Yazar: 21:27 İnceleme, Tiyatro İncelemesi

Aydınlıkevler

Bir Yılmaz Erdoğan oyunu olan Aydınlıkevler; Demet Akbağ, Salih Bademci gibi oyuncularla bizleri 70’li yılların Ankara’sına götürüyor. Dönemin yoğun siyasi atmosferinin hissedildiği bir mahalle, yoksulluk ve temel ihtiyaçlara ulaşmadaki zorluk, Ayhan ve babaannesi Zühre… 

Ankara’nın bir mahallesinde Zühre ve Ayhan’ın didişmeli ve zorluklar içeren günlerine dahil oluyoruz. Sürekli geçmişinden, zengin babasından, “eski Türkiye’den” bahsedip bugünkü yoksulluğunu kabul etmeyen Zühre, sorunlara pratik çözümleriyle günü kurtarmaya çalışıyor. Sobaya yakacak bulmanın belirsiz olduğu günün akşamında, radyosundan Çehov oyunu dinliyor. Radyosunun pili bittiğinde “Bir ülkenin pili biter mi?” diye sorarken yakacak odunu karşıdaki inşaattan çalma fikrini Ayhan’a kötü bir öneri olarak sunuyor. Bu yapacağımız suç dendiğinde, yoksulluk ve yakacaksız kalmanın da suç olduğu mesajını hazırcevaplığıyla veriyor. 

Oyun Yılmaz Erdoğan’ın kalemi, Demet Akbağ ve diğer başarılı oyuncuların varlığı ile kendisini ete kemiğe büründürüyor. İlk perdenin, karakterleri ve hikâyeyi oturtma süresince biraz daha beklentinin altında kaldığını düşünüyorum. Fakat ikinci perde ile beraber tüm hikâye birbirine bağlanıyor ve oyunun hızlanması ile anlamlı bir sona yaklaşıyoruz. Genel hikâyesine baktığımızda ise birden fazla konu başlığı çıkarabiliriz. Oyunun tanıtımına baktığımızda, “Burası Aydınlıkevler ve babaannem Amerika’ya karşı!” yazıyor. Bu sadece dikkat çekici ve senaryoya dönüşecek bir başlangıç noktası gibi gelmedi bana. Sıradan, kimsenin önemsemeyeceği yaşlı bir kadının -Amerikalılar gibi uç bir örnek gösterilerek- her soruna müdahil olabileceği, hatta çözümüne öncülük edebileceği mesajını da veriyor. Elbette bu yorum babaannenin Amerikalılara başkaldırışı kadar gösterişli değil ama gösterişsiz kısmı gerçek hayata daha yakın. 

Mahallelerindeki boş bir arsayı Amerikalıların satın almasıyla hikâye başlıyor. Ne olduğu anlaşılamadan, önce o alanın etrafı duvarla çevriliyor. Oradan gelen yuvarlak cisimlerle mahalleli giderek huzursuz hale geliyor. Önce birkaç cam, sonra rutin haline gelen pencere kırılmalarıyla, başta Zühre olmak üzere, mahallelinin tepkisini çekiyor. 

Zühre yaşına başına bakıp evinde oturacak birisi değil. Günlük geçim sıkıntısı iyice artmışken, ertesi günün yakacağı belli değilken olan biteni boşvermiyor. Hem inatçılığı hem zengin babasından kalma alışkanlıklarıyla, kah mahallenin muhtarını ayağına çağırıyor kâh Amerikalılara karşı mahalleliye öncü oluyor. 

Mahallenin bir de âşık ressamı var. Vermek istediği mesaj için iyi kurgulanmış bir karakter olduğunu düşünüyorum. Salih Bademci’nin başarılı oyunculuğu ile bu mahallede bir de ressam olmalı denerek eklenmiş bir karakter değil. Diğer karakterle birlikte, işlenen konuya farklı bir tutumu anlatan bir kişi olsun diye konulduğunu hissettiriyor. Ressam Süreyya, kendi halinde evinde resimler yaparken aynı zamanda hayali bir güzele âşık. Onunla konuşuyor, dertleşiyor ve her şeyden daha önemlisi bir sevgilinin ona söylemesini istediği şeyleri söyletiyor. Süreyya dönemin politik gündemine ve eylem yapan gençlere de, “En gerçek şey sevgidir, sevin sevilin,” diyor.  

Ressam Süreyya platonik âşık olduğu ve sürekli hayalini kurduğu kızla komşularının da yardımıyla bir buluşma ayarlar. Ona olan aşkı ve sevginin gücüne olan inancı ile onu ikna edeceğini düşünür. Süreyya’nın kızın resmini yapmak istemesi ve ona olan ilgisi tahmin ettiği gibi kızın hoşuna gider. Fakat kız bugüne kadar yaşadığı yokluktan bıkmıştır. Bir araba istediğini söyler. Süreyya’nın sevgisi etkilemiştir ama yetmemiştir. 

Hayır, parasız saadet olmaz konusu değil burada yaşanan. Süreyya’nın oyunun son sahnelerinde Amerikalılardan kurtulmak için harekete geçen gençlerle yaptığı konuşma biraz durumu anlatır bizlere. Ressamın sevgi içeren öğütlerine, Sevelim sevilelim başka bir şey yapmayalım ?” diyen gençler; ama camlarımız kırılıyor, evde kömür yok diye cevap veriyorlar. Süreyya’nın gerçek sevgisinden etkilenen kız, onun kadar çevresine ve yaşadıklarına arkasını dönemiyor belli ki. Klasik maddiyatçı bir tavır değil gösterdiği, bu kadar sıkıntımız var ve bunlar yokmuş gibi davranamam diyor biraz da. Eylemdeki gençler sadece sevmediler, çünkü kömürleri yoktu, âşık olduğu kız da Süreyya’ya evet demedi çünkü o günün şartlarında zorlu bir hayatı vardı ama bir çıkış yolu yoktu. Yine yukarıdaki tüm subjektif yorumlar ve oyunun sonu sizin için daha başka şeyler ifade edebilir. Oyunda neler olduğunu konuşmak ya da sonunda ne olduğu çok da önemli değil gibi. Önemli olan herkesin bu sonucu farklı yorumlayabileceği ve en önemlisi Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı bir “meselenin” olması. 

Süreyya o dönemde böyle bir karakter olarak yer alırkan, babaanne Zühre, torununun yine gelirlerse sorusuna, yine kovarız, yine gelirlerse sorusuna tekrar yine kovarız diyordu. Oyun birbirinden farklı karakterlerin yaşanan sorunlara yaklaşımlarını göstermesi açısından başarılı görünüyor. Oyuncuların da kalitesi karakterleri daha özgün kılıyor. Zühre tüm zorlukları çok konuşarak bertaraf ederken biliyoruz ki “konuşarak yalan söylemek, susarken söylemekten daha kolaydır”. Çok konuşanlar mı kazandı, susanlar da haklı mıydı? Sevmek sorunları çözdü mü, yoksa Yine mi geldiler? Bir babaannenin Amerikalılara karşı çıkması mıydı mesele, yoksa mesele bir mahallenin Zühre’si olmak mıydı? 

Yılmaz Erdoğan’ın kaleminden Demet Akbağ’ı izlemek için güzel bir bahane… 

Editör: Gülçin Yurdaer

Latest posts by Murat Aslan (see all)
Visited 14 times, 9 visit(s) today
Close
Exit mobile version