Yazar: 11:04 Deneme

Kalite

Hayatı anlamlandırırken izlediğiniz bir yolunuz, nitelikli bir yönteminiz var mı? Buldunuz mu kendinize özgü bir metafor? Ben buldum.

Bana öyle geliyor ki, bir tren yolculuğu gibi betimlenendir ilk nefesin alındığı andan son nefesin verildiği zamana dek devam eden aralık. Bir nevi tren yolculuğu olan hayat; ona binmemiz, oturacağımız yeri bulmamız, etrafımızdakilerin tesadüfen dizilmesi, o rahat geçsin diye yolculuk boyu bulmaya çalıştığımız yerleşme dengemiz, diğer yolcularla bakışmalarımız, önümüze sunulan servisler, yolculuk boyunca sakladığımız bilet ve belki zorla, belki bir kazayla, belki de doğal olarak son istasyona gelince trenden inmemiz… 

Ve bu hayat olgusunun en önemli frekansıdır kalite kavramı.  Onu tuttuğumuz yükseklik de saygınlığımızı ve yaşantımızı etkileyen ritimdir.

Yapılan başlangıcın devamını getirmek, yol boyunca her konumda desteklenmek, tökezlediğinde alkışı devam ettirmek, vardığımız durakta saygın anılmak… Tüm bunlar kaliteli bir yaşamın özetidir.

Lakin, dünyanın bu denli hızlı döndüğü bir hayatta frekanslarımızı stabil tutmak çok zordur. Hayat düzleminde pratik ve uygulama, evdeki hesap ve çarşı genelde aynı paralelde durmazlar. Zaten hayat yolunda ilk durak ile ulaşılan son nokta asla bir düz çizgi değildir. Bir sitem olarak düşünmeyin bunu. Belki de öyle olması bizim için bir şans ve fırsattır. Hangi düzlükten gelişim doğmuş ki bugüne kadar? Kim elini kolunu sallaya sallaya, hiç eğilip bükülmeden tepedeki durağa kadar gelişerek ve değişerek gidebilmiş? 

“Kalite” dedik. Gelin bunu alt başlıklarda inceleyelim; 

Örneğin duygusal kalite: Çocuğunun umutsuz vaka olduğunu bildiği halde çaresizce onun eğitimi için koşturan bir annenin saf yürekliliği, kendisi için değerli biri öldükten sonra dahi sadece kendisinin bileceği biçimde bir hatırasını saklamasındaki sevginin gerçekliği, yaptıkları, onu etkileyenler tarafından bilinmese dahi sonuna kadar onu etkileyenleri savunmaya devam edenin çıkarsızlığı diyebiliriz.

Bir diğeri toplumsal kalite: Kalitesiz toplum, çoğu insanın olduğu hâlini değil, olmak istediği hâlini hiç olmadığı gibi anlatmasıyla oluşur; zira kaliteyi kenara bırakıp yaşayanlar kendilerini hiç tanımayanlara kendilerini oldukları gibi değil, olmayı istedikleri gibi tanıtır.  Toplum böyle böyle yozlaşır işte.

“Nasıl olsa bilmiyor, salla sallayabildiğine!”

Sanırım girmek için yarışılan, kapısında heyecanlanılan, kapıyı açmak için çabalanan fakat ayrılınca şükrettiren mekândır kalitesiz olup kaliteli reklamı yapılan yer.

Gösterdikleriyle kala kaldıran hayat, en ince düşünceliyi taş kalpliye çevirebilir.
Kimisi görüntüsüyle görüntü yaparak gözlere tutunur, kimisi ise
görüntü yapmak isterken görüntüsünden olur. İnsan en uç anında bile en uçuk halini göstermemelidir; uçsa dahi uçmamalıdır. Çünkü o heyecan sonucu oluşan sevinç, yarattığı görüntünün kalitesini bozacaktır.

Başkasından onay alarak doğruyu konuştuğunu sananlar da kalitesiz bir akla örnektir.  Bir şeyi gerçekten doğru konuşanın bunu her fırsatta dile getirmesine gerek var mı sahiden? Hele bir de onay alma girince işin içine, nasıl saçını başını yolmaz ki insan? İnsan… Başkasına saldırırken bile kendini yaralayan insan…

Bizim bizden başka kimsemiz ve yine aynadakinden başka destekçimiz olmadığı gibi, bizim bizden başka düşmanımız, kuyu kazanımız da yoktur. Bizler, sürü hâlinde âlemi seyreden sefalete hasret bir yığınız. Çıkarcı ve yıkıcı… Meşakkatli yollarla insanı sonsuzluğa ulaştıran bütün manalardan yoksun… Sahte sahnelerde birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan cazibesiz casuslar topluluğu…

Acaba kazdığımız kuyunun kendi kuyumuz olduğunu ne zaman anlayacağız veya eşelediğimiz toprağın kendi mezarımız için olduğunu?

Kuyuların mahiyetini kavrayamasak bile sonuçta rakip olarak da dayanak olarak da insanın karşısına çıkacak en güçlü kişi kendisi oluyor şüphesiz.

