Yazar: 15:00 Öykü

Son Tur

Dönme dolap mıydı o? Evet evet kesinlikle dönme dolaptı. Çocukluğundan beri hayalini kurup binmek için annesine her gün yalvardığı, evin karşısındaki lunaparka ağlayan gözlerle bakıp dibindeki lunaparka ulaşamadığı için bütün gün somurttuğu, yemek bile yemediği günler çok uzakta mı kalmıştı artık? Yemek yemeyerek annesini mi cezalandırmıştı? Tüh keşke dinlemeyip sokağa fırlasaydı da dilediği kadar binseydi o dönme dolaba. Sabahtan akşama kadar; ama hayır binemezdi. Lunaparkın açılış kapanış saatlerine uyması gerekirdi. Öyle istediği kadar binemezdi, istediği kadar da dönemezdi. Belli bir tur sayısı vardı en nihayetinde. Üç, bilemedin dört… Kafasının içinde bir an annesinin sesi yankılandı. “Daha dün bindin, yine mi? Ama her gün her gün olmaz ki.” 

Uzunca bir süre bekledi kapının önünde. Gri camlara insanların telaşlı yürüyüşleri, kedi ve köpeklerin başıboş dolaşmaları yansımaktaydı.

Çok zengin bir ailesi olmamıştı. Babası çalışıyordu sadece. Annesi ev hanımıydı. Bazen mahalledeki konu komşunun dikiş işlerini yapardı eve üç kuruş daha fazla para girsin diye. İşte ne kadar katkısı olursa… Çok tutumluydu ama annesi; o paraları biriktirip kendine çamaşır makinesi almıştı. Ne kadar da mutlu olmuştu ilk çamaşırları yıkadığında. “Aaaa tertemiz olmuş, hiç leke yok bakın. Üstelik artık ellerim de çatlamayacak, çamaşırlar yıkanırken ben de süpürüp toz alabilirim bir taraftan.” Uzun uzun seyrederdi çamaşırlar makinenin içinde döne döne yıkanırken. Deterjan köpürürdü de köpürürdü. Tüm lekeler, mahallede oynarken çamur olan kıyafetleri, yemek yerken masa örtüsüne dökülen yemek lekeleri deterjanlı suda kaybolurken o da oturur izlerdi. 

Başı ağrıdan çatlıyordu. Bakımlı, kırmızı ojeli tırnaklarına şöyle bir bakıp üstünü başını düzeltti. Eteğini çekiştirdi. Çok mu kısaydı? Rengi uygun muydu ki? Gelen geçenlerin kıyafetlerine bir göz attı. Sonra kendi üstüne başına baktı. Diğerlerinin arasında sırıtmıyordu. Kılık kıyafeti gayet uygun ve uyumluydu. Hem diğer insanlara hem de buraya.

Babası çok çalışkan adamdı. Gündüz simit satar, akşamları da benzin istasyonunda pompacılık yapardı. Yine de yetmezdi ya… Yetiremezdi adamcağız. Nasıl olurdu da gelen geldiği gibi giderdi annesinin deyimiyle akıl sır erdirilecek şey değildi. Okul masrafları bir taraftan, evin giderleri bir taraftan, kardeşinin hastane masrafları bir yandan… Çoğu gece duyardı annesinin gözyaşı akıtmadan ağladığını, isyan etmek istediği halde isyan edemeyip sessiz çığlıklarını… O akşam yemek yetmeyeceği için kendi yemeyip çocuklarına yedirdiğini hep bilirdi. Babasının sonu gelmeyen çaresizliğini çok görmüştü. 

