Yazar: 11:48 Öykü

Gözüm Yükseklerde

Tam iki yıl oldu. İki yıl sonra ilk defa gün yüzümü gördü. İlk defa rüzgâr saçlarıma uçtu, bir pencere kenarında bırakmadan kanatlarını. Ben bugün hayalimde ölmüş her şeyi, çamurdan, yeni baştan var etmeye geldim. Ben bugün heykeltraş olmaya karar verdim.

Tam iki yıl oldu. Bıraktım merak etmeyi, hangi yıldızlar görünür penceremden? Ya da hangi yıldızlar görür penceremi? Bu, güzelliği kutsama çabası. Bu, görebilmek kaygısı. Bu, benim değil yıldızların sorunu. Ve ayın. Güneşin. Işık saçanla ışığa maruz kalan arasında bir yanılsama. Anlamak telaşı. Anlayabilmeye tüm uzuvlarınla talip olma hali. Benimki mi?  Hedefi olmayan boş bir tabanca. Nereye yönelttiğinin bir önemi yok. Uzay zamanda bir karadelik. Slotta hiç denk gelmeyen üçüncü meyve.

Üzerime bir beden küçük biçilmiş “görmeklik”. Boyu tam yirmi bir yıllık. Ömrü bitti bir sabah. Gözlerim görmekten vazgeçti. Belki de görmek benden vazgeçti. Kaçıp gitti o gün. Sabah olmamıştı henüz. Üst katta her gün aynı saatte şirket servisine yetişmeye çalışan topuklu ayakkabının sahibi gecenin bir yarısı hızlı hızlı iniyordu merdivenden. Üstelik servis korna çalıyordu. Servisi hiç kaçırmaz. Her hafta sonu anneme ayarlaması için verdiğim saatten daha dakik bu topuk sesleri.

Az önce Saba Makamından bir ezan sesi doldurmuştu odayı. Havanın aydınlanmasına az kalmıştı. Her zaman koyduğum yerdeki telefona dokundum. Pili sabahı karşılayamamış, belli.  Uykuya ikinci dalışımda alarm sesi uyandırıyor. Hava hâlâ aydınlanmamış. Telefonun pili bitmemiş miydi? Işıkları yakıyorum. Yanmıyor. Dedim ya, anlamak telaşı. Ama anlamamış gibi durup üzerini örtmek. Anlayan yanım benim. Bilir de bilmezden gelir kafir.  Gözlerimin görmediğini anlamak istemez o anda. Görülemeyişinin hesabını sorar, görülebilen her şeyden. Duvardan, saatten, koltuktan, masadan, sandalyeden. O gün bu gündür karanlık bir dünyada yaşıyorum. Diğer duyularımı bileyerek.  Çünkü bana sadece dokunmak kaldı.

Bir de kolonya kokusu, unutamayacağım.  Böyle miydi hep? Kesif. Ya ambulansın siren sesi, bu kadar ürkütücü müydü? Sahi, o gece. Belki de sabah. Göremediğimi anladığım o an kendimi kaybedişim. Sağa sola çarpıp eşyaları devirişim.  Sağ olsun karşı komşum Gülay Teyze yetişmiş. Neyse ki acil durumlar için yedek anahtar vermiştim. Daha acili mi var? Ambulansı çağıran da o. Bense bağırıp çağırmaktan yorgun düşmüş halde yerde yatıyorum.  Sağlık ekipleri beni kendime getiriyor nihayet. Göremediğim için, kolumdaki serumun soğuğunu öyle hissediyorum ki.  Görmek, anlamayı doldurmaktan eksik kalırsa, diğerleri tamamlıyor sanırım.  Şartlı bir eylem. Işık varsa çalışan bir mekanizma. Işıksa bazen görmeye dost, bazen düşman. İsterse dalga boylarında yükseltip isterse yere çalıyor görmeyi. Ters ışık ne demek biliyorum. Ben ışıksız da bir fotoğraf canlandırabilmeye çalışıyorum.

