Yazar: 17:50 Röportaj

Başar Yılmaz ile Söyleşi: “Şimdi dönüp baktığımda geminin doğru rotadan geçerek limana ulaştığını, okurlarını bulduğunu ve onlar tarafından doğru anlaşıldığını görüyorum.”

Başar Bey merhaba, söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Okurlarımız için kendinizi tanıtır mısınız? Başar Yılmaz kimdir?

Merhaba, söyleşi davetiniz için ben teşekkür ederim. Söyleşinin verdiği imkâna dayanarak başka mecralardan ulaşılabilecek biyografik bilgilerimden hariç yanıtlar vermek isterim.

İlk aklıma gelen tanımlamalar: Kendi fikrince vicdanlı, hayalperest bir adam. Bir de tarih meraklısı, sinema ve müzik tutkunu.

Bu anlatıda aileme yer açmazsam büyük bir eksiklik olur. Öğretmen anne babanın tek çocuğuyum. Balıkesir’de, orta direk bir ailede -şükür ki- huzur ve mutlulukla yetişkinliğe eriştim. Kendi kurduğu aile nasıldır denirse: Çoğu zaman yüreklendiren, bazı zamanlar gerçeklerle yüzleştiren akıllı ve eşsiz bir kadına eş, melek kalpli bir oğlana baba.

Toplum içinde ve yaşamında kendini nasıl tanımlar diye sorulursa: Zihin işçisi.

Başar Yılmaz

Romanınız Beni Hatırla geçen yıl yayımlandı. Aradan geçen bir yıllık sürenin ardından romanınızı nasıl değerlendirirsiniz? Ya da şöyle ifade edelim, Beni Hatırla romanını yayımlarken Başar Yılmaz ne düşünüyordu, şimdi ne düşünüyor?

Beni Hatırla, hayatımın en zor sınavıydı. Yazım sürecinde kendisiyle aylarca boğuşup tabiri caizse birbirimizin gırtlağına çöktüğümüz sancılı bir süreç geçirdik. Nihayetlendiğinde, epeyce yorgun ve silkelenmiş fakat birbirimizin omzuna sarılarak çıktık o kapıdan.

Halen etkilerini sürdüren 12 Eylül süreci, tarihimizin en büyük kırılma noktası, keskin bir fay hattı. Bir neslin üzerinden silindir gibi geçen bu korku lokomotifi, bizim de içinde yer aldığımız gelecek nesillerin hayatını da net bir biçimde etkiledi. Beni Hatırla’yı kaleme almaya başladığımda bu süreci anlatmanın ağır sorumluluğu ile edebiyatın merkezinde kalma gerekliliğinin yarattığı cendere beni bekliyordu. Hareket noktam döneme tarihsel bir bakış, sürecin politik tahlili değildi; sarsılmaz, yıkılmaz, tek boyutlu kimlik ve kahramanlar kaleme almak da olmadı.

Kadrajımı tüm bu olan biten içerisinde “insan” üzerinde tutmaya gayret ettim. Zorlanan, içine hapsolmuş, güven duygusunu yitirmiş, münzevi ve hatta öfkeli bir adam vardı zihnimde. Hikâyenin derdini didaktik bir metne büründürmeden, farklı kesimdeki okurlar ne düşünür kaygısından sakınarak aktarabilmek hiç de kolay olmadı. Yine de dümeni doğru tuttuğum kanısıyla bitirdim kitabı. Şimdi dönüp baktığımda geminin doğru rotadan geçerek limana ulaştığını, okurlarını bulduğunu ve onlar tarafından doğru anlaşıldığını görüyorum.

Şimdi yazsam metnin teknik tarafında daha farklı dokunuşlar yapar mıydım? Mümkündür. Yine de yeni baskı için gözden geçirmem gerekse kendi içindeki ritmin ve ahengin bozulmasından sakınarak dokunmayacağımı düşünüyorum.

Beni Hatırla, kendi misyonunu bana göre yerine getirdi ve kişisel tarihimde yeri daima farklı olacak.

“Yaşamım boyunca tek bir ana dönme şansım olsaydı muhakkak ki o ana dönmeyi isterdim. Kimi zaman düşünürüm bunu. Tekrar yaşamak için mi yoksa sonrasında olacakları değiştirebilmek için mi istediğimi. Belki her ikisi için, belki de hiçbiri. Belki de elimden gelse o anın içinde kaybolarak durmak için. Zamanın daha sonrasında bir saniye dahi ilerlememesi için…”

Kitabınızdan yaptığım bu alıntı üzerinden bir soru sormak istiyorum. Bu anların insan üzerinde ne gibi bir etkisi vardır? Bu anlarda kalmak bir yazara ne katar, ondan ne götürür?

