Sıcak bir öğle vaktiydi. Binalar içlerinde zor tuttukları insanları sokaklara kusmaya başlamıştı. Ağır safra kokan bu bedenler sağa sola koşturuyor, yeniden binalarına dönmeden önce, kendilerine verilen kısacık gün arasını eritmeye çabalıyordu.
Bu kalabalığın biraz dışında, taksi durağında sıra bekleyen arabaların en başındaydı Cemal’in aracı. Cemal de aracın sürücü koltuğundaydı. Herhangi birinin ikinci kez bakmayacağı türden, yok yüzlü bir adamdı. Seyrelmiş kumral saçları, kahverengi gözleri, tek tük sakalları vardı. Ağzının kenarında, kendi kendine tüten bir de sigara tutuyordu.
Durağın çaycısı aralık camdan bir gazete uzattı ona. Çaycı, sarmalı tütünü genzine doldurup başını da gazetenin ardından içeri soktu. Dumanı dudak aralığından savurup sarı dişleriyle gülümsedi.
“Neler oluyor lan, oğlum neler oluyor?”
Cemal onun işaret ettiği habere göz ucuyla baktı. Mahalleden eski bir tanıdığın fotoğrafını gördü. Kayıptı.
Omuzlarını silkti. “Ee,” dedi. “Bu mu yani?”
Çaycı bedenini camdan dışarı çekti, kapıyı aralayıp yanına oturdu. “Ulen okusana.” Nasırlı parmaklarını satırlarda dolaştırıyor, bir yandan da sigara dumanını ciğerlerine köklemeye devam ediyordu. “Bak,” dedi. “Böyle böyle kaçıncı kayıpmış bu!”
“N’apalım abi,” dedi Cemal, “en fazla bakarak oluruz o kadar. Ama dikkat sen de.”
Çaycı sigarayı son kez içine çekip dumanı Cemal’in yüzüne savurdu. “Neyse, siktir et. Hadi git, müşteri bekliyor seni.”
“Hay ananın amı Rüstem! Ne tutuyorsun oğlum o zaman lafa? Adres ver.”
“Aysunnn,” dedi çaycı, “seninki… Manolya Sok. 45 Numara. Gazan mübarek olsun agaaa!” Gülümsemesini sokaktaki herkese pay ederken indi arabadan.
Cemal söve söve asıldı direksiyona. Trafiğe girmemek için ters yöne kırdı, gaza yüklendikçe yüklendi. Aysun bekliyordu, boru değildi. Bir yandan gözlerini yola dikerken diğer yandan sağ eliyle torpidoyu yokladı. Ucuz briyantini ve şişeye doldurttuğu çakma parfümü bulunca dikiz aynasını kendine çevirdi. Saçlarına briyantini, terinin kuruduğu boynuna parfümü bocaladı. Radyoyu Aysun’un sevdiği kanala getirip eşyaları torpidoya koydu, dikiz aynasını eski yerine sabitledi. “Ah,” dedi. “Canına yandığımın. Ne çok özledim be!”
Aysun’un evinin önüne on beş dakikada ancak ulaştı. Orta yaşlı, sarışın kadın topuklu ayakkabıların üzerinde beklemekten bitap düşen vücudunu arka koltuğa zor attı. “Ay nerde kaldın ayol?!” dedi tatlı sert bir kızgınlıkla. “Senin yüzünden geç kaldım.”
Cemal aynadan çekingen bir bakış atıp yeniden yola döndü yüzünü. “İstanbul trafiği Aysun Hanım, akmıyor da damlıyor meret.”
Aysun sarı saçlarını savurup başını havaya kaldırdı. Kor gözlerinden kurtulan bir alev yumağı, aynadan Cemal’in kalbine düştü. Ölüm bu deseler zavallı inanırdı.
“Çok sıcak değil mi Celal Efendi, az bir cam mı açsak?”
