Bir çığlıkla sıçradım yerimden. Sesin geldiği yöne koştum. “Ah Aysel, dön gel. Nasıl bırakıp gidersin yavrularını? Dön gel Aysel’im…” diye feryat ediyordu karşı binadaki kadın. Anlamakta zorlandım önce. Neden sonra elindeki kafesi fark ettim. Yaz günüydü. Pencereler, perdeler hep açıktı ve Aysel de fırsattan istifade balkon kapısından kaçmıştı. Belki sahibinden, belki çocuklarından, belki de kendinden.
Karşımda duran boş kafese bakakalan gözlerim daldı, on dört sene önceye uzandı. Mutfaktaydım. Duyduğum sesle irkilmiştim. Balkon kapısının ardından gelmişti ses, emindim. Yıkadığım bardağı tezgâha bırakarak temmuz akşamının esintisiyle havalanan perdeye ilerledim. Açık kapıdan başımı tedirgin bir halde uzattım. Bir şey yoktu görünürde. “Üst katta oturan çocuklar yapmıştır, haylazlar,” diye düşünerek geri döndüm. Bu sefer bir kıpırdanma olarak geldi ses. Koştum, perdeyi ardıma aldım; balkondan aşağı baktım, yukarı baktım, sesin kaynağına dair bir işaret bulamadım. “Yorgunluktan tuhaf şeyler işitmeye başladın kızım sen,” diye söylenerek yeniden içeri gidiyordum ki ayağımın ucunda bir şey fark ettim. Az kalsın üzerine basacaktım. Yürüyemiyor, uçamıyor adeta sürünerek ilerliyordu. “Gel bakayım sen buraya, hoş geldin,” diye eğildim. Belki kaçmak istemişti ama kısıtlı hareketleri izin vermemişti. İlk defa bir kuşu elime almıştım. Değişik bir deneyimdi benim için. Besili gövdesinin aksine güçsüzdü. Güçlükle gözlerini açıyordu. Parlak sarı tüyleri, başı ile gövdesinin birleşim yerinde beyaz bir halkası ve açıldığında kocaman bakan simsiyah gözleri vardı. Boynundan gövdesine inen beyazımtrak şerit, elimde pamuk şekeri tutuyor hissi uyandırmıştı. Yumuşacıktı tüyleri.
Ertesi gün ona kırmızı-beyaz kare şeklinde minik bir kafes aldım. Her geçen gün biraz daha semiriyordu. İlk günlerde yiyecek-içeceklerime salça olmasına gıcık oluyordum ama sonra yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi, aynı kaptan yer içer olduk. Çok zekiydi, benimle danslar ediyor, şarkılar söylüyordu. Karşılıklı muhabbete bile başlamıştık. “Siboş, Sibooş? Siboooşş?” diye ses verene kadar omuzumda zıplıyor. “Nasılsın Çido?” diye sorduğumda da “İyiyim, sen nasılsın Siboş?” diye yanıtlıyordu. Evde benden başka kimseye de eyvallah etmiyordu. Giderek birbirimize benziyorduk.
Dönem sonu sınavlarım gelip çatmıştı. Ders çalışma sirenleri başımda öterken kitap, defter ve kalemlerimi kemirilmekten kurtarmak için evin başka bir odasına kaçmıştım. Çido’nun marifetli gagasından kurtulmanın tek yolu buydu. Çalışmaya öyle kaptırmışım ki kendimi ancak akşama doğru aklıma düştü Çido. Kaç saat olmuştu hiç sesi çıkmamıştı. Şimdiye ortalığı kaldırması gerekirdi. “Çido!” diye seslendim, yalnız bıraktım ya, belli ki küsmüştü, küsük. Cevap vermedi. “Hadi ama Çido, bari çicuv de.” Çicuv onun ilk söylediği kelimeydi. Belirli frekanslarla tekrar ederdi ne zamandır. Onu bile söylemedi. Kendimce ondan yanıt almak için şirinlikler yapıyordum ama çıt çıkmıyordu. Korkmaya başlamıştım. Koşarak odama geldim, kafesine yaklaşmaya cesaret edemedim önce. Nefesimi tuttum, öyle baktım. Boştu. Kapağı açıktı, istediği zaman uçsun diye hep açık bırakırdım zaten. Evin her yerine baktım. Yüreğim ağzımdaydı ve Çido yoktu. Ne sesi ne de bedeni.
Sabah üstte oturan Nevin teyze geldi kapıya. Örtü silkeliyormuş da onu düşürmüş, bizim demirde kalmış. Annem “Sibel!” diye seslendi. Odam kapının dibinde olduğu için konuşulanları çok net duyuyordum.
“Sibel bir bakıver, balkona hadi kızım.”