Beni Hatırla şöyle başlıyor: İnsanın hayat boyu unutamadığı birkaç an vardır. Birer eşik, milat gibi birkaç an… “Yaşam, o anların bıraktığı ebedi izlerin, çizgilerle birleşerek oluşturduğu bir şekildir,” derdi filozof dostum.

Sizin de sorunuzda yer verdiğiniz alıntı gibi bu eşik ve milat metaforunun önemli bir yeri var Beni Hatırla’nın metninde. Yaşam dediğimiz o büyük serüven, o köşe taşları ile biçimleniyor ve başkalaşıyor. Kaderci bir inancım yoktur. İnsanın tümüyle kendi karar, düşünce ve tavırlarıyla yolunu çizdiğine inanıyorum. Yol ayrımlarında yaşanmış o kederli, o büyük pişmanlıklar barındıran veya o harikulade anlar zihnimizin yörüngesini tayin etmiş oluyor. Yaşam da dinamiğini bu anlardan alıyor.

Kurgu değimiz iş de bu matematiğe dayalı değil mi? Tolstoy şöyle der: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar; ya da şehre bir yabancı gelir.”

Yazarın zihin haritasında da elbette bu tür anların şekillendirdiği bir rota oluyor. Terk edilmişlik, şiddet, ayrılık, ayaklarını yerden kesen bir aşk veya ölüm…

Bu eşikler elbette yazarı besler. Örneğin tutkulu veya travma barındıran  “gerçek” deneyimlerle beslenen yaratıcılıktan da güçlü metinler çıkması kaçınılmazdır. Ne var ki bu anların prangasında kalmak tekdüzelikle burun buruna kalma tehlikesini getirir beraberinde. Yazarın duygu ve düşünce dünyası olabildiğince geniş bir pencereye sahip olmalı bana göre.

Son dönemde yarışmalarda adınıza sıkça rastlıyoruz. Bunlardan birisi de Mahal Edebiyat’ın düzenlemiş olduğu öykü yarışmasıydı (Bu vesileyle tekrar tebrik etmiş olayım). Yarışmaların edebiyatımıza katkıları hakkında ne düşünüyorsunuz? İkinci bir soru olarak: Geçmişe göre değerini kaybetti mi veya sayısının artmasıyla samimiyetinden uzaklaştı mı?

Tebrikleriniz için çok teşekkürler. Edebiyat yarışmalarına katılım sebebim boyumun ölçüsünü almak içindi. Yazıyorsunuz, hatta bir kitap çıkarıyorsunuz; sizi sevenler alıp okuyor. Onların tavsiye verdiği bir çevre de ilgi gösterip okuyor fakat özellikle ilk kitapsa, suya atılan bir taş gibi çeperi genişledikçe belirginliği azalarak kaybolan bir dalga silsilesi var ortada. Geri bildirimlerin objektifliğinden emin olamıyorsunuz. Bu yolda ilerlemeye hazır ve gelişiminize yön tayin edecek verilere ihtiyaç duyuyorsanız bir “er meydanı” arıyorsunuz Aslında bir yankı aradım özetle. Nitekim bu sürecin bana kattıklarından ve sonuçlarından memnunum.

Mahal Edebiyat Öykü yarışması ve sonucunda ortaya çıkan öykü antolojisinin de benim için anlamı apayrı. Âlemin O En Yağmurlu Gecesi, derece alan diğer yazar arkadaşların öyküleri ile birlikte, pek çok kişiyi tatmin edecek, bütünlüklü bir kolektif eser oldu. Günümüz öykücülüğü açısından kayda değer niteliğe sahip bir örnek olarak görüyorum. Bu tür seçkiler, edebiyat yarışmalarının katkılarına örnek olması açısından başat konumda.

Yazar açısındansa, kendine bir boy aynası tutmak, motivasyon, edebiyat çevreleri ile etkileşim ve birliktelik sağlaması gibi pek çok faydalı boyutu olduğunu düşünüyorum.

Her durum ve olayda olduğu gibi bu tarz yarışmaların yazar sömürüsüne ve bütünüyle oluşumun reklamına fayda sağlayan örneklerinin de olduğunu görebiliyoruz. Yine de sayıları bir hayli az ve seçici gözler diğerlerinden kolayca ayırt edebilir bunları.