Artık içeri girmeye hazırdı. Yıllardır beklediği buydu işte. Hak ettiği buydu, emeklerinin sonucu, anne ve babasının çabalarının, desteklerinin ve gayretlerinin sonucu… Derin bir nefes alıp hızlı adımlarla yürümeye başladı. Çat! Durdu bir an. Durmak zorunda kaldı. Şansı vardı ki düşmemişti. Şöyle bir baktı ki ayağının mazgala takıldığını fark etti. Yok artık daha neler! Bu ihtişamlı, lüks binanın önünde bu mazgal öyle mi? Olacak iş değildi doğrusu. Ayakkabısının topuğunu çıkarmak için bir hamle yapmıştı ki yoldan geçen simit satan bir çocuk elinden tuttu. “Yardım edeyim mi abla?” Çocuğun gözlerinin içine bakıp gülümsedi. Simitlerin taze taze kokusu nasıl burnuna gelmişti? Şu mazgaldan bir kurtulsa alacaktı bir tane. “Teşekkür ederim” demekle yetindi. Sıkıca tuttu çocuğun elinden, bir yandan da topuğu kırılmasın diye büyük bir çaba sarf ederek çekti ayakkabısını mazgaldan. Yavaşça kurtuldu çocuğun elinden, üstünü başını düzeltti tekrar, saatine bir göz atmıştı ki vaktin gelip çoktan geçtiğini fark etti. Koştur koştur ilerledi döner kapıya doğru. Zamanında orada olmalıydı, daha on üçüncü kata çıkacaktı, bu demekti ki asansörde sıra bekleyecek, resepsiyondakilere derdini anlatacak ve sonra görüşmeye girebilecekti. Bu da en az 10 dakika demekti. Koşar adımlarla ilerlerdi döner kapıya doğru. Bir yandan da ayakkabısına göz atıyordu. Sanki topuğu sallanıyor gibiydi. Ayakta durmakta biraz zorlanıyordu galiba. Kırıldı kırılacak mı ne? Şimdi değil. Her şey olup bittikten sonra isterse paramparça olsun; ama şimdi değil diye geçirdi içinden. Kafasını kaldırıp resepsiyona doğru hızlıca hamle yapmasıyla bembeyaz gömleğinin üzerinde göğsünü yakan o sıcaklığı hissetmesi bir oldu. Kalakaldı öylece. “Ah, çok özür dilerim hanımefendi. Yandınız mı? Hastaneye gidelim mi?” Sözcükleri bir kez de kendi kafasının içinde duydu. Yanmak, hastane… “İ…iyi… iyiyim. Bir…şey olmadı.” Resepsiyona doğru ilerledi. Kırmızı ojeli, üzerinde parlak siyah ceketi olan kıza on üçüncü kata çıkmak istediğini söyledi. Göremediği ama sonunun 313 olduğunu fark ettiği bir numarayı arayarak yukarıya haber verdiğini fark etti. Telefonu kapattıktan sonra “Sizi bekliyorlarmış” dedi önemsemez ve üstten bakan bir tavırla. Acaba sinirli miydiler? Kahve dökülmüş bembeyaz jilet gibi ütülenmiş gömleğini gördüklerinde ne tepki vereceklerdi? Sağ topuğuna çok fazla yük vermemeye çalışarak asansöre doğru yürüdü ve asansörü çağırdı. Rakamlar tek tek düşüyordu. Rakamlar düştükçe o hedefine yaklaşıyordu. 13, 12, 11… Annesinin hep olmasını istediği meslek sahibi kadın… 10, 9, 8, 7… Dönme dolaba bineceğine ders çalışmasını öğütlediği günler…6, 5, 4… Babasının gece gündüz çalıştığı için kardeşini ve onu okutmak için bazen günlerce yüzünü görmediği günler… 3, 2, 1… Üniversiteyi birincilikle bitirdiği o gün… 0… Asansörden inen kadın-erkek karışık kalabalık. Farklı gibi görünen; ama birbirine çok benzeyen insanlar… Grup, sürü, topluluk? 

Uzunca bir süre bekledi kapının önünde. Gri camlara insanların telaşlı yürüyüşleri, kedi ve köpeklerin başıboş dolaşmaları yansımaktaydı. 

On üçüncü kata bastı. Yukarı çıkmak bu kadar zor olmamalıydı. Alt tarafı bir görüşme diyerek derin bir nefes aldı. Bir yandan da ceketiyle beyaz gömleğinin tam ortasındaki kahve lekesini kapatmaya çalışıyordu. Her katta mı durur bir asansör? 

Dönme dolap bir seferde kaç tur atıyordu? En fazla üç bilemedin dört tur… O tur ne kadar hızlı geçerdi halbuki. 

Sonunda o ses. On üçüncü kata geldiğini haber veren ses…

Son tur olduğunda yavaşlayan o kırmızı; ama rengi solmuş dönme dolap ve hiç bitmesini istemediği o son tur…

Tam karşısında duran çelik gri kapıya doğru ilerleyip kapıyı tıklattı. İçeriden “gir” sesini duyduğunda açtı kapıyı. Göğsünde kahve lekesi ve sıcaklığı kalbi deli gibi atıyordu. Tam karşıdaki uzun, koyu renkli, yuvarlak ahşap masada beş kişi oturuyordu. 

Dönme dolabın son turuydu ve her zamanki gibi üzülmüştü; çünkü ancak bir ay sonra tekrar binebilecekti. 

Beş kişi mi? Neden bu kadar fazlalar? Bir an başı döner gibi oldu; ama toparladı kendisini. O sırada arkasından geçen kirli çamaşırları toplayan orta yaşlı kadını fark etti. Sepetinin içi kirli beyaz çarşaflarla doluydu. 

Uzun uzun seyrederdi çamaşırlar makinenin içinde döne döne yıkanırken. Deterjan köpürürdü de köpürürdü. Tüm lekeler, mahallede oynarken çamur yaptığı kıyafetleri, yemek yerken masa örtüsüne dökülen yemek lekeleri deterjanlı suda kaybolurken o da oturur izlerdi. 

Kadının kahve dökülmüş beyaz gömleğine baktığını fark edince gülümsedi. Kadın da hafifçe gülümseyerek karşılık verdi gülümsemesine. Gömleğin beyazına iyice içine işlerken leke sıcaklık eskisi kadar yakmıyordu artık göğsünü.

Gömleğine baktı. Ceketinin düğmelerini açtı ve başını dimdik kaldırarak, topuğu sallanan ayakkabısından da kurtulmak istercesine çıkardı ayakkabılarını. Açtığı gibi kapattı kapıyı. Bu sefer asansöre değil merdivenlere yöneldi. Simit satan çocuk aşağıda mıydı ki hâlâ? Sıcak sıcak alıp yese bir simit ne iyi olurdu. 

Dönme dolap bir seferde kaç tur atıyordu? En fazla üç bilemedin dört tur… 

Latest posts by Tuğçe Arıduru (see all)
Visited 36 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version