Cemal onun ağzından dökülen adın yanlışlığına takılmadı, değiştir dese Celal’e tavdı. “Hay hay,” diyerek camları hafifçe araladı. Aysun yelpazesini çıkarıp bluzunun üst iki düğmesini açtı. Zavallı adam yola mı baksındı, Aysun’un memelerine yaslanmanın düşüne mi dalsaydı, bilemedi. Radyonun sesini yükseltmekte buldu kaçışı. Kadının yelpazesi inip kalkarken uçuşan saçları aynadan gözünü aldı. “Ah Aysun,” dedi içinden, “ah orospu Aysun! Nasıl da biliyorsun kudurtmayı!”
Aysun gözlerini kısıp bedenini iki koltuğun aralığından öne eğince, Cemal içinden mi konuştu dışından mı, anlayamadı. Yüzü ala, mora, soluk bir gökkuşağına döndü.
“Bir şey mi oldu, bir şey mi dedim?”
Kadın başını sağa sola salladı. “Ayol sen değil ben dedim, hanımın diyorum, o nasıl?”
Cemal, kokusu burun deliklerini tarumar eden kadına hafiften döndü. Azıcık uzansa incecik dudaklarına gömülürdü.
“Aman Aysun Hanım,” dedi. “Ne hanımı, otuz iki yıldır, yani anadan doğma bekârım ben.”
Yelpazesini kapatıp bedenini geriye doğru yasladı. Taksinin gri tavanına bakıp okkalı bir kahkaha attı. “Ben de kırk beş Celil Efendi, inanır mısın bir kırk beş daha bekâr giderim.” Kaşlarını çatıp dudaklarını büzdü. “Eee o zaman kimin karısıydı o?”
Kadın kokusuyla Cemal’in hormonlarını alt üst ederken ardına yaslandı. Taksi şoförü duyduğu soruyu unuttu. “Düşünmez misiniz peki hiç? Evliliği yani…”
Aysun’un kahkahası daha da yükseldi. Kırmızı ojeli sol eli havaya kalkıp Cemal’in omzuna indi. “İlahi Cemil Efendi! Aşk olsun yani! Adamın donlarını çitile, çocuklarını pışpışla, karnını doyur, uçkurunu oyala! Ayol öyle iş mi olur? Bu dediğin deliliğin dik âlâsı olur.”
Cemal başını hafifçe salladı, yalandan bir tebessümü aynadan Aysun’a yolladı. Kadın evlenelim dese, taksi plakasını o saniye üzerine yapardı. Aysun başını sağ yanındaki cama çevirdi. Rüzgâr saçlarının arasında gezinmeye başlayınca gözlerini kapattı. Mavi simli far, gözkapaklarını saten bir çarşaf gibi örtüyordu. Cemal’in dikiz aynasından savurduğu kaçamak bakışlar çarşafları soydu, kadının çırılçıplak tenine kondu. “Ah,” dedi istemsizce, “ah bir koynuma alamadım!”
Kadının gözkapakları aralandı, sorgular bakışları aynadan taksi şoförünü buldu. “Ne dedin anlayamadım, rüzgâr uğul uğul kafamda.”
Adamcağız soluğunu tuttu, aklına gelen ilk soruyu sordu. “Sağa mı sapalım sola mı?”
“Ne?”
“Nereye gidiyoruz, demediniz de onu Aysun Hanım, bilemedim ben.”
“Ha,” dedi Aysun, çantasından kırmızı rujunu ve minik aynasını çıkarttı. “Düz devam et sen, biraz ileride arkadaşım alacak beni.”
Kadın ruju dudaklarının kuruluğuna her daldırdığında, Cemal kendi yalnız dudaklarını yaladı. Artık yola az biraz bakıyor, geri kalan her salise Aysun’u izliyordu. Mavi simli farı, kırmızı ruju, cilası kaçan ucuz sarı saçları aklına mıhlandıkça mıhlandı. Göremediği yerleri düşlerine yeniden düşerken, kadının arkadaşının kimliği kafasındaki geri kalan boşluğu da doldurdu. Ölüp bittiği Aysun’u başka adamların yanına bırakmak reva mıydı?
