Ölülerin kıçına eskisi gibi pamuk sokulmuyor da silikon sıkılıyormuş artık. Bunu bana morgdaki imam söyledi. Hastanelerde morg odasının az ilerisinde imamlar bulunuyormuş bir de. Bunu da bana morgdaki imam söyledi. Sabahın yedi buçuğu ve ben hiç tanımadığım bir adamın naaşını teşhis için buradayım. Sabahın yedi buçuğu ve ben hiç teşhis etmediğim bir adamın naaşını tanımak için buradayım.
Adını burada az evvel söylediler. Kendisiyle alakam, aynı apartmanda oturmak olduğundan bir başkasını bulamadıklarından olsa gerek beni çağıracakları tutmuş. Neden bilmiyorum ama benim de gideceğim tuttu herhalde. Kar, çamur, soğuk demeden gecenin bir vakti düştüm yollara. Gece karanlığında hiçbir şey görmezken şehir çok daha güzel. Dedem “Yatsıdan sonra oturana akıllı demem,” derdi. Öyleyse ben de yatsıdan önce uyanana deli derim, diyorum. Gece şehir daha güzel. Gece her şey daha güzel gündüz olduğundan.
Neyse, imam efendinin söylediğine göre birkaç evrak işi için üst katta bir koridora falan gitmem gerekiyormuş. Hemen sonra morg görevlisi de beni yakalayıp harfi harfine aynı prosedürle dolduruyor kafamı. Gitmeden kapı önünde bir sigara içeyim, diyorum. Soğuk havada duman ayrı bir yayılıyor atmosfere. İki dudağım arasından çıkan bu şeyin dünyayı kirlettiğini, ozonu falan deldiğini düşününce içim bir hoş oluyor. Sonra kalbimin, ciğerlerimin zarar gördüğünü ve koşar adım ölüme gittiğimi düşünüyorum ve hoşluk büyüyor. “Neden buradayım?” Sabah mesai de var, neden burada vakit kaybetmeye devam ediyorum? En başta telefonu niye açtığımı bile bilmiyorum. Derken biri bana doğru yanaşıyor. Kafasında eskimiş kumaştan bordo, delikli ve açıkça küçük gelen bir bere, üstünde çuvaldan hallice birkaç paçavra. Kesin bir şey isteyecek benden. Ama ne? Olsa olsa para olur herhalde. Cebinden kırık bükük bir dal çıkarıyor. Tamam o zaman, çakmak isteyecek. Ateşin var mı abi, diyecek tüm ezilmişliğiyle. Yok, onu da istemiyor, hiçbir şey yapmıyor adam. Çakmağını çıkarıp sigarasını yakıyor ve içmeye başlıyor. Peki neden burası? Gidip dikilebileceği onca boş alan varken gelip benim yanımda duruyor. Gaspçı mı bu herif, sosyopat falan olmasın? Birkaç dakikanın sonunda artık sigarasının sonlarına gelmişken ilk hamlesini yapmaya hazırlanıyor. Gözleri buğulu, yaşlı. Bana bakıp gülümsemeye çalışıyor. “Özür dilerim, usta,” diyor. Sesi cılız, kesik, çaresiz. “Annem için dua eder misin?” He, diyorum. He, ederim. Omzuma yavaşça vurduktan sonra arkasını dönüp gidiyor. Adamın annesi için dua edeyim bir ara madem. Telefonumu çıkarıp “Anımsatıcılar”a bir not alıyorum: Adamın annesi için dua edilecek.