“Boydan al!” diye heyecanlı bağırmalarını özlüyorum arkadaşlarımın. Ani atardamar tıkanması. Bu kadar ani olmak zorunda mıydı? Damarlarım gibi ben de bu kapkaççı hastalığın çaldıklarına alışamadım. Tam iki yıl oldu. Evden çıkmadım. Annem geldi bana bakmaya. Nasıl üzüldüğünü göremedim ama çok iyi biliyorum. Arada hıçkırık sesi geliyor yan odadan. Bazen gülerken burun çekişlerini de duyuyorum. Göğsü ıslak oluyor sarıldığımda. Üstelik zayıfladı. Ellerinin üstünü çizgiler kapladı. Fark etmiyorum sanıyor ama sigara da kokuyor. Bu ara fazla içiyor. Ben de kimse görmeden ağlamak isterdim. Bundan emin olamam ki. İçimde hep, içimin de göründüğü hissi. Tarifsiz bir aşikârlık duygusu. Tek taraflı. Bir televizyonun içinde, herkesin seyredebildiği bir görüntü gibiyim. Nereden ve ne şekilde baktıklarını bilmeden. Bazen bu kadar görünür olmaktan doğan utanma hissi kaplıyor. Herkes bana mı bakıyor? Hangisi? Göremiyorum ki.

Üç yıl önce, “Ben fotoğrafçılık okuyacağım anne,” demiştim. “Senin gözünden hiçbir şey kaçmaz ki.” Düşmüştük yollara. Bu evi birlikte bulmuştuk. İleride kendi atölyem olacaktı. Annemle en güzel fotoğraflardan sergiler açacaktık. Çocukken yaptığımız gibi dağ bayır gezip fotoğraf çekecektik. Fotoğraflarım. Senelerdir bir seyyah gibi gezip durduğum zamanlardan kalma bu hatıralarım benim için sadece hafızada mı saklı olacak? Sadece dokunmak yetmez ki bir fotoğrafa. Bir pencereye.

Ama bana dokunmak kaldı.

“Bak kızım, kim geldi?”

“Dur söyleme anne. Yaklaş yanıma. Yüzünü uzat.”

Dokunduğum bütün yüzleri tanıyorum. Hepsinin fotoğrafını çekmiştim. Hatta photoshop bile yapmıştım. Şu kavisli burnun sahibini çok iyi biliyorum. Elmacık kemikleri çıkık olan da Yasemin. Daha da şişirmiş onları. Aslı yine ellerine krem sürmemiş, kupkuru. Mevsim yazdan sonbahara dönüyor belli. Osman’ın annesi hırkasını yeni örmüş, Selanik’ti galiba. Emre kızartma yiyip gelmiş. Fark ediyorum ki, dokunarak, koklayarak, dinleyerek de yaşayabiliyorum. Bazen durup dinlenmek iyi geliyor. Kendini keşfediyor insan. Sadece ben değil, annem de yeniden doğmalı. Madem her şeyi birlikte yapıyoruz, madem ikinci defa doğum sancısını çekiyor benim için, madem bana yeniden desteksiz yürümeyi öğretiyor, bu defa yalnız olmamalı.

“Anne neredesin?”

“Poğaça yapıyorummm.”

“Ben de yardım edeyim, böyle sıkılıyorum.”

“Olur kızım. Al bakalım hamur burada, peynir de burada.”

“Anne benim şekiller pek güzel olmadı. Bu sanki balığa benzedi.”

Gülüşüyoruz annemle.

“Dur şimdi de ayakkabıya benzedi.”

Hamurlar elimde şekillenirken aklımda renkleniyor. Fotoğrafını çektiğim her şeyi üç boyutlu hale getirebiliyorum. Bir duyumu kaybettim derken, yeni bir boyut ekleniyor dünyama. Önce hamur, sonra kil, sonra alçı derken göremediğim her şeyi görünür kılmaya başlıyorum.

Ben bugün heykeltraş olmaya karar verdim. Tam iki yıl sonra, bu üniversitenin bahçesinde, rüzgârın kanatları beni buraya getirdi. Yeniden başlama heyecanı. Bir doğuş.   Fotoğrafçılıktan heykeltraşlığa geçişimin sancılı sürecinde, başka türlü görmeye başladım dünyayı. Merceklerimi özlüyorum, evet. Bisikletimi de. Ama hâlâ anlayabiliyorum yolun bozuk olduğunu. Havanın soğuk olduğunu. Bahçede oynayan çocukları duyabiliyorum. Görmek bir sorumluluk, evet. Ağlayan bir çocuğu, aç bir hayvanı. Bu sorumluluktan kaçmıyorum. Algılamayı seçiyorum, yapabilen yanlarımla.

En güzel renk sekizinci renk diyorum soranlara. Algının rengi. Ve uzayda yer kaplayan her şey benim muhatabım. Çünkü benim üçüncü boyuta ihtiyacım var: Yükseklik. Benim gözüm yükseklerde.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

H. Fulya Akız
Latest posts by H. Fulya Akız (see all)
Visited 42 times, 1 visit(s) today
Close