Yazar: 21:00 Öykü

Sıradan

Nihayet gözüktü. Her sabah aynı telaş. Gelmeyecek ya da geç kalacak diye korkarım. Pek yüz vermez ya olsun, gelsin yeter bana. Herkesin gözü onun üzerinde, yanımdakiler kıpırdanmaya başladılar bile. Salınarak yaklaşıyor sarışın teniyle, gözleri ışıl ışıl. Usulca duruyor önümde. Heyecanla atılıyorum ve bu sefer ona ilk ben biniyorum. Kartımı okutuyorum. Bir “Tam” sesi geliyor, benim ardımdan da “İndirimli”  

Koltukların bir kısmı boş.. Ama ben en arkaya; arka kapı sahanlığındaki açılır kapanır koltuklara ilerliyorum. Köşedekini açıp oturuyorum. Arka kapının tam karşısı. Diğer koltuklar kadar rahat değiller ya olsun. Otobüsteki en güvenilir yerler. Yaşlılar ve kadınlar kolay kolay uğramazlar buraya. Hem pek kimsenin dikkatini çekmem burada, böylece daha rahat bakarım etrafa. Ama otobüslerin çok dolu olduğu akşam saatlerinde işler değişebilir; kartını okutan bazıları arka kapıdan binebilir. Kısmet. Otobüsler de hayat gibi; önceden ne olacağını kestirmek mümkün değil. 

Arkadaki tekli koltukta, yine o kıvırcık saçlı, büyük kalçalı kız oturuyor. Sekiz durak sonra inecek, hastanenin yakınında. Acaba hangi duraktan biniyor? Bence hastanede çalışıyor. Hemşire, adı da Şule… Şimdi tam tepeye tırmandı otobüs. Gecekonduların üzerinden çığlık çığlığa bir kuş sürüsü geçiyor. Bu halleriyle bana serseri motor çetelerini andırıyorlar. Gürültücü, vurdumduymaz ve özgür…   

Otobüs yeni duraklarda durmaya devam ediyor ve önden çokça “İndirimli” sesi geliyor. Zararsız öğrenciler… Yer vermek zorunda olmadığım etkisiz elemanlar, ama bir yandan da çok yer işgal ediyorlar. Bir tanesi geliyor ve yanımdaki koltuğa oturuyor.  Yüzündeki maske hafiften aşağı kayıyor. Burnu büyükçe ve sivilceli, saçları da yağlı. Sırt çantasını kucağına alıp cebinden telefonunu çıkarıyor.    

Ön taraflardan bir telefon zili bağırıyor. Yeni nesil bir arabesk şarkının kemanla icra edilen müziği. Çabuk susuyor. Göremiyorum ama bu o. Saçını jöleyle arkaya yapıştıran adam. Birileri ona bu saç şeklinin yakışmadığını söylemeli ve  sürekli giydiği  ayakkabıların  zevksiz olduğunu. Birçok kişinin ayağında var bu ayakkabı. Acaba tasarımını kim yaptı? O da mı zevksizdi, yoksa insanların zevkten yoksun olduğunu bilen ve buna göre hareket eden zeki ve zevkli biri miydi?  

Otobüs mobesenin olmadığı kavşaktan yine kırmızıda geçiyor. Yol hakkına sahip bir otomobil uzunca kornaya basıyor. Sonra yavaşlıyor otobüs, orta yaşlı bir adam düğmeye basıp arka kapıdan inerken önden bir ses yükseliyor: “Geçersiz kart!” İkinci ve üçüncü kez… Konuşan şoför: “HES kodunu yükle ve sonrakine bin kardeşim!” Otobüs hareket ettikten sonra yüzü gerilmiş, kafasını sallayan adamı görüyorum, sanki bir ay önceki kendime bakıyorum. Ben de okutmuştum kartımı geçersiz olduğunu duyduğum halde, sanki düzelecekmiş gibi ikinci ve üçüncü kere. Sonra da indirilmiştim otobüsten, aksice söylenen şoföre içimden küfürler ederek .  

Otobüs ıslıklar çalarak  ilerliyor dar sokaklardan. Bazen irkiliyorum park halindeki arabalara çarpacak diye. Yol kenarlarında ekmek teknelerini yeni açmış uykulu esnaflar gözüküyor. Bir manav eğilmiş tezgâhtaki mandalinaları düzenliyor. Ve yine o dar ve pis ara sokak çekiyor dikkatimi. Bir adam tırmanıyor çöp öbeklerinin sağından, sanki yokuşla kavga eder gibi.  

Ana caddeye süzülüyoruz. Meşhur simitçinin ve biraz ilerisindeki çorbacının önünde yine o bildik kalabalık. Çorbacıdan çıkan kalın bıyıklı bir adam bıyığını sıvazlıyor. Adamı görünce aklıma İtalyan bilim adamlarının yaptığı araştırma geliyor. Yapılan bu araştırmaya göre bıyıklı erkekler bıyıksızlara nazaran daha fazla koronavirüs enfeksiyonuna yakalanıyormuş. Bıyıklar virüs için bir tutunma noktasıymış. Böylece hem burun hem de ağız yoluyla giriş yapan virüsler, kişileri daha kolay hasta ediyormuş. Çalışmanın ses getirmesiyle birlikte birçok İtalyan erkeği bıyığını kesmiş ya da bıyığını kesmeye zorlanmış. Çünkü kadınlar bıyıklı erkeklerle öpüşmek istemiyormuş. Hatta bıyığını kesmemekte direnen bir adamın yirmi yıllık evliliği sona ermiş ve adam, aile birliğini yıktıkları için İtalyan bilim adamlarını dava edecekmiş. Tazminat almasına garanti gözüyle bakılıyormuş. Başka bir vakadaysa koronavirüs olup kalıcı şekilde koku duyusunu kaybeden bir kadın, ayrıldığı bıyıklı erkek arkadaşını virüsü kendisine bulaştırdığı gerekçesiyle dava etmiş. Ayrıca yaşlı kadınlardan da bıyıklarını aldıranların sayısı oldukça artış göstermiş… 

