Yazar: 17:54 Öykü

Hottolarını Giymeden mi?

Dışarıda, ayazı parlatan bir güneş var. Kar yere yapışmış, ağır bir buz kütlesine dönüşmüş. İnsan, burnunun düşeceğinden korkuyor. Siyah uzun kabanlı adamlar toplanmış, bayram ziyareti için komşuları dolaşıyorlar. Ağızlarından sıcak dumanlar çıkararak nefes alıp veriyorlar. Ellerine dökülen kolonya daha damlarken donacak gibi. Üşüyen ellerini ceplerine sokuyorlar. Beyaz tülbentiyle ağzını kapatmış olan annem, şekerliği kapı aralığından babama uzatıyor. Babam kapıdaki komşulara şeker ikram ettikten sonra siyah uzun kabanını giyip onlara katılıyor. Her kapıda bir kişi artarak ziyaretlere devam ediyorlar. İlk kim başlattı diye düşünüyorum. Annem içeriden sesleniyor:

“Gir içeri! Donacaksın.”

 Antrenin demir kapısını kapatıp salona giriyorum. Yüzüme cızırdayan sobanın sıcak havası çarpıyor.  İçerde pişmiş et, kolonya ve çay kokusu birbirine karışmış. Televizyonda Barış Manço’nun Adam Olacak Çocuk programı var. Ben bu çocukların hiçbirine benzemiyorum. Adam olamayacağım galiba, diye düşünüyorum.  Annem hızlı hızlı kahvaltı sofrasını kuruyor. Üç ablam ellerindeki tabakları hemen sofraya yerleştiriyorlar. Arada kapı çalıyor. Gidip açıyorum. Ellerinde poşetlerle çocuklar hep bir ağızdan bağırıyorlar:

“Bayramınız kutlu olsun!”

Sararmış, eski bir porselen tabağa konulmuş şekerlerden birer tane veriyorum hepsine. Birisi pişkin pişkin gülerek:

“Ender çukulata yok mudur?” diye soruyor.

Utanıyorum, cevap veremiyorum. Annem salondan sesleniyor:

“Kırk defa geldiniz zaten, ne çukulatası! Hadi gidin, ev buz gibi oldu!”

Çocuklar koşarak gidiyorlar. O esnada babam geliyor, birlikte salona giriyoruz. Kahvaltı hazır. Sofraya oturuyoruz.  Oturmamızla kapının çalınması bir oluyor. Hepimiz aynı anda başımızı kaldırıp birbirimizin gözlerine bakıyoruz.  Babam pencereden misafiri görüyor ve söylenmeye başlıyor: Bu saate mi kalırmış kahvaltı?

Bakkalın verdiği eşantiyon duvar saatine bakıyorum. Saat daha dokuz. Sofradan hızla kalkılıyor. Otlu peynir, zeytin, kavrulmuş una çalınan yumurta mutfağa kaçırılıyor. Metal tepsiye hızla çay bardaklarını koyuyoruz, babam bu sırada kapıyı açmak için kalkıyor. “Salonda ne diye kahvaltı edilir ki!” diyor. Mutfakta soba yok,  diyorum içimden. Annem muşamba sofrayı iç içe topluyor, “Mevşin, al götür mutfakta silersin,” diyor. “Kimmiş gelen,” diye soruyor Züleyha. “Kim olabilir sence,” diye karşılık veriyor Mevşin.  Mutfaktan çıkıp misafire bakıyorum. Küçücük bir adam. Kafasına taktığı kasketi, neredeyse yüzünü yutacak. Masmavi, yuvarlak gözleri yaşlı yüzünde boncuk gibi parıldıyor. Acıklı bir ses tonu var. Annem, babamla misafirin önüne sehpa koyuyor. Mutfaktan iki çay getiriyor.  Misafir titreyen elleriyle çayını içmeye çalışıyor. Kürtçe konuşuyorlar, anlamıyorum. Annemle babamın kavga ederken kullandıkları dil bu. Anlamamak işime geliyor. Mutfaktan ablam çağırıyor, gidiyorum. “Hacı Hamit değil mi?” diyor. “Bilmem ki, mavi gözlü bir amca,” diyorum.  Her bayram sabahın köründe gelirmiş, geldi mi gitmek bilmezmiş, onun yüzünden kahvaltı edemezmişiz.  Annem kızıyor. Ne yapsınmış, köyden minibüs bu saatte gelirmiş. Ben tekrarlardan sıkılmamak için hafızamı sürekli siliyor, geçmiş bayramları unutuyorum. Mevşin ablam yanına çağırıyor. Tuzluğu elime sıkıştırıyor.

“Al şunu, babamgil görmeden gizlice götür adamın hottolarına biraz dök,” diyor.

Züleyha’yla birbirlerine bakıp haince gülümsüyorlar. Tuzluğu kazağımın koluna sıkıştırıp çıkıyorum. Kapıdaki parlak hottolara bir tutam döküyorum. İçeriden telaşlı bir bağrışma sesi geliyor. Babam, Kürtçe bir şeyler söylüyor. Kavga mı ediyorlar? Tuz döktüğümü mü gördüler yoksa? Babam koşarak çıkıyor, beni kenara itip dışarı fırlıyor. Birazdan karşı komşumuz Recep Amca’yla geri dönüyorlar. Telaşla eve giriyorlar. İçerdeki bağrışmalar büyüyor. Korkuyorum, giremiyorum. Sonra battaniyeye sarılı bir şeyi dışarıya çıkarıp Recep amcanın beyaz Toros’una yerleştiriyorlar. Annem ve ablamlar yanıma geliyorlar. Sapsarı kesilmişler.  Ben balkondaki hottoların önünde kalakalmışım. Tuzluk, hâlâ kazağımın kolunda saklı. Araba son sürat gidiyor.  Tuzluğu çıkarıp Mevşin ablama uzatıyorum.

“Al abla, döktüm.”

“Gerek kalmadı, gitti.”

“Hottolarını giymeden mi?”

Mevşin susuyor, ağlamaya başlıyor. Annem bizi içeriye alıyor. Mavi gözlü amca yok, uçtu mu bu adam diye düşünüyorum. Annem kapıyı, pencereyi açıyor. Bir şeyleri kovmak istiyor sanki. Herkes sessizce bir köşeye oturmuş.  Mevşin ağlıyor. Züleyha tırnaklarını kemiriyor. Zeliha başını ellerinin arasına almış düşünüyor. Ben üşüyorum. Telefonun sesiyle herkes irkiliyor. Annem kaldırıyor ahizeyi. Babamla konuştuğunu anlıyorum. Kapatıyor. Düşünceli bir şekilde:

“Ölmüş,”

“Kim?”

“Hamit Amca.”

Ben Hamit Amca’nın hottolarına tuz döktüğüm esnada, o içeride kalp krizi geçiriyormuş. İstenmeyen misafirin ayakkabısına tuz dökünce misafir erken kalkarmış, yıllar sonra öğreniyorum bunu.

Hotto: Van ili yerel dilinde lastik ayakkabıya verilen isim.

editör : Hatice Akalın

Latest posts by Hicret Birik (see all)
Visited 23 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version