Kadın, aynayı ve ruju çantasına gelişigüzel atıp yirmi liralık banknotu cüzdanından çıkardı. Elini Cemal’in omuzuna koydu. “Sağda bir yerde indiriver sana zahmet, iki saat sonra da al beni buradan.”
Zavallı adam canhıraş, bir şeyleri değiştirme imkânı varmış gibi dönüp baktı ona. “Gel bana gidelim,” dedi içinden, “gel benimle yap ne yapacaksan…”
Aysun onun suskunluğundaki cümleleri duyamadı. Parayı adamın avcuna sıkıştırıp arabadan indi. Topuklu ayakkabılarının üzerinde yalpalayarak uzaklaştı. Cemal onu gözünden kaybetmeden bir saniye önce esmer, takım elbiseli, sakallı adamı gördü yanında. Artık ölse, bu yüzü unutmazdı.
***
Aysun’u gidip almadı. Taksiyi öğle vakti diğer şoföre teslim edip evinin bulunduğu Tartaros sokağın köşesindeki çorbacıda, iyi temizlenmemiş iki kâse işkembe içti onun yerine. Kaşığı tutan avcunda hâlâ kadının verdiği para vardı. Masadan kalktı, cebinden iki onluk çıkarıp kasaya bıraktı. Sarsak adımları ile köşedeki büfeyi buldu. Üç bira, iki paket de sigara aldı. Kapının önündeki tezgâhtan elli midye de paketlenirse tamamdı.
Bir avcunda siyah poşeti, diğerinde yirmi liralık banknotu tutarak mahallenin tuhafiye, parfümeri, bijuteri satan eski püskü dükkânına girdi. Mavi simli bir far ve kırmızı ruj aldı. Kendine de yeni bir don, atlet, polyesteri az iki çift çorap sardırdı.
Evin geri kalan yolunu Aysun’un hayaliyle yürüdü. Bahçe girişinde oynayan çocukları elindeki poşetlerle sağa sola kovaladı, yavru bir kediye siktiri çekti, kapıyı araladı.
Eve girince yüzüne cehennem gibi ağır bir koku salındı. Salonun camlarını açtı, havalandırdı. Sanki tüm şehrin günahı bu evin altında toplanıyor, yanarak şehri ısıtıyorlardı.
Biralardan birini açtı, geceden beri üzerinde olan kıyafetleri çıkardı, çırılçıplak yürüyerek bahçeye astı. Hava alsalar yeterdi, akşama yine giyerdi.
Üzerine yeni aldığı külotu ve atleti geçirdi. Sonra yatak odasına doğru usulca yürümeye başladı. Bir avcunda banknot, diğerinde mavi simli far ve kırmızı ruj vardı. Odaya yaklaştıkça Aysun’un parfümünün kokusu genzine doldu. Heyecandan eli ayağı birbirine dolandı. Dilini, dişlerinin arasına kıstırıp yılan gibi tısladı. Bedeni kasıldıkça kasılıyor, ayakları bir sonraki adımı daha titrek atıyorlardı. Kalbinin sesi, kulaklarındaki örsleri sallıyordu.
Nihayet odaya girip perdeleri kapattı. Yatağın kirli nevresiminin altındaki bedene göz süzdü. Gece lambasını yaktı. Gün henüz aydındı ama odanın içinde durmadan değişen renkler yine de seçilir durumdaydı. Usulca yatağa sokuldu, nevresimi yavaş yavaş çekti. Kırmızı ruju, mavi farı bir de yirmi lirayı komodine koydu. Bir eli öylece yatan bacaklarda dolaştı, uçları gözüken sarı saçları okşadı. Diğer eli kendi erkekliğini kavradı. “Kalk,” dedi, “şu farı, şu ruju sür, becericem seni.”
Yatakta hiçbir hareket yoktu. Nevresimin geri kalanını da kaldırdı ve karşısındaki bedeni çırılçıplak bıraktı. Orada gözleri Aysun’la aynı renk, saçları aynı ton sarı, üzerindeki ucuz plastiğe onun parfümü sıkılmış şişme bir kadın yatıyordu.
