Yazar: 19:39 Öykü

Önlük Savaşı

Sıradan bir kız okuluydu bizimkisi, hani biçki nakış dersleri verenlerden. Ütü masasında kol ütüleme bölümü olduğunu orada öğrenmiştim. Bunun için hâlâ minnet duyarım sevgili Songül hocama. Yoksa Seyficiğimin kol manşetlerini bu kadar muntazam ütüleyebilir miydim? Sadece bunu değil, bununla birlikte birçok şeyi öğretmişti Songül hocam; yastık kenarlarına çiçek nakışlamayı, maydanozlu omlet yapmayı, kıtır kıtır sable bisküvisi pişirmeyi… Hepsini o öğretti, hepsini, canım öğretmenim! Meslek sahibi bir kız olarak mezun olduğum okuldan, üç iri kıyım kadının yaptığı sınavı geçerek Osman veledi Seyfi’nin mülakatına girmeye hak kazanmıştım. Kontenjan bir kişilikti, başarıyla geçtim mülakatı.

Seyficiğim Tapu Kadastroda memurdu. E tabii bütün gün vatandaşla uğraşmak kolay iş değil. Yok, tapuyu ondan al diğerine devret, yok müşterek taşınmazı ortaklara böl, ohooo, zor mesele. Adam haklı olarak yorgun geliyordu eve. Neyse ki diplomalı bir karısı vardı, her akşam yaptığım yemekler midesine inmek için hazır ve nazırdı. Yer içer, elinde kumandasıyla oturduğu koltukta uyuyakalırdı. O, orada yorgun argın uyuklarken ben kalifiye işçi olarak mutfağa dadanırdım. Böylelikle yirmi seneyi devirdik. Belimde iki üç tane orta düzey fıtıkla yaşım kırka dayandı. Ne olduysa o zaman oldu işte, karşı daireye Serap diye bir kadın taşındı ve hikâye başladı. Serap benden dört yaş büyüktü, eczacı kalfasıydı. Kısa boylu, zayıf, soluk yüzlü bir kadındı. Pek güzel sayılmazdı ama sevimliydi. Bir akşam kapımı tıklattı, “Kahven var mı?” diye sordu, içeri geldi, mutfağa geçtik. Seyficiğim gece rutinine dalmıştı. İki fincan kahve pişirdim, o akşam yaptığım sable bisküvisinden koydum önüne. “Hep böyle, değil mi?” dedi, ısırdığı bisküviden masaya dökülen parçaları işaret parmağıyla bastırarak topluyordu. “Ne, hep böyle?” diye sordum, “Hayatın,” dedi. Hayatımın nesini merak ediyordu anlamamıştım. Klasik ev kadını hikâyeleri dinlemek kime cazip gelir ki? “Bak,” dedi, mutfak önlüğümü gösterdi, “bütün gün uğraş dur, adam da o koltukta senden bihaber ajansı dinleyerek uyusun.” Sustum. Önümdeki bisküviden bir tane alıp ısırdım, eteğime ufalananları avuçlayıp ayağa kalktım, “Biraz daha bisküvi ister misin?” diye sordum. İstemedi, kalktı, evine gitti. Ertesi gün yine geldi, kahve fincanlarımızı alıp balkona çıktık, sigaramızı tellendirerek kahvelerimizi yudumladık. Neden sonra aramızdaki bağ güçlendi. İyi dost olduk. O ara Seyficiğim haritalama görevi için bir haftalığına il dışına çıktı. Akşamında Serap geldi yine. Elinde büyük beyaz bir örtü vardı, bir de küçük karton kutu. Örtüyü serdi, karton kutuyu açtı. Kutunun içindeki mavi renkli kinetik kumu avuçlayıp örtünün tam ortasında ufacık bir tümsek yaptı. Tümseğin etrafını dört sıra halinde eş merkezli karelerle çevirdi, ardından daireler, tekrar kareler, tekrar daireler ile geometrik bir dizi şekilden oluşan tuhaf bir resim çizdi. “Gel, karşımda otur,” dedi, “bugünden itibaren bir haftalık çakra temizliğine başlıyoruz,” “Amaaan Serap, ev temizliği yeter bana, başıma icat çıkarma.” Kıkır kıkır güldü, “Kız, bu öyle temizlik değil, ruhumuzu temizleyeceğiz.” Geçip karşısına oturdum, zaten başka şansım da yoktu; Serap dediğini yapar, yaptırırdı. Kumdan resmin kenarına uzandık, gözlerimizi kapattık. Birkaç nefes alış verişiyle belleğimizi temizlemeye çalıştık. Benim bellek çingene çadırı, içerisini topladıkça zavallı anılarım kıyıdan köşeden çındır çaput gibi fırlıyordu. Neyse, bu bölümü geçtikten sonra başladık olumlama söylemlerine. Kendimi seviyorum, bedenimi beğeniyorum, ben değerliyim, özgürüm, kişisel kararlarımı uygulamayı seçiyorum, falan filan. Bir hafta boyunca yaptığımız bu meditasyonlardan sonra beyaz örtüyü toplayıp içindeki kumu lavaboya boşaltıyor, üstüne suyu açıp renkli kumun lavabonun içinde dönerek gidere doğru akışını seyrediyorduk. O esnada da kimseye ve hiçbir şeye bağlı olmadığımızı haykırıyorduk. Ritüelimiz bitince kahvelerimizi içip gece yarısına varana dek sohbet ediyor, yaşam ve beklentilerimiz arasındaki paradoksları irdeliyorduk.

