Adam, kafası dizlerinin arasında, iki dirseği iki dizinin üzerinde ve kaba eti topuklarına baskı yapar biçimde çömelmişti. Elleri bileklerinden sağa sola robot gibi sallanıyordu. Bu rahatsız çömelişten sıkılmış olacak ki dizlerini hapishane avlusunun toprak zeminine koyarak konuşmaya devam etti. Etrafında çember olmuş altı oğlu vardı. Konuşurken hepsinin yüzüne bakmaya dikkat ediyordu. “Dışarıda ailemizden hiç herif kalmadı. Avukat en az altı ay sürer diyor mahkeme. Bu sürede karılarımız ne yapar dışarıda? Ne yer, ne içerler? Cinayeti birimizin üstlenmesi gerek.” En küçüğü on sekiz, en büyüğü otuz yaşında olan sekiz kardeş birbirine baktı. Baba ve oğulları avluda volta atmaya başladılar.
Bahçenin etrafını çevreleyen beş metrelik duvar rüzgârı biraz olsun kesiyordu ama hava yine de soğuktu. Hapishaneyi çevreleyen çam ağaçlarının kokusu geldi burunlarına. Baba ceketinin yakasını kaldırdı, ellerini ovuşturdu ve avuç içine hohladı. Bu hareketi tekrarladı kardeşler. Avluya açılan kapıdan önce anahtar çevirme sesi geldi. Yağlanmamış kapı gürültülü bir şekilde açıldı. Dışarı çıkan mahkûmların ayak sesleri duyuldu. Herkes çıktıktan sonra süreç terse işledi. Önce kapı gıcırtılı şekilde kapandı. Sonra kapının kilitleme sesi geldi. Her koğuş avluya çıkarken tekrarlanırdı bu sesler. Hapishane dört duvardan oluşuyordu. Penceresiz, insanları karanlığa mahkûm eden, sadece özgürlüklerini değil güneşlerini de çalan bir binaydı bu. Avlu, güneşi görebildikleri tek yerdi. O da günde bir saat.
Kardeşler arasında kurbanın kim olması gerektiği hakkında yorumlar yapılıyordu. Baba hastaydı, olmaz. Diğer sülalelerde suçu daha az ceza alsın diye küçükler üstlense de onlarda daha güçlü diye en büyük kardeş üstlenirdi. En büyük kardeş Yusuf, memurdu. Sülalede üniversite mezunu bir tek o vardı. Diğerleri bırak üniversiteyi ilkokulu bile bitirmemişlerdi. “Yusuf olmaz. Memurluğu boşa gider. Mehmet oğlum, sen üstleneceksin cinayeti,” diyerek son noktayı koydu baba. Ben köyde bile değildim. Ne yaparım hapishanede? Kaç yıl verirler? “Kaçarsın hapisten. Kaçar gidersin gurbet ellere. Sessiz sessiz yaşarsın.” diye devam etti baba. Sessizce yaşayacağım. Hep korku içinde. Her polis gördüğümde kalbim pat pat atacak. Evlenemeyeceğim. Çocuğum olmayacak. Evim olmayacak. Arabam olmayacak. Kimliğim olmayacak. Bir ölü gibi sessizce yaşayacağım. Bu sırada önce abisi gelip sarıldı ona. Sonra kardeşleri. En son babası gelip sımsıkı sarıldı. “Oğlum, kara oğlum. Bu fedakârlığı ailemiz için yapmak zorundasın.” En küçük oğlu Harun’u göstererek “Bu sabi tek başına ne yapar içeride? Kaçsa dışarıda ne yapar?” dedi babası. Mehmet küçük kardeşine baktı. Hak verdi babasına. Kendisi yirmi sekiz yaşında, bir seksen boyunda, seksen beş kilo idi. Dinçti, güçlüydü. Ustaydı, her iş gelirdi elinden. Kaçak hayatında inşaatlarda çalışır, ekmeğini kazanırdı. Issız bir adaya koysan tek başına yaşar, giderdi. Harun öyle değildi. Daha on sekizindeydi. Zayıf, çelimsiz, iş bilmez biriydi. İçeride de, kaçak olarak dışarıda da yaşama şansı azdı. Mehmet’in başlarda yaşadığı korku ve kaygı yerini başka duygulara bırakmıştı. Kendini değersiz değil, seçilmiş hissediyordu. Bir yandan kaçak hayatın zorluklarını düşünse de ailenin kahramanı olma duygusu ağır basıyordu. Babam, kardeşlerim hapisten kurtulacak. Karılarımız da kurtulacak.
Seherler ve Kırcılar arasındaki kan davası yüz yıldır sürüyordu. Seherlerden biri (her iki taraf da kim olduğunu hatırlamıyordu) su kendi tarlasına gitsin diye kanaldan akan suyun yönünü değiştirmiş. Kürekle çamurdan set koymuş suya. Kendi tarlasına yönlendirmiş. Tarlası susuz kalan Kırcılardan biri (yine kimse hatırlamıyordu) gidip tartışmış, öldürmüş diğerini. Bir ondan, bir diğerinden derken teker teker on sekiz kişi ölmüş. En son Kırcılardan Ahmet vurulmuştu paharın orada. Jandarma tüm Seherleri toplamış, işte şimdi hapisteydi hepsi. Akşam yemeğinde kerti ekmeği, şor olmuş çorbaya doğrayıp yediler. Yemekten sonra Mehmet itirafını hazırladı. “Hasmımız Ahmet Kırcı’yı, 83 yılının, Kasım ayının, 12. gününde ben vurdum,” diye tek cümle yazdı. Adını soyadını koydu altına, imzaladı. İtirafı babasına verdikten bir hafta sonra hapisten kaçtı. Kaçtıktan bir hafta sonra da sülalenin tüm erkekleri çıktı hapisten.