-Kaliteli bir heyecan bulunmaz sonu tahmin edilen cümlelerin başında.

-Kalitesiz bir tebrik almaz sonundaki başarısı başından belli olan hamleler.

Verilmeyecek yerde bile akıl vermek ego tatminidir ve alınmayacak yerde dahi akıl almak ego kırmışlıktır. Sanırım biz, iradesini egosunun maskarası yapan alelade mahlûklarız.

Kolaya kaçmak en kalitesiz yol seçimidir, tıpkı sonucunda hiçbir ödül olmayan zor yola sırf yol gitmek için girmek gibi. Yazının başında sözünü ettiğimiz tren yolculuğunu hatırlayalım burada; ya da hatırlamayalım.. Zaten neyi hatırlasak daha derine batıyoruz kalitesizlik kuyumuzda.

Ego kullanmayı ne kadar dengelersek o kadar kaliteli anılırız: Örneğin ödül verirken ödün verenin kibri, ödün verenlere ödül verdirtecek cinstendir.

Zavallı olmasına rağmen tepede duran tek şey egodur. Onu da tepesine koyan tek çaresi bunu yapmak olan zavallıdır. Egoların zamandan bihaber olduğu aşikâr, zira bilse bitimsiz olmadığını ne diye böbürlensin sağına ve soluna, önüne ve arkasına, AYNASINA!..

Zaman, hüküm giydirilemeyen en büyük hırsızdır. Hevesler uçurumun kenarında duran bir ağacın en güzel yaprağı gibidir; dalından koparıp yerinden edecek rüzgâr esmeden önce sıkıca tutulmazsa süzülerek gider ve asla geri gelmez. Aynı zamanda hevesler o uçurumun ta kendisi gibidir; kendisine binlerce kilometre öteden getirdiyse son nefese dek bırakmaz. Hatta belki de son nefesin kendisi olana dek… Heves öyle bir şeydir ki yanımızdayken kendi kolunu kaldıramayanı dünyaları kaldırtacak konuma getirendir, bizden gittiğinde ise dünyaları kaldıranın kolunu kımıldatmayan oluverir.

Zaman her şeyi gösteriyor. Zamanın gözümüzün önünden geçip gitmesi her şeyi gözümüzün önüne getirir, hatta zamanın gösterdiğini kiminle göreceğimizi de…  Örneğin bir başarımızın olup olmayacağını zamanla görebiliyoruz. Lakin çıkılan yolun başında yanımızda olanlar o başarı sağlandığında halen yanımızda mı, önemli olan budur. Çünkü çoğumuz başardığımızı göstermek gibi bir gaflete düşerek yaşarız. Oysa en matah olanı insanın kendisini yine kendisine göstermesidir. 

Belki de aynadakine ikna edemediğimiz için başkaları tarafından kabul görmeyi bekliyoruz sabah akşam.

Savunucusu olduğunuz şeyi lanetleyebileceğiniz hayatta bugünün gerçekliğine, yani buzdağının görünen yüzüne güvenmek, o buzdağı kadar büyük bir yanılgı. Hayranlıkla bakarak ihtişamlı gördüğümüz manzaralara yaklaştığımızda onların bir çöplükten ibaret olduğunu görebiliriz veya yığıntı bir bodrum olduğu söylenen perdeyi araladığımızda berrak bir odayla karşılaşabiliriz. Bu durumu kavramış olan zannediyorum ki akıllanmıştır.

Bir şeyin zararlı olduğunu bildiğiniz halde onu yapmaya devam ediyorsanız kurtulmanın tek yolu onu fazlasıyla yapmaktır. Böylece ondan nefret edeceksiniz. “Atın ölümü arpadan olsun,” misali, yaptığınız şeyin fazlalığından içinizde onu yapma isteğini öldüreceksiniz ve belki de bu zararın sebep olacağı ölümü bile öldürmüş olacaksınız.
Alın size bilimsel bir gerçek: Hayat entropi (düzensizleşme) ile mükelleftir. Hiçbir şey aynı kalmaz… Milyon yıl önce tek parçaymış dünya, hatta evren bile. Hayatlarımız nasıl aynı kalsın? Bindiğimiz hayat treninin dümdüz gideceğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

İçindeyken en korkutucu olan dönme dolaplar bile aşağı iner, en sabit görülen konumlar de yerle yeksan olur, en uzun yollar dahi biter amma yarıda, amma tamamlanarak…

En, en önde gidilen yolculukların bile sonuna gelinir, en el üstünde tutulan değerler de gözlerden düşer, en uzun ömürler dahi biter. 

En büyük aşklar bile ayaklar altına iner, en değerli anlar bile hatıralardan gider.

İşte hayat, kalitenin dengesini belirli frekansta tutmaya çalıştığımız böyle bir yolculuk, kendisi hazine ve sonu hazin olan uzun bir yolculuk…

Utku Sızgın
Latest posts by Utku Sızgın (see all)
Visited 27 times, 1 visit(s) today
Close