dönüşür. Ama bu masalın sonunda prensesler değil, yıkılmış evler, ağlayan çocuklar vardır.

Bölümün duygusal merkezinde baba figürü yer alır. Babayla kurulan ilişki, savaşın gerçekliğini evin içine taşıyan bir köprü gibidir. Babası, çocuğa hem hikâyeler anlatan hem de savaşı rasyonelleştirmeye çalışan bir karakterdir. Onun “Kaddafi yine yırttı” cümlesiyle başlayan konuşması, bir çocuğun gözünde tam anlamıyla “yetişkinlerin oyunu”dur. Tavla masasında savaş konuşulur; bombalar, zarlar gibi yuvarlanır; hayatlar bir hamleyle değişir. Baba, savaşın anlamını kavramaya çalışırken, çocuk için asıl mesele oyuncak evinin kırılıp kırılmadığıdır. Bu karşıtlık, metnin en dokunaklı anlarından birini doğurur: Yetişkinler ölümle, çocuklar eşyayla meşguldür. Ancak bu, yüzeysel bir fark değil; iki farklı gerçeklik algısının çarpışmasıdır.

Yılmazkuday’ın metninde savaşın en sarsıcı yönü, nesnelerin hafızası üzerinden anlatılır. Kırılan bir cam, uçan bir domates, toz içinde kalmış bir Barbie evi… Bunlar, bir çocuğun savaş arşividir. Çünkü çocuk, ölümün soyutluğunu kavrayamaz ama nesnenin yokluğunu hisseder. Oyuncağının kaybolması, onun için bir insanın ölmesi kadar gerçektir. Yazar, bu noktada savaşın yıkıcılığını değil, yokluğun biçimini gösterir. Oyuncakların kırılmaması, çocuğun vicdanını sarsar: “Barbie bebeklerim sağlam ama o çocuk ağlıyor.” Bu sahne, bölümün duygusal doruk noktasıdır. Anlatıcı, ilk kez kendi masumiyetinden utanır. Savaşın gerçek anlamı, işte o anda çocuğun kalbine düşer. Empati, bu utanmadan doğar. Bu empati sahnesi, “Portakal”ın felsefi merkezidir. Yılmazkuday burada çocuk bilincini bir etik alan olarak kurar. Çocuk, savaşın tanığı değildir yalnızca; aynı zamanda vicdanın taşıyıcısıdır. O, hem kendi kurtuluşunun hem başkasının felaketinin farkına varır. Bu farkındalık, yetişkinlerin politik bilincinden daha sahicidir. Çünkü çocuk, haklı ya da haksız tarafı değil, sadece ağlayan bir çocuğu görür. Bu görme eylemi, romanın insani özünü oluşturur. Yılmazkuday’ın savaş karşıtlığı, slogan ya da ideoloji düzeyinde değil duygu düzeyinde işler. Gözyaşının dili, bütün dillerden önce gelir.

Yazarın dili zaman zaman şiirsel bir yoğunluk kazanır. Betimlemelerde doğanın unsurları—portakal, güneş, taş, toz, rüzgâr—hem sahnenin dekoru hem de duygunun taşıyıcısı olur. Portakalın kabuğu, çocuk bedeninin kırılganlığını temsil eder. Nasıl ki portakalın kabuğu soyuldukça içindeki canlı renk ortaya çıkar, çocuk da savaşın şiddetiyle kabuğundan sıyrılır, çıplak bir duygu haline gelir. Bu benzetme, metnin metaforik örgüsünü güçlendirir. Savaşın dış gerçekliğiyle içsel deneyim arasındaki sınır, bu semboller aracılığıyla silinir.

“Portakal” bölümü aynı zamanda kadınlık ve çocukluk arasındaki geçiş alanını da ima eder. Ayça karakteri, oyun kurucu ve toparlayıcı bir figürdür. Erkek çocuk Serkan’ın savaş oyununu yönlendiren aslında Ayça’dır. Bu durum, ataerkil şiddetin yıkımına karşı kadınsı bir yeniden kurma jestidir. Ayça’nın dönme dolap hayali, bir “yeniden doğum” imgesidir. Çocukluğun dişil enerjisi, yıkımın karşısında yeniden kurucu bir güç olarak belirir. Yılmazkuday, bu küçük ayrıntıyla, savaşın karşısına sadece masumiyeti değil, dişil yaratıcılığı da koyar.

Bölümün sonunda anlatıcının yaşadığı vicdan çatışması, savaşın insanda bıraktığı kalıcı izi gösterir. Barbie bebeklerini kaybetmeyen çocuk, ağlayan o çocuğa bakarken ilk kez utanma duygusuyla tanışır. Bu utanma, hem bir suç ortaklığının hem de insan olmanın bilincidir. Yılmazkuday’ın anlatısında bu an, çocukluktan yetişkinliğe geçişin eşiğidir. Artık o çocuk, savaşın anlamını bilir. Bilir ama dile dökemez. Bu dilsizlik, edebiyatın alanına sızar: romanın dili, çocuğun suskunluğunun sesi olur.

