Yazar: 20:33 Genel, Öykü

Rivayet

“İşte böyle Zafer’im, bir sabah namazında vurulmuş haberi geldi.”

Rakıyı masaya vurup ağzına götürdü. Bu ya üçüncü ya da dördüncü dublesiydi Kemal abinin. İşten dönüyordum, saat sekize yaklaşmaktaydı. Aşırı yorucu bir gündü ve hemen eve gidip bayılmak için adım sayacak hâle gelmiştim. Tüm gün adliyeydi, büroydu derken trafikte hayatımın yarısını harcamıştım, bir de Ankara’nın bozkır sıcağını tam şakaklarımda hissediyordum. Büroya sabah yedide gidip akşam yedide çıkmama rağmen bugünün işlerim halen daha bitmemişti. Nerden seçmiştim bu mesleği de hayatımı kendi kendime zindan etmiştim? Her Allah’ın günü bu soruyla uyanıyor, fakülte günlerimden beri yaklaşık on senedir de cevabını bulamıyordum.

Benim baba yadigârı emektarla girdim sokağa. Muhitimizin çoğu ya emekli memur yahut öğrenci olduğundan saat en fazla altı olunca sokakta yer kalmıyordu. Yine o günlerden biriydi. Sokağı bitirip dört yola kadar gelmiştim ama asla yer yoktu. Düz devam edip caddeye çıktım. Üst sokakta bir yer bulmaktı niyetim. Zaten yorgunluktan ölecek hâldeyken bir de bu park yeri sorunuyla uğraşmak insanın sabrını zorluyordu. Öyle böyle zar zor evime iki üst sokak uzakta olsa bile bir yer bulduğuma şükrederek yürüyordum eve. Ankara yazın son ama en şiddetli sıcaklarını yaşatıyordu sakinlerine. Gömleğimin sırtı sırılsıklamdı hissediyordum, yine bir iş çıkmıştı işte. Duş almalıydım. Su faturası geldi sonra aklıma. Ne kadar zamlanmıştı yahu geçen aydan beri? Zaten bir bu semerimiz eksikti sırtımızda, o da olsundu.

Evime iki apartman kalmıştı ki Kemal abi seslendi:

“Zafer’im! Ne böyle yahu dalgın dalgın?”

Severdim Kemal abiyi. Eski işçi emeklisi, Ankara’nın yerlisiydi. En az otuz beş senesi vardı mahallede. Aslen Mamaklıydı fakat en çok Cebeci’ye kadar uzaklaşabilmişti oradan. Çok gece beraber sofra kurup Melahat abla -eşi-, Kemal abi ve ben demlenmişizdir. Sohbeti de iyidir Kemal abinin. Zira okumamış bir aileden gelmez. Aksine babası lisede tarih öğretmeni, annesi de hemşiredir. Lakin Kemal abi tahsil anlamında okumamıştır. Gençliği iki darbe arasına denk geldiğinden okuyarak da öğreneceği şeyleri fiilen öğrenmek istemiştir. Toplumsal ve dişe dokunur bir başarı olmasa bile bilirim ki Kemal abi yine olsa yine çıkardı sokağa doğru bildiği şeyler için. Bu da onun fiyakalı tarafıydı.

Babasıyla çok çatıyorlar birbirlerine bu dönemde. Zira nasıl olur da böylesine tahsilli bir ailenin evladı okumaktan imtina edebilir? Baba Şevki Bey ilk başlarda oğlunu evden de soğutmamak için ılıman yaklaşsa da Kemal’in uslanacağı yahut baba sözü dinleyeceği yoktur. Zira onun inandığı tek şey işçi ve köylü devrimidir. Şevki Bey bu işin böyle gitmeyeceği anladığında hanımıyla istişare bile etmeden Kemal’i evden kovmuş ve bunun sebebini de küçük oğlunu abisinden korumak olarak dile getirmiştir. Şevki Bey’e göre Kemal artık durdurabilecek biri değildir. Kemal kafasındaki düşünceyi gerçekleştirebilse dahi durulmayacak sonu ya hapiste yahut üç ayaklıda bitecektir.

