Yazar: 21:52 Öykü

Poşet Çanta

Ne zaman burnuma bir duman kokusu gelse, kalbim göğüs kafesimden fırlayacakmış gibi atmaya başlar. Bu koku, zihnimden silemediğim, yıllar geçse de etkisinden hala kurtulmayı başaramadığım kül olmuş çocukluk anılarımın yanık kokusudur. Özellikle de yağmur sonrası burnuma gelen ve çok sevdiğim toprak kokusunu bastıran yeni söndürülmüş bir yangından arta kalan is kokusu belleğimi bir jilet kesiği kadar acıtır. 

Çocukluğumun üzerine kara bir bulut gibi çöken orman yangını köyümüzü kavurup geçtiğinde on iki yaşındaydım. Köyün ortaokula giden ya da gitmeyi başarmış çocuklarından biri olarak, okul dışındaki vaktimi genellikle aileme yardım ederek geçiriyordum. Babam açıkça dile getirmese de beni okula gönderdiği için benden bir teşekkür, minnet göstergesi bekliyordu. Ben de sıraya oturduğum her gün için aileme olan diyetimi keçileri ve onların arkasında kayalara zıplayan oğlakları otlatarak ödüyordum. Aslında bu konuda bir şikâyetim yoktu çünkü oğlaklar makilik alanda zıplarken ben de sınıf kitaplığından aldığım kitaplarımı okuyordum. Kimi zaman ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’ nde seyyah, kimi zaman ise annesinin dönmesini bekleyen ‘Fadiş’ oluyordum. 

O gün de her şey tabiatın bize sunduğu cömertlik eşliğinde muntazam bir şekilde ilerliyordu. Güneş batmak üzereydi, gökyüzünün maviliği kırmızıya boyanırken tenimizi rüzgârın hafifliği yalayıp geçiyordu. Ancak geceye doğru rüzgârın poyraza döneceği de aşikârdı. Köy halkı için saat, güneşin tepedeki durumuna göre işlerdi. İnsanların işlerini hangi sırayla yapacaklarını belirleyen takvim de saat de güneşti. 

Akşam ezanı okunurken keçilerle birlikte eve geldim. Geçimini hayvancılıkla sağlayan insanların keçileri artık birer küçükbaş değildir, her biri ailenin üyesidir. Hasta olduklarında başlarında beklenir, yeni doğduklarında biberonla beslenir, sesleri duyulmayan her an onlar için tedirgin olunurdu. O yüzden akşam sofraya oturulmadan önce onların karınları doyurulurdu. Keçilerin, oğlakların keyfi yerindeyse ev ahalisinin bahtiyarlığına diyecek söz yoktu. 

Eve geldiğimde annem ocağın başında tarhana çorbasını karıştırıyordu. Bizim evimiz de köyümüz de aslında okuduğum hikâyelerdeki gibiydi. Çoğu zaman kitap okumayı bırakır mutfağımızın direklerle desteklenmiş ahşap tavanına bakarken bulurdum kendimi. Her bir merteğin rengi de şekli de farklıydı. Tavanda gördüğüm ahşap haritanın her ayrıntısını anlamlandırmaya çalışırdım. Bu dilmelerin ormandaki geçmiş hayatlarını merak ederdim. Kimisi insanoğlunun hırsından, nefretinden, vurdumduymazlığından nasibini almıştı, kimisi de doğanın bizden intikamını alırken kullandığı yıldırım kılıcının ateşiyle yanmıştı.  

Dedem her zaman ağaçların da bir ruhu olduğunu söylerdi. Gençliğinde ormandaki kuruyan, yaralanan, genç fidanlara gölge eden ağaçları temizleyip binlerce ağacın kabuğuna el sürmüştü. ’Kesmek’ sözcüğünü ağaçlara ithafen kullandığımızda bile incindiklerini düşünürdü; zira dedem ağaçları kesmeden önce durur, onlarla konuşurdu. Ağaçlara meramını anlatıp ona gülbanklar okurdu. Sonunda da ağaçtan helallik isteyip baltayı ağacın gövdesine dokundururdu. Yaşadığım bu topraklarda ağaçlara da tıpkı hayvanlar gibi saygı duyulurdu. 

Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen zihnimdeki fotoğraf hiç değişmedi. Gecenin bir yarısı komşular kapımızı çalıp, ‘Yanıyoruz!’ dedikten sonra ortalık bir anda kızıl bir dalganın içine gömüldü. Babam keçilerimize koştu, annem bize. Babam dumandan etkilenen hayvanlarımızı düzlüğe doğru yönlendirmeye çalışıyordu. Annem bir elime, birkaç parça kıyafetin olduğu poşet çantayı, diğer elime de kardeşimin korkudan buz kesmiş elini tutuşturdu. Yolda bizim gibi çocukluklarını, anılarını, geçmişlerini ve geleceklerini birer torbaya sığdıran arkadaşlarımla birlikte traktörün römorkuna bindirilip hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni hayatlarımıza iltica ettik. Bir römorka kaç hayat, kaç hayal sığarsa o kadardık işte.  

Şükran Varol Kır

Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version