Aynı zamanda basılı veya dijital dergilerin rolünü de bu minvalde önemli buluyorum. Sizinki gibi nitelikli platformları çağdaş edebiyatımızın gelişim ve üretkenliği adına verimli tarlalar olarak görüyorum. Gelgelelim bu tarlayı işleyip hasat edecek aktörler aktif bir rol üstleniyor mu? Emin değilim. Burada yayınevleri ve bünyesindeki editörleri kastediyorum. Bir yıldır edebiyat yarışmalarının içindeyim. Süreç ve sonuçlarını yakından takip ediyorum. Dergileri de elimden geldiğince takip ediyor ve okuyorum. Özellikle istikrarlı bir şekilde öykü veya anlatıları ödül alan, nitelikli platformlarda eserleri yayımlanan yazarlar takip ediliyor mu sanat endüstrisinde? Hiç sanmıyorum.

Spor endüstrisinde kavramlaşan “scout” müessesesini edebiyat dünyasına uyarlamak hiç de zor değil. Ben bir yayınevi sahibi olsam bir kişiyi yalnızca dergi ve yarışmaları takip etmekle görevlendirirdim. Fakat ne yazık ki bu tarz bir pratik hayata geçmediği gibi bu yazarlar dosyalar oluşturup aylarca cevap bekliyor yayınevlerinden ve çoğundan bir cevap dahi alamıyor.

İşimiz, derdimiz edebiyat. Çok takip edilen hesaba sahip olmak veya ahbap çavuş ilişkileri mi yoksa nitelikli edebiyat mı kriterimiz? Sanırım bunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor.

İşini hakkıyla yaparak nitelik bazlı değerlendirme yapan yayınevlerini elbette bu saptamadan hariç tutuyorum. Arzum, bu örneklerin artması.

Beni Hatırla, Luna Yayınları

Kendi metninize ne kadar yabancılaşabilirsiniz? Objektif değerlendirme yapabiliyor musunuz?

Konuyu açacağım ama önce ikinci sorunuz için kestirmeden söyleyeyim: Yeterince değil. Aslında yazım sürecinde metinle oldukça boğuşan ve yazacağı her detayı araştıran, teyit eden titiz bir yazarım. Beni heyecanlandırmayan hiçbir konu için kalem oynatmam. Tutku hissetmeliyim önce. Kafamda yazmaya başlıyorum hatta. Bir süre kâğıda kaleme el sürmüyorum. Tartıyorum diyelim. Belki o ilk verdiği heyecan ve arzuyu vermeyecek; kim bilir? En nihayetinde işler yolunda devam ediyorsa girişiyorum yazmaya. Değindiğim gibi bu yazma süreci de hır gür içinde geçiyor. Bir küsüp bir barışabiliyorum bazen. Bazen araya mesafe koyup “Bir süreliğine görüşmeyelim,” dediğim de oluyor.

Ne var ki kalemi bırakıp o metni biten dosyalar arasına koyduğumda aynı şüpheci ve sorgulayan tutuma sahip olduğumu söyleyemem. Tasarlar ve yazarken her “silme tuşu darbesi” mubah fakat bitmiş olması onu neredeyse benim için dokunulmazlık zırhına büründürüyor. Burada dikkat çekmek istediğim bir nokta var: “benim için”.  Yetkin okurlar ve ehil gözlerden gelecek eleştirileri ve deyim yerindeyse (görüyor ve arttırıyorum) “kılıç darbelerini” iştahla bekliyorum. Bir önceki cümlenin başındaki tanımlama kıstasında (yetkin ve ehil) gelen her değerlendirmeyi de can kulağıyla dinliyorum.

Hem Beni Hatırla’da hem de sosyal medyada toplumcu bir yanınızın olduğunu gözlemliyorum. Metinlerinizde de gerçekçilik (realizm) görülebiliyor. Toplumcu gerçekçi tarzda bir eser kaleme almak isteseniz hangi konu üzerine eğilirsiniz? Ülkemizde realist romanın değeri konusunda ne düşünüyorsunuz? Ve son olarak, realist roman yazmanın popülist bir tavır sergileme tehlikesi olabilir mi?

Hayata ve topluma dair, ilk gençlik yıllarımdan itibaren olgunlaşmaya başlayan, belli bir duruşum var. Yetiştiğim çevre, okumalarım, gözlemlerim ve içerisinde yer aldığım pratiklerle harmanlanıp vücut bulmuş bir duruş bu. Temel vicdani ve ahlaki ilkeler baki kalmak koşulu ile gelişebilir de fikirlerim fakat yine samimi olmam gerekirse; değişebilir mi? Kendi adıma hiç sanmıyorum.