Mehmet’in kaçak hayatı başlamıştı. Köyü basan jandarmalara Almanya’ya gitti dediler. Jandarma buna inanmadı ve baskınlara devam etti. Ama zaman geçtikçe baskınların sıklığı seyreldi. Mehmet geçici olarak Eskişehir’e Yusuf abisinin yanına yerleşti. Ailede herkes biliyordu olayları. On yaşındaki yeğeni sordu. “Gerçekten sen mi öldürdün o adamı?” “Yok yeğenim, ben köyde bile değildim.” “Kim öldürmüş o zaman?” Bilmiyordu. Hikâyenin nasıl başladığı bile bilinmiyordu ki. Halil ben öldürdüm diyordu ama emin değildi hiçbiri. Halil’i de gammazlayamazdı. Sonuçta onlar için, onların yerine öldürmüştü, eğer gerçekten o öldürdü ise.
Mehmet kaçak hayatının sekizinci yılında sessizce abisinin baldızıyla evlendi. Onuncu yılında ilk kızı oldu. Bir yıl sonra da ikinci kızı. Sessiz yaşamının on ikinci yılında kamu fabrikası Sümerbank’ta sahte kimlikle işçi olarak çalışmaya başladı. On beşinci yılında üç katlı bir apartmanı vardı. İş çıkışlarında inşaatta çalışarak tek tek çıkmıştı katları. Hatta ruhsatı abisinin üzerine olan bir arabası da vardı. Kaçak hayatının on sekizinci yılında kızları büyümüş, okul çağına gelmişlerdi. Kimlikleri olmadığı için okula gidemiyorlardı. Onları okutmamak büyük dert olmuştu babalarına. Babaların suçlarını, sıkıntılarını çocuklar çekmemeli idi. Aynı yıl Rahşan Affı diye bilinen genel af çıkmıştı. Kaçtıktan sonra bu şekilde dört büyük af okumuştu gazetelerden ve her biri cezasını daha da düşürecekti. Teslim olursa ne kadar yatacağını öğrenmek için tanıdık bir avukata başvurdu. Avukat sordu, soruşturdu, araştırdı ve hesap yaptı. “Dokuz ay,” dedi. Yatılırdı. Yatarım be. Dokuz ay nedir? Kızların kimliğini alırım. Kızlar okur. Sesim çıkar artık. Rahat rahat gezerim. Ne istersem yaparım. Karar vermişti, teslim olacaktı. Bunu daha önce de birçok kez düşünmüş, ama cesaret edememişti. Bu sefer kızlarının okuması söz konusuydu. Gece gündüz aklında bu vardı. İş çıkışı, iş yerinin yakınındaki polis karakoluna gitti. Her öğle paydosunda muhabbet ettiği polislere anlattı durumunu. Kendinden on yaş büyük Erdal komiser ile çay içip sohbet ediyorlardı. “Vay be Mehmet. Demek kaçaktın ha,” “Öyle abi.” diye cevap verdi. “Peki niye öldürdün adamı be Mehmet?” “Yok abi ben öldürmedim. Ben köyde bile değildim, o gece.”
“Mehmet şimdi sen bize teslim olursan bizim seni il emniyet müdürlüğüne nakletmemiz gerekecek. Bir sürü evrak, kürek işleri olacak. En iyisi sen git direkt il emniyete teslim ol. İki iş çıkmasın,” dedi. Çayını içti, vedalaşıp elini kolunu sallaya sallaya çıktı karakoldan. Tek başına dolmuşa binip il emniyet müdürlüğüne gitti. Teslim oldu. Ertesi gün yerel bir gazete üçüncü sayfadan gördü haberi. Vesikalık fotoğrafının altına şöyle yazdılar.
KANUNDAN KAÇILMAZ
“Otuz iki yıldır kaçak olarak yaşayan katil zanlısı Mehmet Seher
polis teşkilatının hummalı bir çalışması sonucu, dün öğlen saatlerinde kıskıvrak yakalandı.”
Nezaretteki nöbetçi polis elinde gazeteyle yanına geldi. “Lan Mehmet, ünlü olmuşsun. Bak gazeteler seni yazıyor, fotoğrafını bile basmışlar.” deyip gazeteyi attı önüne. Haberi okudu. Otuz iki yıl. Katil. Hummalı çalışma. Kıskıvrak. Katil. Katil. Katil. On iki punto katil yazısı gözünde otuz iki puntoya çıkmış, fosforlu renklerle ve büyük harflerle yanıp sönüyordu. Bu nasıl haber lan! Hayır bir kere, ben köyde bile değildim.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Kanundan Kaçılmaz - 12 Ekim 2024