***
Plastik kadının ağzı, vajinası ve anüsü gece lambasının ışığında parıldayan spermlerle dolmuştu. Gözkapaklarındaki mavi farlar ve boyası dağılmış kırmızı ruju ile yatağın ayakucunda öylece uzanıyordu.
Cemal, büfeden aldığı midyeleri birayla midesine gömdü. Sigaraları peş peşe içerken, içinde biriktirdiği sakatatın ağırlığı bedenine dağıldı. Bira şişelerini yatağın kenarına koydu, midye çöplerini siyah poşete doldurdu. Sırtüstü uzanırken Aysun’un zihnindeki kahkahalarını duydu. Kadının tenine sokulup uykuya dalmayı düşledi. Kasıklarını kalçalarına dayamayı ve saçlarının sıradan şampuanının kokusunu genzine doldurmayı istedi. Bir sağa bir sola dönüp durduğu yatak dar gelir oldu. Ayağının ucunda yatan ve artık anlamsız bir nesneye dönüşen şişme kadını hızla tekmeledi. Plastik kadın yere düşerken varla yok arası bir ses çıktı. Cemal’in isteği üzerine kısa bir süre Aysun olmuş, sonra yeniden kendi hiç hayatına dönmüştü.
Uykuya dalmaya az kala, acaba nasıldır diye düşündü Cemal, bir kadının tenine dokunmak nasıldır? Hiç avuçlarının arası gerçek bir memeyle dolmamış, gerçek bir çift dudakla öpüşmemişti. Herhangi bir kadının herhangi bir deliğini doldurmamıştı. Elleri en fazla kadın avcu görmüş, sonrasını ya parmakları ya da yapma kadınları halletmişti.
İç çekti Cemal. Düşünceleri onu boğuyordu. Bir de karanlık gece, hızla üzerine iniyordu. Eve dolan sokak lambasının ışığı, gece lambasının çirkin bordosu ile birleşince, duvarlara da biçimsiz gölgeler düştü. Cemal yorganın altına gömüldükçe gömüldü. O kendini sakındıkça gölgelerin kolları büyüdü. O korktukça gölgelerin cesareti arttı. Biraz daha uzanabilseler boynunu kavrayacak, yorganın altındaki erkekliğine bakacak ve kahkahalarla güleceklerdi. Sen yapamazsın diyeceklerdi, hiçbir kadın sana bakmaz. Bu ne oğlum böyle, diyeceklerdi, işerken tutabiliyor musun bunu, serçe parmağınla karıştırmıyorsun ya?
“Yeter!” diye bağırdı. Çocukluğu ve ergenliği boyunca duyduğu bu cümleler, unutulmamak için zihnindeki her boşluktan sızıyordu. Bazen yüzü olmayan kocaman ağızlardan gözlerinin önüne dökülüyor, bazen art arda çınlayıp duruyorlardı. Kimi zaman böyle gölgelere dönüşüyor ve sonu gelmeyen kahkahalardan suni duvarlar örüyorlardı. Cemal ağlayarak uyuyor ya da evin içinde dört dönüp hayaletlerini arıyordu.
Hıçkırarak ağlamaya başladı. Islak yastığa başını yasladı. “Cehennemde,” dedi, “o cehennemin dibinde, unut onu.” Kulağının dibindeki ses kesilmeyince, yorganın altına daha da gömüldü. Uyumak zorundaydı ama olmuyordu, sesler susmuyordu. Kafasının içindekiler, uyumasına izin vermiyordu. Ayağa kalktı, gece lambasını kapatıp holün ışığını açtı. Gölgelerin, önce görüntüleri ardından sesleri uzaklaştı. Adımları onu geri götürürken, varla yok arası bir inleyiş duydu. Durdu, yolunu değiştirdi. Arka odaya giden dar koridoru yürüdü. Cemal biliyordu; gölgelere ait olmayan bu ses, tam da oradan geliyordu.
***
Gecenin dördüydü. Seyyar tezgâhta pişen dalak kokusu taksinin içine doluyor, tek tük geçen arabaların kısaları asfaltı aydınlatıyor, sokak köpekleri ve sokak insanları birbirine karışıyordu.