Gündüzleri Serap yoktu, eczaneye gidiyor, kim bilir hangi hastalara nasıl şifalar dağıtıyordu, bilmiyordum. Lakin benim içimde uyandırdığı o tatlı kaşıntı, hayata bakış açımı değiştirmişti, bunu biliyordum. Sanki üstümdeki deriyi atmaya başlamıştım, bir cesaret, bir feraset, sormayın. Yedi günün sonunda pırıl pırıl çakralarımla yeni bir hayata doğmuş gibiydim. Seyficiğim iş seyahatinden dönmek üzereydi, akşama evde olacaktı. Mutfağa gittim, bir tepsiye biraz pirinç döküp masaya bıraktım, kapı koluna asılı mutfak önlüğüne elimi attım ki önlüğün üstünde daha önce görmediğim bir resim olduğunu fark ettim. İki kadın resmi. Önlüğü kapı kolundan çıkarıp masaya, pirinç koyduğum tepsinin yanına serdim, inceledim. Resimdeki iki kadını tanıyordum, birisi Serap diğeri Songül hocaydı. Serap’ın elinde metal bir buhurdanlık vardı, Songül hoca ise bir merdaneyi kavramış, havaya kaldırmıştı. Resim bir anda hareketlenmeye başladı, renkler iç içe giriyor, şekiller karmaşık bir biçimde yer değiştiriyordu. Sonra yavaş yavaş netleşen resimde Serap ve Songül hoca karşı karşıya durmuş şekilde belirdi. Songül hoca elindeki merdaneyle Serap’ın kafasına vurmaya çalıştı. Kulağıma bir takım sesler geliyordu; bağrışmalar, ıslıklar, küfürler, tezahüratlar… Serap hızlı bir hareketle savunmaya geçti, elindeki buhurdanlıkla Songül hocanın çenesine sert bir aparkat yapıştırdı. Songül hocanın kafası yukarıya doğru kaykılırken iki üç adım geriye sendeledi; ellerini dizlerine koyup soluklandı, başını kaldırıp Serap’a öfkeyle baktı, sıktığı dişleri kırmızıya boyanmıştı, ardından hızla ileriye atılıp Serap’ın suratına bir sol kroşe vurdu. Sesler yükselmeye başladı, kızgın bir gürültü kopuyordu. Serap çığlık atarak yere düştü. Pirinçlerin arasında dolanan parmaklarıma değen küçük bir taşı çıkarıp masanın üstüne koydum. Serap çok sinirlenmişti, ayağa fırlayıp Songül hocanın üstüne atıldı, art arda swing vuruşları savurmaya başladı, yumrukları o kadar hızlı gidip geliyordu ki kadının yüzüne çarpıp dönerken kolları sinek vızıltısına benzer bir ses çıkarıyordu. Songül hocanın gözleri şişmiş, suratı darmadağın olmuştu, tam tükendiği anda Serap nakavt yumruğunu çaktı. Songül hoca boylu boyunca yere serildi. Serap yanına gidip ayağını kadının göğsüne koydu ve saymaya başladı; bir, iki, üç, tık, tık, altı, tık, yedi, tık, tık, on. Kapının çalındığını o vakit fark ettim. Seyficiğim gelmişti, yemek yapamamıştım. Biraz sinirlendi doğal olarak, önlüğün üzerinde izlediğim boks maçını anlatsam inanacak değildi; canım ben de mecbur muydum, az yiyip aşçı tutsaydı kendisine, o gece biraz didiştik. Sonraki günler benim önlük aynı oyunu oynamaya devam etti; her seferinde Serap alıyordu maçı, ben yemek yapamıyordum, Seyficiğimle didişiyorduk. Adamın hoşuna gitmiyordu benim bu anarşik