“Tamam, anne,” diye yürüdüm. Öğrenemediler hâlâ balkondan bir şey silkelenmez, insan yaşıyor burada diye söylene söylene getirdim örtüyü. Nevin teyze, anneme
“Dün ikindi vakti miydi neydi?” dedi hatırlamaya çalışarak, “Sapsarı bir kuş havalandı, caddeye doğru uçtu gitti. Muhabbet kuşuydu herhâlde, pek güzeldi. Kiminse yazık, dedim kendi kendime. Ay sizin miydi, tüh.” dedi.
Kalbim ortadan ikiye bölünmüş sonra tekrar birleşip yerine yerleşmeye çalışmıştı sanki. Nevin teyzeden detayları öğrendim. Bahsettiği Çido’ydu. Ben evde bir yerde ama ben bulamıyorum diye teselli etmiştim kendimi sabaha kadar. Zaten evde olsa ölüsü dirisi bir şekilde bulunurdu. Gözümde olayın nasıl olabileceği canlandı ve yapboz parçaları teker teker yerine oturdu. Kafesin kapısını, odamın kapısını, balkonun kapısını ya da perdesini birinden birini kapatsam hiç olmadı Çido’nun yanında kalsam gitmeyecekti. Ama hiçbiri olmamıştı. Çido, sessiz sedasız dört sene evvel geldiği kapıdan çıkıp gitmişti.
Ertesi gün bölümün koridorunda üst sınıftan Musti’yle karşılaştım, sınavdan çıkmıştı o da. Bana eski dönemlerin sorularını bulur verirdi. Bu dönem sorularını da bulup vermişti sağ olsun. Sınavlarımın pek parlak olmadığını öğrenince boşlamama kızdı. Yüzümün neden döküldüğünü bildiği için de kıyamadı sonra,
“Üzülme Siboş be,” dedi, koluma vurdu. “Kızım şimdi ana yurduna varmıştır belki o, sıkma sen canını, ailesiyle hasret gideriyordur. Konu komşu akraba hepsi gelmiştir.”
Güldürmüştü beni. Olaylara hep böyle neşeli yerinden bakardı Musti. Cıvıl cıvıldı sesi. “Yalnız değildir, korkmaz diyorsun yani.” dedim hüzünle karışık. Yine içim acımıştı. “Ama beni yalnız bıraktı.”
Geçen bir hafta boyunca her gün aradım, sekizinci gün yine yoktu. Bir sonraki gün yine. Yolda yaşlı bir amcaya rastladım, Çido’nun kâğıda çıkardığım fotoğrafını gösterdim.
“Bir haftadan fazla oldu, bulamıyorum acaba buralarda hiç gördünüz mü?” diye sordum, sesim ağlamaklıydı. Gözlerim kızarmıştı. Amca yutkundu,
“Yok kızım,” dedi. “Görmedim, ama keşke görseydim.” Güçlükle konuşuyordu, devam etti. “Ben de torunumu kaybettim, iki aydır haber alamıyorum,” dedi yanımızda duran direğe astığı ilanı gösterdi. Utandım biraz. Esmer 12-13 yaşlarında bir çocuktu fotoğraftaki. “Ahhaaha! Kuşunu arıyormuş.” diye dalga geçenler de olmuştu elimde kuş resmiyle dolandığımı görünce. O amca gibi “Ah yavrum, inşallah bulursun, ben sana dua edeceğim,” diyen teyzeler de. Dere tepe aradım Çido’yu. Haftalarca bekledim, belki evi bulmasına yardımcı olur diye balkonun ışığını açık bıraktım. Olur da gelir diye balkonun kapısını da. Balkonlar sanki kuşların gelip gittiği bir geçitti. O sabah meğer onu son görüşümmüş. Oysa o an bunu bilmiyordum. Saatlerce ağladım ardından. Ve şimdi belki ölmüştü, belki birinin balkonuna konmuş sahiplenilmişti, bilmiyordum.
Karşıdaki kadın da Çido’nun gelmesini beklediğim gibi Aysel gelirse diye kafesi balkonda bıraktı. Olayın ardından dört gün kadar geçti geçmedi, kafesin üzüntüyle balkondan alındığını gördüm. Aysel, sahibesi ve geride bıraktığı evlatları için bir süre yas olup tarihe karışırken benim de unuttuğumu sandığım ama ortaya çıkmak için fırsatını kollayan bir hatıramı gün yüzüne çıkarmış oldu. Ve on sene önce idrak ettiğim bir gerçeği bugün bir kez daha anımsattı: Biriyle gönül bağı kurduysanız bir gün mutlaka gözyaşı dökecektiniz.
Editör: Ekin Köklü