Sigarasını tüttürüp radyonun sesini açtı, bir süre öyle kaldı. Bu afaki bekleyiş neyse ki çok uzun sürmedi; taksi doldu, kısa bir süre sonra yine boşaldı. Sabahın ilk ışıklarına kadar aynı döngü tekrarlandı.
Gün ayarken, gecenin bu garip koşturmacasının yerini işe gidenler aldı. Cemal, arabanın içini iyice havalandırıp gece müşterisinin içki kokusunu sabahki gelmeden dağıttı.
Saat sekiz civarı arabayı düşündüğü yere çekti. Takım elbiseli, sakallı adamı görünce kornaya yüklendi. “Götüreyim abi.”
Adam sorgusuzca kabul edip arkaya oturdu.
Dikiz aynasından ona baktı Cemal, sonra ortaya öğrenilmiş bir cümle bıraktı. “Çok kalabalık çok.”
Adam başını salladı. “Hem de nasıl!” Gözlerini kıstı, bedenini öne eğdi. “Tanıyor muyum seni?”
Birkaç dakika sonra adamı gerekli yere bırakıp Tartaros sokağın köşesindeki büfeye yeniden uğradı, tükenen sigara paketlerini yenileyip karman çorman bir sandviç yaptırdı. Soğuk yumurta, tatsız domates, kalitesiz peynir, az lezzetli salatalık ve sosis koydurdu bayat ekmeğin arasına.
Taksiyi iç dış yıkatıp devretmesine birkaç saat kala durağa geldi, aracı sıraya soktu. Önünde üç araba vardı, biraz dinlenirdi. Durağın içine girip hasır iskemlelerden birine oturdu. Çaycı Rüstem ona taze demlenmiş çay getirdi. Karşısındaki iskemleye yerleşip “Neler oluyor oğlum,” dedi, “Oğlum ülkede neler oluyor?”
“Hay sikiyim Rüstem. Bugün ne olmuş?”
Çaycı ellerini iki yana açtı, bir sağa bir sola baktı. Etrafta kimse yoktu, ama yine de kısık sesle konuştu. “Aysun, yani Aysun Hanım, seninki işte…”
Cemal’in gözbebekleri büyüdü, çenesi boynuna yaklaştı, kafatasının üzerindeki görünmez boynuzları ona çevirdi. “Ne olmuş lan Aysun’a?”
“Polisler gelip almış abi, şey oluyormuş, bununkiler, işte şeyleri…”
“Anlat!”
“İşte bazı müşterileri ortadan kayboluyormuş. Bizim o kayıplar filan, hep Aysun’un kırıklarıymış. Aysun yapıyor diyorlar, mahalleli lakap da takmış. Karadul diyorlar.”
“Hassiktirsinler oradan! Ne bilecek lan mahalleli?”
Hışımla kalktı yerinden, arabanın anahtarlarını cam sehpaya fırlattı. Rüstem’in sehpaya bıraktığı cam bardak titredi, birkaç damla çay etrafa sıçradı.
“Çocuğa verirsin bunu, az işim var, gidiyorum ben,” dedi. Kapıdan çıkacakken geri döndü. “Birkaç gün yokum, arayıp sormayın.”
Hiçbir yere uğramadan doğruca eve geldi. Ayakkabılarını çıkarmadan içeri girdi. Arka odanın plastik boya sürülmüş kapısını araladı ve yerde çırılçıplak uzanan adama baktı. Tüm vücudu kalın kırmızı urganlarla bağlanmış, ağzına safran rengi bant yapıştırılmıştı. Simsiyah sakalları ve aynı tonda saçları vardı.
Cemal’in onun üzerinden soyduğu takım elbise bahçede havalanıyordu.
***
Radyoyu açtı. Sevdiği arabesk kanalı ayarlayıp müziği son sese getirdi.
