Yazar: 14:05 Öykü

On İki Dakika


Yan odadan gelen nefes alışverişiyle uyandım. Gözlerim yapışmış. Pencereden sızan inatçı ışık, göz kapaklarımı zorlayarak aralıyor. Yastığın altında kalan kolum uyuşmuş, kımıldasam canım yanacak gibi.
Gerinemiyorum.

Pıtı pıtı ayak sesleri yaklaşırken gözlerim hâlâ kapanmak ister gibi.

“Sabah oldu mu, anniş?”

“Belki,” diyorum hem uykuya hem hayata karşı.

Yüzünde yastık izi.
O tanıdık tatlı ekşi kokusuyla boynuma sarılıyor.
“Sucuklu tost,” diye fısıldıyor.

Kalkıyoruz.
Mutfağa geçiyoruz.
O, sandalyeye tırmanıyor; ayaklarını yere vura vura oturuyor. Sütü ısıtıyorum, tost makinesini fişe takıyorum. Elimde olmadan gülümsüyorum. Sucuklar dünden kalma.
Peynir biraz kurumuş ama o fark etmiyor.

Birlikte yiyoruz.
Çok konuşmuyoruz ama gerek de yok. Gözüm çantasının fermuarına takılıyor. Açık.
O sırada o da fark ediyor, ağzını silerken “Kapatırım ben,” diyor. Bir süredir benim yerime düşünmeye başladı. Gururlanmakla mahcup olmak arasında kalıyorum.

Servis aşağıdayken “Dikkatli ol,” diyorum, klasik bir annelik. Ama ses tonum yumuşak, ondan özür diliyormuşum gibi.
Kapı kapanıyor.
Evde kalan sessizlik çok tanıdık.

Tezgâhtaki boş bardağı musluğun altına tutuyorum. Boş olduğunu bile bile elim gidiyor. Alışkanlık, düşünceden önce davranıyor. 

Giyinip çıkıyorum. Ne giydiğimi hatırlamıyorum ama üzerim tamam gibi. Metroya kadar yürümek on iki dakika. Her camda, az çok bana benzeyen bir kadın.

Aynalar değil; biz onlara çarptıkça çoğalan yansımalar. Saklanamıyorsun. 

Boşanma duruşması da on iki dakika sürmüştü. O gün de yürümüştüm.
Ama nereye vardığımı hiç hatırlamıyorum.

Turnikeden geçerken gözüm sol köşeye kayıyor. Duvarla kolonun arasındaki boşluğa.
Bir ayakkabı kutusu. Kapağı kapanmamış. Ne içi görünüyor ne dışı, anlatıyor kendini.
Biri koymamış da o kendi gelmiş, orası yeriymiş gibi duruyor. Üstünde yazı yok.
Toz da yok. Kimse bakmıyor. Ben de öyle geçip gidiyorum. Ama aklım…
Kutunun kapağının açıklığında kalıyor bir parçası. Sanki biri, göstermekle gizlemek arasında kaldığı bir şeyi bırakmış içine. O kutunun yarım kalan hâli içimde bir şeylere dokunuyor, kendimle bir yakınlık kurduğumdan mı, bilmiyorum.

Saate bakıyorum, adımlarımı hızlandırıyorum. İşe geç kalmadım, masama oturduğumda kalbim sanki biraz sonra devrilecek bir vazo gibi. Mail kutusu dolu.
Kimse ses etmiyor, herkesin klavyesi görünmez bir komutla tek bir kelimeyi tekrarlıyor sanki: Toparlan. Ama ben hâlâ o kutunun başındayım. O boşlukta.
Sanki içi açılmamış bir geçmişti o. Kimsenin bilmediği ama herkesin bir şekilde içinden geçtiği.

Öğle arasında tekrar gidiyorum aynı durağa. Turnikeyi geçince bakıyorum. Kutu hâlâ orada. 

Bir adım daha yaklaşıyorum. Camlardan biri yansımamı gösteriyor ama bir şey eksik.

Bende mi? Zamanda mı? Onda mı? Eksik olan ne bilmiyorum, içimde bıraktığı boşluğuysa ezbere biliyorum. Kutunun başında duruyorum. Eğilmekle eğilmemek arasında kararsızım. Birinin bakmasını istemiyorum ama kimsenin umursamamasına da bozuluyorum. Sanki biri bana “içine bak” demiş de ben hâlâ tereddüt ediyorum. Sanki bir şey çıkar diye değil, bir şey çıkmaz diye korkuyorum.