Dediği gibi de olur. Küçük oğlu Mehmet’i korumak için büyük oğlu Kemal’i bir nevi feda eden Şevki Bey haklı çıkar ve Kemal, 71 Muhtırası’ndan sonra bir bekâr evinde arkadaşlarıyla beraber sabaha kadar süren toplantılar sırasında baskına uğrar. Sorgusuz sualsiz ve adeta yaka paça alınan Kemal için artık başka bir dönem, başka bir yaşam başlamaktadır. Manevrayı iyi yaparsa hayatını tekrardan düze çıkarıp baş koyduğu bu yolda başarılı olacağına inanmaktadır Kemal. Şevki Bey ise Kemal’in yakalanma haberini alsa dahi evin içinde eşi Sevda Hanım’a asla sözünü ettirmemekte, oğlu Mehmet’in her şeyden habersiz ve yara almadan büyümesini istemektedir. Şevki Bey’e göre bu yolu Kemal seçmiştir ve artık reşit biridir. Kararlarının neticelerini göğüslemek de boynunun borcudur.

Kemal ise memleketi olan Ankara’nın en “prestijli” hapishanesi Ulucanlar’da yerinde duramamaktaydı. Bir şey yapmalıydı. Bir şey yapıp kaçmalıydı. Ülkenin merkezine bu kadar yakınken eli kolu bağlı durmak onu derin zihni uçurumlardan atıyormuş gibi his uyandırıyordu. Ankara’ya sonbahar gelmişti, taş duvarlar soğuğu Kemal’in böbreklerine direkt naklediyordu. Sonu gelmeyen bu ağrı ve sancılar dolayısıyla ölmek onun için bir acizlik, bir düşüklük gösterisiydi. Zira bir devrimci nasıl olurdu da böyle bir ülke ahvalinde yatakta sancıyarak ölebilirdi? Yakışık almazdı. Lakin Kemal ne kadar kendini için için yese de düşlediği o bir şeyi yapamadı. Kâh sağ yanındaki sancı kâh sol yanındaki pranga buna izin vermedi. Ülkedeki özellikle muhtıradan sallantılı hükümet süreci Kemal’e yaramıştı. 1974 affı ile özgürlüğüne kavuşmuştu ve içeriden bunun kıymetini bilen bir olgun adam olarak çıkmıştı. Özgürlüktü aslolan. Hür bir şekilde yürüyebilmek, duvarlarla kanlı bıçaklı olmamaktı. Sadece belli saatlerde değil, günde istediğin her saat rüzgârdan saçlarının havalanmasıydı özgürlük. Ve özgürlük bunu kardeşin, arkadaşın, insanın için de sağlayabilmekti. Özgürlük. Bir insanın hayatını diğerleri için yaşama ihtimaliydi.

Ankara’nın bozkır sıcaklığını tam şakaklarında hissediyordu Kemal. İçeri girdikten sonra bir mektup gelmişti Kemal’e. Şaşırtıcı bir işti Kemal için. Zira babası olamazdı mektubun sahibi. Annesi ise ne kadar çok sevse de eşinin sözünden çıkamazdı. Aldı mektubu Kemal gardiyandan. Mehmet Görmüş. Kardeşi. En son gördüğünde liseye bile geçmeyen bu oğlan çocuğu Ankara’da hukuk okumaya geldiği haber veriyordu. Gururlandı Kemal. Kendisi okumamıştı ama bu çocuk çok büyük biri olacaktı belliydi. Cezaevinden çıktığı gün Mehmet’in yanına gitmek geldi aklına Kemal’in. Yedi senesi vardı görmemişti kardeşini. O, Mehmet’le çok zaman geçirmemesine rağmen kardeşi olarak görüyordu. Ama bakalım Mehmet de onu öyle görüyor muydu? Bilemiyordu. Belki yüzünü bile hatırlamıyordu abisinin. Olur mu olurdu. Hoş, Kemal bile üç senede değiştiği bu suratı tanıyamıyordu ya.

Kardeşinin yanına gitse de gitmese de önce bir dinlenmeli, kendine gelmeliydi. Şu özgürlüksüz kaldığı yılların artığını atmalıydı üstünden. Aklına Emin geldi. Kütahya’dan arkadaşı. Ayrıca dava arkadaşı. O sokağa inmemiş, mücadelesini teoride yapmayı seçmişti. Bu da pek güvenli bir yol değildi esasında. Sonuçta yola bir çakıl taşı bile yardımı dokunan baş tacıydı Kemal için. Yıllar öncesinde bir kere gitmişti evine. Yine orda olmasını umarak yol aldı İncesu’ya doğru. Zorlansa da buldu evi. Kapıyı açan Emin’di fakat pek değişmişti. Sakal uzatmış ve belli gözleri bozulmuştu. Saçlarında bu yaşta kırlaşma başlamıştı. Emin de önce tanıyamadı Kemal’i. Emin, Kemal’in içerde olduğunu bilmiyordu. O muhtıradan sonra gruplar arası iletişim kopmuş, neredeyse kimsenin kimseden haberi olmadan herkes rastgele yaşıyordu. Şaşırmıştı o yüzden. Pek yakın karşıladı Emin. Kemal’in bitkin hâlini gördüğünden onu sorgu suale tutmadan ihtiyacını anlayıp hemen bir plan yaptı. Kemal duşa giriyordu, o da Kemal’e o sıra yemek hazırlıyordu. Yemekten sonra Kemal isterse uyuyabilirdi. Elbet dertleşilir, konuşulurdu her şey.