tavrım ama ben de devrim yapmaya kararlıydım. Böyle geçen bir zaman sonra Seyficiğimi artık sevmediğimi, onun kölesi olmadığımı anladım, karşısına geçip boşanmak istediğimi söyledim. Birkaç gün çeşitli davranış ve tehditlerle bu hareketimi bastırmaya çalıştı, en sonunda bir akşam, tamam dedi. Anlaşmalı bir boşanma dilekçesi imzaladık, bir hafta sonra hâkimin karşısındaydık. Yirmi sene evvel girdiğim kurumdan istifam kabul edilecekti böylece. Hâkim kararı okudu, “Boşanma dilekçesine göre davalı ve davacıların taşınmaz malları olmadığından ev eşyaları dışında paylaşacakları bir…” Şaşakaldım, Seyficiğime dönüp “Ne demek taşınmaz yok? Bizim aşağıdaki mahallede iki tane dairemiz var ya oturduğumuz dışında,” dedim. Ne malı, dercesine mal gibi baktı suratıma,  gözlerinin bebekleri küçük bir siyah yılan gibi kıvrılıyordu. Hâkim tersledi,  kavga edilecek yer değildi, haklıydı. Seyficiğimle ayakta durmuş, kararın okunmasını dinlerken, hâkimin gözünde ayıp yerlerini cennet yapraklarıyla örtmüş çulsuz iki kişiye dönüşüvermiştik. Şerefsiz! Tapu Kadastro’da ne işler çevirmişse malı mülkü puf etmişti. Dava bittikten sonra dışarıya çıktım, adliye binasının önündeki banka çöktüm, biraz sonra Seyficiğim göründü. Tam önümde durup bir sigara yaktı, “Seyfi, bana da versene bir tane,” dedim, aldırmadı, işaret parmağımı uzatıp “bi fırt!” dedim, arkasını dönüp çekti gitti. Karnıma bir sancı girdi o anda, bir burulma, kasılma. Lisedeyken de böyle olmuştum bir keresinde. İlk derste gelmişti sancı, teneffüs olur olmaz lavaboya koşmuştum. Kapısı kilitliydi. Hızla koridorun diğer tarafındaki tuvalete gitmiştim, orası da öyle. Okulumuz üç katlıydı, ikinci ve üçüncü katında koridorların her iki tarafında birer öğrenci tuvaleti vardı. Kızlar muayyen günlerinin çöpünü ortalıkta bıraktığı için Songül hoca lavaboları kilitleyerek cezalandırmıştı herkesi. Kasıklarımı zorlayan sancıyla iki üç dersi bitirdim, en sonunda dayanamadım alt kattaki kadın öğretmen lavabosuna gittim, içeriye girmemle Songül hocanın cüssesine çarpmam bir oldu. Sancımı sırtlanıp sınıfa döndüm. Büyük acılarla geçirdiğim ders saatleri bitince dış kapıya koştum, neyse ki açıktı, bahçe kapısına yöneldim, zebella gibi iki nöbetçi öğrenci durdurdu beni, “Hooop gidemezsin!” “Neden?” “İstiklal Marşı okunacak!” Eyvah ki Cuma günüydü! Çaresizce sıraya girdim, İstiklâl Marşı’nın birinci kıtasını okurken olanlar oldu. Velhasıl Serap’la yedi çakramı temizlemiştim ama Songül hoca ruhumu yükselteceğim yedi kapıyı seneler evvel kilitlemişti yüzüme. Kulağıma, yine o ateşli sesler çalınıyordu.  Akşama oynanacak önlük maçı çekişmeli geçecek gibiydi.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Latest posts by Hicret Birik (see all)
Visited 36 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version