Şişedeki ketamini şırıngaya çekti, adamın henüz ayılan bedeninin yanına oturdu. Boynundaki damardan ilacı yavaş yavaş verdi. Adamın gözbebekleri çaresizce ona yalvarıyor, bedeni urganlardan kurtulmaya çırpınıyordu. İlaç zerk ettikçe zavallının bakışları devrildi, kasları gevşedi, direnci kırılıp gitti.
Cemal, önce onun ağzındaki bandı değiştirdi. Sonra radyoyu kapattı, yatak odasına gidip kendi Aysun’unu aldı. Yıkadı, giydirdi, makyaj yaptı ve adamın sol yanındaki koltuğa oturdu. Elini omzuna atıp memesini avcunun içine aldı. Televizyondan herhangi bir kanal açıp ayaklarını yerdeki adamın karın boşluğuna üst üste attı.
Adam yeniden ayılınca Cemal önce ayaklarını, sonra siktiri çekti. Adamın ürkek gözlerine bakıp “Nasıl ama,” dedi, “Aynı Aysun değil mi?”
Adamın gözleri çalakalem yalvarırken, Cemal’in aklı yıllar öncesine gitti. Abisinin onun vücudunda dolaşan ellerini düşündü. Bakışlarıyla ona nasıl yalvardığını hatırladı. Arkasında gidip gelirken kulağına uzanıp fısıldadığı sözleri yeniden duydu. Ses çok uzak bir geçmişten, zamanı yararak geliyordu.
Sikemiyorsan sikerler oğlum… Çünkü erkek değilsin sen! Şuncacık şeyle ne erkekliğin var senin?
Dudakları titremeye başladı, kalbine çocukluğunun karanlığı oturdu. Sıkışıp kaldığı bu bedenden uzaklaşmak istiyordu; ama mümkün değildi. Zaman o anlarda ne kadar yavaşladıysa, zihni bir türlü şimdiye erişemiyordu. Sigarasını yaktı, şişme kadının omzuna başını dayadı. “Hepimizin bir katili var,” dedi, “hepimiz birilerinin ölüleriyiz.”
Sigarayı içine çekerken gözlerini kapattı. Çocukluğunun başka bir anına taşındı.
Sevdiği kızla eve gelmişlerdi. Belki elini tutarım demişti Cemal, belki öperim. Ama birkaç dakika sonra abisi görünmüştü kapıda. Kızı bir köşede sıkıştırmış; bacaklarının arasına, henüz büyümeye başlayan memelerine dokunmuştu. . Sonra kızı oturtmuştu. Cemal donakalmıştı, kızın korku dolu gözlerine baktığı o anda, bir daha hiçbir kadına dokunmayacağını anlamıştı.
Gözlerini açtı. Dudakları zangır zangır titriyordu. Sigaranın ucuna işaret parmağıyla vurdu, külünü adamın üzerine savurdu. Adam olduğu yerde sıçradı, kıvrandı, yüzü kıpkırmızı oldu. Sigarayı çekti, dumanı şişme kadının ağzına üfledi. Duman gerisin geriye çıkarken, sigarayı onun plastik vücuduna bastırdı. Kadının naylonunda sigaranın değdiği yer eriyerek büzüştü.
Şişme kadın yavaş yavaş sönerken Cemal ayağa kalktı, şırıngaya yeni bir şişe ketamin çekti. Adam olacakları anlamıştı: Kıvranıyor, ağlıyordu. Cemal onun yanına oturdu. İlacı boynuna enjekte ederken, “Korkma,” dedi. “Hemen olmayacak. Ağır ağır, her bir anını hissederek biteceksin. Abimin ve diğerlerinin çukuruna düşecek, onları yiyen sürüngenlere, kemirgenlere diri diri yem olacaksın. Susuzluktan mı, açlıktan mı, koparılan etlerinin acısından mı öldüğünü bilmeyeceğim. En az üç, en fazla dokuz gün… Sonra bitecek, bir sonraki buluşma yerimiz cehennem olacak.”