“İmza.” “Şurayı da.” “Burası da imzalanacak lütfen.” Sonra yeniden dönüyorum morga, yanımda görevlilerle bu kez. “Rahmetliyi tanıyor musunuz, teşhis edebilir misiniz?” “Hayır,” diyorum. “Hayır, tanımıyorum. Ama teşhis edebilirim.” Aval aval bakıyorlar suratıma. Ne yani? Siz beni buraya bu adamı tanıdığım için çağırmadınız ki kardeşim. Bu adamı teşhis etmem için çağırdınız. Evet, teşhis ediyorum ki bu adam benimle aynı binada yaşayan, üst katımda oturan adam. Her sabah aynı asansörden inip akşamları aynı asansörle çıktığım adam. Ama hayır, tanımıyorum. Nereden tanıyacağım, hem bana ne? Tam adamın yanından çıkacakken ayak parmağına asılı etiketi görüyorum. D-23221938. Ne olduğunu sorunca, zaten bildiğim şeyleri ille de sormak gibi bir huyum vardır, yeniden bön bön bakıyorlar bana. Sanki bunu o zamana dek ilk ben merak etmişim gibi. “Numaraaa…” diyor içlerinden genç olanı. “Ya ne olacaktı? Her kimliği belirlenememiş müteveffaya bir tane veriliyor işte.” Müteveffa… Bu kelimeyi nereden hatırladığımı bulmaya çalışıyorum. Lafı gelmişken, bir ara da Vefa’ya gidip boza içeyim diye geçiriyorum içimden. Not alındı, anımsatıcı tamam. Sonra geri dönüyorum. “Vay canına, demek öyle, bak sen şu işe, kör şeytan,” gibi Hollywoodvari söz öbeklerinden kaçınıp “Allah Allah,” cevabını veriyorum karşımdakilere. “Yani herkesin bir numarası var, öyle mi, her ölünün bir numarası var?” Görevli doktor ya benden de umarsız bir alaycı ya da iflah olmaz bir gamsız. Anlayamıyorum. “Yok,” diyor, “Herkes bir numara.”
İlk defa bir şey bana garip gelirken aynı zamanda da komik gelmiyor. Hiç gülmüyorum çünkü. Dalga geçmiyorum. Sonra hiç gülmeden çıkıp evime dönüyorum. Mesaiye iki buçuk saat daha var ve hiç gülmeden mesaiyi bekliyorum. Mesai boyunca da gülmüyorum sonra. Mesai bitiyor, doğrudan eve geliyorum. “Eve” geliyorum, “evime” değil. Asansörde yukarı çıkarken üçüncü katta bir kadın giriyor içeri. Tuşların arasında hiç aramadan bulup basıyor on yediye. Oysa ben her Allah’ın günü yeniden buluyorum on dördü, kendi katımı yani. Biri için herhangi bir şey olan bir davranış bir başkasına nasıl da zor gelebiliyor? İnmeye yakın, yani on birinci, on ikinci katta falanken kadının suratına bakmaya başlıyorum. “Merhaba,” diyorum. “Nasılsınız?” Bana bakan gözleri en ufak bir anlamdan yoksun duruyor. Dudakları ufuk gibi tek çizgi ve uzak. İnerken iyi akşamlar diliyorum, yine bir şey demiyor. Neden sonra içimde bir şey harekete geçiyor, bir şeytan tutup çöküyor gırtlağıma. Dönüp bakıyorum, asansör anca on altıncı kata gelmiş, hemen üçer beşer atlayarak çıkıyorum aradaki üç katı ve kadını indiği yerde karşılıyorum. “Efendim,” diyorum. Adımı söylüyorum kadına. Adımı, soyadımı, ne iş yaptığımı. “Kusura bakmayın,” ile başlıyorum tabi en öncesinde. “Bir gün morgdan aranır, cesedimi teşhis etmeniz gerektiği söylenirse aklınızda bulunsun.” Gözleri birçok anlamla dolu şimdi. Öfke, korku, stres… Dudakları ufuktaki akşamüstü güneşi kadar titrek ve yakıcı. Çekip gidiyorum sonra. Hiç gülmeden uyuyor ve yine hiç gülmeden uyanıyorum.
Sonraki günler hep aynı, aynı, aynı geçiyor. Bir toplu iğnenin ucunu -aslında bir değil, en az beş altı tane vardır- yakıp yakıp ayağıma batırıyorum. Kanıyor, yara bere oluyor, birkaç gün yamuk yürüyorum ama sonunda başarıyorum. İşte, ayağımın altında adım kazılı artık. Silinmez bir acıyla, adımı üzerimde taşıyorum. “Herkes bir numara,” Hah! Değil, diyorum. Her numaranın bir adı var. Numara yapmıyorum.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Nowhere Yet - 8 Temmuz 2024
- Morg - 14 Mayıs 2024
- Vaftiz - 11 Mart 2024