Yazarken de yoğrulduğunuz bu maya sizi belli meselelere yönlendiriyor ister istemez. Fakat “Şu meseleyi yazayım, şu konuyu işleyeyim,” şeklinde olmuyor. “Bu konu tutar, şuradan duyarlılık yakalarım,” dediğiniz noktada biçimsiz acı pornografileri çıkıyor ortaya ve popülist yaklaşım da bu biçimde kendini hissettiriyor. Bu konular zaten benim dert edindiğim meseleler, benim gerçeğim. Kendime bir misyon da biçmiyorum toplumculuk adına. Kaldı ki yazar toplumsal dertlerin çözüm adresi de değildir. Yazara böyle bir misyon yükleyemezsiniz, yazar da böyle bir misyona soyunmamalı.  Yazar, çağının tanığıdır. Mahareti de yazmaktır. Bu tanıklığın elbette bu maharet vasıtasıyla yazıya dökülmesi muhtemeldir. Fakat bunu ne bir tarihçi gibi akademik ne de politikacı gibi söylev dilinde yapmaz. Bunu ondan beklerseniz de adı edebiyat olmaz.

Toplumcu gerçekçi ekolün günümüz edebiyatında pek muteber sayıldığından bahsedemeyiz. Edebiyat endüstrisi belli konularda devam etmek zorunda hissediyor kendisini. Önemli bir kesim aynı kodlar üzerinden yürüyor. Bu kodlardan da kaçmaya çalışıyorum.

Edebiyatın ve dolayısıyla yazarın konusu insan. İnsanların katmanlarını aralayıp kör noktalara fener tutmak. Farklı katmanları keşfetmek uğraşındayım.

Bir metin okuyorum. Biçim, karakterler, iç dünyaları benzerleri ile kopyala yapıştır. Hani çok bilindik bir tanımlama var ya: “Yazar bu eserinde sıradan insanların iç dünyasına…” Bilindik kodlar, basmakalıp kurgular. Okuyorum ve hissediyorum ki kendi yazdığı şey bile onu heyecanlandırmamış veya o meseleyi önemsemiyor. Alıyorum o kokuyu. Sonra “Senin önem atfetmediğin konuyu ben niye önemseyeyim,” diyorum ve kapatıyorum kitabın kapağını.

Bize okumalarınızdan, gelecek projelerinizden söz eder misiniz?

Dünyada yazılmış tüm kitaplar ile insan ömrünü kıyasladığınızda çözülmesi imkânsız bir zaman sorunu var ortada. Hele bir de yazarsanız seçici olmanız elzem. Tarih kitaplarına eskisi kadar zaman ayıramıyorum ama okumayı heyecanla beklediğim 20. yüzyıl Avrupa tarihi ve siyaset bilimi kitapları duruyor kütüphanemde, en kısa sürede kendilerine yer açacağım okuma planımda.

Evet, planlı okuyorum. Çoğu ay okuyacağım kitapları yazar, tür ve konu üzerinden bir çeşitlilik sağlayacak şekilde seçiyorum. Bazı aylarsa Japon edebiyatı, Kuzey Avrupa edebiyatı gibi tamamen edebiyat coğrafyası temelli okumalara ayırıyorum zamanımı.

Bu yıl içerisinde okumaktan en keyif aldığım beş kitap Denizi Yitiren Denizci (Yukio Mişima), Nereye Gidiyoruz Baba? (Jean- Louis Fournier), Taş ve Gölge (Burhan Sönmez), Coşkuyla Ölmek (Şule Gürbüz) ve Ekmek Arası (Charles Bukowski) oldu.

Öykü yarışmaları benim için artık geride kaldı. Daha ziyade kitap dosyası oluşturmaya ağırlık verdiğim bir sürece girdim.

2023’te ikinci kitabımı yayımlatmayı planlıyorum. Dosya hazır. Öykü türünde olacak.

Yazmaya başladığım bir roman var. Dura dura yazıyorum. Heyecan veriyor ama bir o kadar da uğraştıracak gibi beni. Söyleşide de bahsettiğim gibi boğuşma safhalarındayız. Kimin kime gücü yetecek yaşayarak göreceğiz.

Katılımınız için teşekkür ederim.

Mete Karagöl
Visited 127 times, 1 visit(s) today
Close