Plan işledi. Kemal yemekten sonra yattığı uykudan gece on bir gibi kalktı. Emin hâlen uyumamış, soluk turuncu ışık altında yeni makalesine çalışıyordu. Pek dalmış olacak ki Kemal’in salona girdiği fark etmedi. Kemal niye olduğunu da bilmediği mahcup bir sesle: “Müsait miydin?” dedi. Basılmış gibi korkuyla döndü Emin, “Gel kardeşim, müsaitim elbette.” Gerçekten sıcaklık vardı Emin’in sesinde. Tanıdık bildik bir ses. Güvende olmak sesi. “Nasılsın, daha iyi misin?” diye sordu Emin arkadaşına. İyi miydi Kemal? Bilemiyordu. Beyni zonkluyordu. “Rakı var mı?” diye sordu Kemal, mahcupluğu gitmişti. Kemal’in derdini anlamıştı Emin. Kalktı mutfağa gitti. Elinde iki bardak, bir yetmişlik ile döndü. Kemal, “Balkonda içebilir miyiz? Bu duvarlar boğuyor beni. Gökyüzünü görerek içmeyi özledim.”

Saat dördü vurdu. Söz Mehmet’e gelmişti. Kemal, Mehmet’i anlatırken nedense Emin’in yüzünde değişik bir ifade vardı. Anlamaya çalışıyordu sanki. Kemal, Mehmet’in burada hukuk okuduğunu, yarın da onu arayacağını söylediğinde bir hışımla lafını kesti Emin, “Ulan senin bu dediğin Mehmet Görmüş olmasın!” Şaşırmıştı Kemal, Emin Mehmet’in doğumunu görmeden babasının tayini nedeniyle taşınmışlardı Kütahya’dan oradan tanıyamazdı. E neyin nesiydi o zaman bu iş?  “Bizim toplantılara katılıyor kendisi. Cevval gibi delikanlı. Ateşli bir hitabet yeteneği var. Teorik değil fiili harekete de katıldığı oluyor ama nadirdir. Bak gör büyük adam olacak kardeşin.”

Mutluydu Kemal. Kardeşi hakkında böyle iltifatlar almak ruhunu okşuyordu. Yarın muhakkak gidip görmeli, eski ve eksik günlerin acısını çıkarmalıydı. Saatler ilerledi. Gün ışımaya başlamıştı ki kapı çalındı. Adeta Azrail gelmiş gibi çalınıyordu kapı. Emin gidip kapıyı açtı. Yirmili yaşlarda bir delikanlı. Kan ter içinde attı kendini hole. Tek cümle döküldü ağzından:

“Abi… Abi, Mehmet…”

***

“İşte böyle Zafer’im, bir sabah namazında vurulmuş haberi geldi.”

Bundan elli sene önce yine bir ağustosun sıcak günü, babasının gözbebeği, annesinin biriciği ve abisinin eksik yanı Mehmet Görmüş bir 45’liğin kurşununa feda oldu. Kemal Ağabey bunu benim dalgın olduğum ve eve gitmek için can attığım o akşamüstü, balkonunda kardeşi Mehmet’in eksikliğinin ellinci yılında rakı içerken anlattı. Şevki Bey koruyamadığı iki çocuğunu kaybederek kalp sektesinden hayata gözlerini yumarken Kemal abi ise önce bir tedavi süreci geçirdikten sonra normal hayata dönebilmişti.

Kemal abi gece sonu beni bir şiirle evime uğurladı:

            “kirvem hallarımı böyle yaz

            rivayet sanılır belki…”

Editör: Ekin Köklü

Mahmut Can
Latest posts by Mahmut Can (see all)
Visited 10 times, 4 visit(s) today
Close