Demet Yılmazkuday’ın anlatımındaki en dikkat çekici özellik, sade ama yoğun bir atmosfer yaratmasıdır. “Portakal” bölümü, kısa bir hikâye gibi okunsa da içinde bütün bir çağın göçmenlik, yabancılık, savaş ve çocukluk deneyimi saklıdır. Libya’daki Türklerin kimlik arayışı, evsiz kalmış insanların kaygısı, babanın ideolojik hayal kırıklığı, hepsi bu küçük kızın gözünden geçer. Ancak anlatı hiçbir zaman ağıt tonuna düşmez. Çünkü çocuğun sesi, her şeye rağmen hayata tutunur. O sesin arkasında, “bir daha gelirken yeni portakal bebeği yaparız” diyen Ayça’nın neşesi vardır. Bu neşe, savaşın unutturduğu en temel insani gücü hatırlatır: yeniden yapabilme, yeniden inanabilme gücü.

Yılmazkuday’ın romanı, özellikle “Portakal” bölümüyle birlikte, travma edebiyatı içinde özel bir yere yerleşir. Savaşın tanıklığını yetişkinin değil çocuğun ağzından kurmak, hem estetik hem etik bir tercihtir. Bu tercih, okuru savaşın vahşetine değil, insanın kırılganlığına bakmaya davet eder. Yazar, şiddeti göstermeden anlatır; bombaları betimlemez, onların yankısını çocuk kalbinde duyurur. Bu yaklaşım, Clarice Lispector’un içsel bilinç akışına, Herta Müller’in travmatik nesne anlatısına ve Latife Tekin’in çocukça diline yakın bir poetikadır.

“Portakal”, aynı zamanda hatırlamanın biçimi üzerine bir anlatıdır. Çocuk, sadece geçmişi değil, kaybolan bir zamanı da hatırlar. O anılar, birer portakal kabuğu gibi soyuldukça acılaşır. Yılmazkuday’ın dili, o acıyı estetize etmeden, sade bir kederle verir. Bu, yazarın ahlaki tavrıdır: Savaşın karşısında süs değil, yalınlık; bağırmak değil, fısıldamak. Çünkü bazen bir çocuğun sessizliği, binlerce sloganın gürültüsünden daha çarpıcıdır.

Romanın genelinde olduğu gibi, bu bölümde de yemek ve tat imgeleri, belleğin taşıyıcılarıdır. Çikolata, portakal, akide şekeri… her biri bir dönemin duygusal lezzetini temsil eder. Portakal, hem çocukluğun oyuncağı hem savaşın metaforudur. Tat, koku ve renk, belleğin en kalıcı duyusal kodlarıdır; savaş bunları bile bozabilir, ama tamamen silemez. Bu yönüyle Yılmazkuday’ın metni, aynı zamanda bir “duyular romanı”dır. Görmenin, koklamanın, dokunmanın yerini alan kelimeler, kaybın izlerini taşır.

“Portakal”ın sonundaki sahne, anlatıcının iç dünyasındaki dönüşümün simgesidir. Artık oyun bitmiştir. Savaş oyunu, gerçek savaşın yerine geçemez. Barbie bebekler sağlam kalmış olsa da çocuk artık aynı değildir. Empati, çocuk için bir kayıp deneyimidir. Masumiyet, başkasının acısını fark ettiği anda yitip gider. Bu, insan olmanın kaçınılmaz paradoksudur. Yılmazkuday, bu farkındalığı sessiz bir sarsıntı gibi verir; gözyaşı göstermez, ama gözyaşının kokusunu duyurur.

Bu nedenle “Portakal”, sadece bir savaş hikâyesi değil, bir vicdan metnidir. Yılmazkuday, savaşın politik boyutunu değil, insanın ruhsal yankısını anlatır. Bu yankı, çocukların sessizliğinde, oyuncakların sessiz tanıklığında duyulur. Savaşın gerçek yüzü, ölülerin değil sağ kalanların bakışındadır. Ve bu bakış, bir portakal kabuğundan yapılmış çocuğun kırık kolunda, bir Barbie bebeğin sağlam evinde, bir çocuğun utanarak kaçırdığı gözlerinde saklıdır.

Sonuçta “Portakal”, bir çocuğun anlatımıyla kurulmuş en sessiz savaş romanlarından biridir. Yılmazkuday, büyük tarihlerin arasına sıkışmış küçük hayatları anlatırken, edebiyatın asıl işlevini yerine getirir: İnsan kalbinin karmaşık, kırılgan, ama umutlu yapısını görünür kılmak. Portakalın kabuğu soyuldukça ortaya çıkan o canlı renk, bu umudun rengidir. Çünkü bütün bombalar patladıktan, bütün evler yıkıldıktan sonra bile çocuk hâlâ portakal kabuğundan bir bebek yapabiliyorsa insanlık tamamen kaybolmamıştır.

Editör: Melike Kara

Visited 3 times, 3 visit(s) today
Close