***
Odanın ortasında serili duran halıyı topladı, altındaki demir kapıyı ağır ağır kaldırdı. Ölülerin kokusu sızmak için buldukları deliğe tırmanırken, eğilip gözleri karanlıkta parıldayan kemirgenlere baktı. Eve çıkmaya çalışan solucanları ayaklarıyla ezdi. Adamın çıplak gövdesini sürükleyerek çukurun yanına getirdi ve ona hızlı bir tekme savurdu. Adam çukura düşerken gözlerini Cemal’in ruhuna açtı. Tahtayı hızla kapatıp umarsızca halıyı eski yerine örttü. Hiçbir şey hissetmesine imkân yoktu. Çünkü Cemal’in ruhu, abisinin döllerine karışan dışkılarıyla beraber çoktan yok olmuştu.
İlk gün Cemal adamın takım elbiselerini giyip Aysun’u düşledi, sonra eriyip küçülen suni kadını izleyerek mastürbasyon yaptı.
İkinci gün kulağını yere dayayıp adamın cılızlaşan sesini dinledi. Duyduğu her yakarışta zihni biraz daha sakinleşti.
Üçüncü gün Rüstem’i arayıp yokladı. Aysun’u salmışlardı. Ellerinde herhangi bir delil yoktu. Adamlar hâlâ kayıptı; ama sağlar mı yoksa ölüler mi, kimse bilmiyordu. Dokuz adam, dedi Rüstem, hiçbirinden haber yok.
Dördüncü gün Aysun’a duyduğu aşkı nadasa yatırdı. Eriyen ve eridikçe çirkinleşen kadına bakıp soğuyan içini dinledi. Aysun gibi pervasız bir orospu için daha fazlası değmezdi.
Beşinci gün adamın sesi kesilince soluğunun da ona katıldığını anladı. Çukurun kapağını kaldırıp şişme kadını, iç çamaşırlarını, makyaj malzemelerini, Aysun’un onun avcuna sıkıştırdığı paraları aldı; hepsini ateşe verip çukurun dibine attı. Camları sonuna kadar açıp evin geri kalan yerlerine de benzin döktü. Çakmağı çakıp önce onun sonra diğerlerinin cehennemi olan eve savurdu. Cemal’in adımları uzaklaşırken, Tartaros sokak onun evinden yükselen dumanlarla cehennem yerine döndü.
Durağa gitti, arabanın anahtarını aldı. Sokağa giren itfaiye arabasının yanından hızla geçip anayola döndü.
Suni Aysun, Aysun’un adamları, abisinin kemikleri, ölü bedenlerin yiyicileri; Tartaros sokaktaki cehennem çukurunda hep beraber yok olmuşlardı.
Birkaç saat hiç durmadan, nereye gittiğini bilmeden sürdü. Telefonu durmadan çalıyor, Rüstem onu arıyordu. Evin yandı diyecekti, biliyordu.
Akşam inince Cemal esmer, yeşil gözlü bir kadın gördü, arabayı durdurdu. Kadın arabaya bindi, dikiz aynasından Cemal’e baktı. Cemal’in eli ayağı boşandı, kadına adını sordu.
***
Kadına göre taksi şoförü sıradandan daha sıradandı. Başını elindeki telefondan kaldırmadan ona adını söyledi. “Berru.”
“En sevdiğim isim,” dedi taksi şoförü. Onu istediği yere götürüp durağın kartını uzattı. “Ucuza taşırım, aradığınızda beni istediğinizi söyleyin,” dedi. Kadın gülümsedi. Bu tebessüm kendine mi, kadının avuçlarındaki telefona mı bilemedi Cemal. Kadın arabadan indi, dar sokaktaki evine girmeden dönüp Cemal’e şöyle bir baktı. O bakış taksi şoförüne yetti. Onun geride bıraktığı kokuyu içine çekip cebinden telefonunu çıkardı ve internetten yeni bir şişme kadın siparişi verdi.
Esmer, yeşil gözlü, adı Berru.
Editör: Mete KARAGÖL
- Varlık - 11 Ocak 2023
- Tartaros Sokaktaki Ev - 1 Eylül 2022
- Galiba, Sanırım, Emin Değilim - 13 Mart 2022