İşte bir bıyıklı daha. Büyük kırmızı bir tabelanın sol köşesine kurulmuş.  Ortası sararmış kır bıyığıyla hafifçe gülümsüyor. Sağ yanınıysa büyük siyah yazılara yaslamış: Tekgül Tobacco Shop. Yılların tütüncüsü, belki de Tütüncü Abuzer’i tobacco shop olmuş. Berberlerin Hair Designer, Barber Club ya da Saç Tasarım Merkezi olduğu yerde bu da doğal. Nereye gidiyorsun herif? Hayir desiner Cafer’e. Söyle de güzel etsin tıraşı, kuş yuvasına çevirmesin saçını. Oğlum al şu tepsiyi de baker Halil’e götür; iyi pişirsin teres, geçenki gibi çiğ kalmasın… Belki de bu değişim kaçınılmaz, bazı isimler elden geçmeli. Mesela hastaneler sağlık dağıtım merkezi olabilir, kasaplarsa meathouse. Kepabçılarsa kebaph shop…  

Dindon… “Sayın yolcularımız, yedi yaşından büyük çocuklara kart okutmak zorunludur.” Dindon… “Sayın yolcularımız, durak haricinde yolcu indirip bindirmek yasaktır.” Dindon… “ Sayın yolcularımız; yaşlılara, çocuklu kişilere ve hamile kadınlara lütfen yer veriniz!” Bir kadının hamileliği, dışarıdan bakıldığında genelde beş aylık gebelikten önce anlaşılamaz. Bu yüzden hamileliğinin ilk aylarında olan kadınlar, dolu otobüslerde oturmak istiyorlarsa gebeliğini kanıtlamak için doktor raporlarını göstermeliler. Öğrencilerin bir kısmı ayaklandı, yanımdaki salak da. Çıkış sahanlığına yığıldılar. Liseliler anlaşılan. Otobüs durduğunda iniyorlar sırayla. Yol kenarındaki okulun duvarında imla kurallarından fakir, çirkin siyah harflerden oluşan bir cümle: “İhanetin nedeni olmaz bedeli olur.” 

Kıvırcık saçlı kızın durağı da yaklaşıyor. Kıpırdanmaya başlıyor. Nihayet düğmeye basıp ayaklanıyor. Götü daha da büyümüş sanki… Bunu yapmalıyım. Cebimden telefonumu çıkarıp kulağıma dayıyorum. Sanki birini aramışım gibi “Merhaba Şule, nasılsın?” diyorum. Kız dönüp bakmıyor. Oysa çok Şule duruyordu. Nihayet iniyor.   

Sonraki durakta jöleli saç da iniyor, ayağında yine o ayakkabılar. Sıra bende, durağım gözüküyor. Kalkıp basmıyorum düğmeye, ne de olsa basar birileri. Yoğun bir durak, eksik olmaz ineni bineni. İşte bastı düğmeye kızın biri. Bu o kız; birazdan otobüsten indiği gibi koşar adım az ilerideki durağa geçecek ve orada ikinci dolmuşa binecek. Otobüs durup da kapı açılana kadar kalkmıyorum ayağa. Üç kişinin ardından sokağa adımımı atıyorum. Kafama kapüşonumu geçirip iplik iplik yağmaya başlayan yağmurun altında büyük adımlarla yürüyorum.  

 Caddeyi geride bırakıp bir ara sokağa dalıyorum. Parke taşı döşeli, bir arabanın zor geçeceği,  eski taş ev ve konakların yükseldiği ıssız bir sokak.  Ara sıra mola verdiğim o küçük çay evine varıyorum. Yağmura rağmen dışarı oturuyorum. Tentenin altına sığınıp büyük bardakta bir çay söylüyorum. İştahla önündeki simitleri yiyen iki adam var içeride. Çaycı tanıyor beni, tek şeker getiriyor çayın yanında. Buğusu tüten çaydan bir yudum alıyorum. Sokağın bir ucu eski bir konağa bakıyor, diğer ucuysa  kalabalık caddeye. Keşke sokağın o ucu kapalı olsa ve şu güzel havayı bozmasa. Her güzel şey gibi çayım da bitiyor, isteksizce kalkıyorum oturduğum tabureden. Parasını ödüyorum çayın ve caddeye doğru gönülsüz adımlarla yürüyorum. Sıradanıma dönme zamanı. Oysa sıra dışı yaşamayı ne çok isterdim. Hayat bizi sıraya sokarken o sıradan çıkmak ne güzel olurdu, hem de cezalandırılmak pahasına. Ama o sıradayım işte, beni hizaya sokan sıradan hayatın peşinde… 

Görsel: pixabay.com

Latest posts by Ebuzer Kalender (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version