Eğiliyorum sonunda.
Kapağını kaldırıyorum.
Boş.

Bildiğin boş değil bu. Sessizce dolmuş bir boşluk. Sanki bir şeyler bırakılmış, sonra geri alınmış. Ama izi kalmış. Kutunun dibinde, bir kenara yapışmış silik bir şekil: Bir zamanlar orada durmuş, sonra sessizce gitmiş bir şeye ait. Belki bir defter. Belki bir hediye kutusu. Belki bir an. Ama şimdi sadece yokluğunun izi var. Ve en çok o iz dokunuyor bana.

Kutuyu yerine bırakıyorum. Kapağını tam kapatmıyorum. Belki biri daha bir şey kaybetmiştir. Henüz farkında değildir. Geri dönerken fark ediyorum: O kutu, benim gibi.
Kapağı biraz açık. İçinde bir zamanlar bir şeyler varmış. Şimdi yerinde olmayan ama izini bırakmış şeyler…

Eve dönerken markete uğramayı unutmuşum. Aklımda hep başka bir şey. Belki kutu, belki kutunun bende bıraktığı açık parantez. 

Anahtarı sessizce çeviriyorum. Ev loş. Köşedeki abajur yanıyor, oğlum yere serdiği battaniyeye uzanmış, kitap okur gibi yapıyor. Başını kaldırıyor; bana değil, çantama bakıyor önce.
“Süt almadın mı?”
Unuttuğumu söylemek istemiyorum.
“Kalmamış,” diyorum, “Yarın sabah alırım.”
Omzunu silkiyor.
Kızmıyor. Ama alışıyor, fark ediyorum. Unutuşuma, eksilmeme, sessizliğime alışıyor.

Kırılgan bir kabulleniş bu, öyle sessiz ki mahcup edici.

Montumu çıkarırken devam ediyor:
“Bugün okulda yedek kalemimi birine verdim ama geri getirmedi.”
Kimin aldığını sormuyorum. O da anlatmıyor. Çok da umursamıyor gibi. Yine de içinde azıcık kırıklık var, seziliyor. Önemli değil demenin kırılganlığını erken öğrenmiş. Bu, epey tanıdık.

Yemek yemiyoruz o akşam. İkimiz de tok gibi yapıyoruz. Suyunu içiyor, pijamalarını giyiyor. Yanıma gelip sarılıyor. Bu sarılmalar, ikimizin de adını koyamadığı bir şeyi telafi ediyormuş gibi. Yatmadan önce odaya geliyor. Üzerine büyük gelen tişörtünün eteklerini çekiştiriyor.

“Anniş…”
Başını biraz eğiyor.
“O kutuyu sen mi bıraktın oraya?” cümlesi evin değil, içimin kapısında yankılanıyor.

Duruyorum.
“Hangi kutu?”
“Atılacakların yanına. Üstü açıktı… içindekiler… hani senin eskiden kullandığın şeyler gibi.”
Bir anda içim sıkışıyor.
Evet, ben koydum. Ama koyarken bu kadar çıplak duracağını düşünmemiştim. Ne üstünü kapattım ne içindekileri sardım. Bir defter, bir kartpostal, eski bir ajanda. Evin sırtından atmaya çalıştığı yükler. Benim de.

Oğlumun sesi usulca sürüyor:
“Bakmadım ama… sanki senin kokun gibiydi.”

Gözlerim yanıyor ama ağlamıyorum.
Elimi uzatıp saçlarını düzeltiyorum.
“Yarın kaldırırım onu,” diyorum.
Başını sallayıp odasına gidiyor. Arkasından bakakalıyorum. Kapının aralığından görünen küçük omuzları, sanki bir vedayı taşıyormuş gibi ağır ve sessiz.

Sabah.
Perdeleri açmadan hazırlanıyorum. Gün ışığıyla göz göze gelmeye hâlim yok. Aynaya bakmadan saçımı topluyorum. Elimi yüzüme sürüyorum sadece. Yüzümdeki yorgunluğu silmiyor o hareket, insan olduğumu hatırlatıyor. Hâlâ buradayım, diyebiliyorum.

Çantamı alıyorum, çıkarken oğlumun odasına uğruyorum. Uyuyor hâlâ. Bir ayağı yorganın dışında. Başucunda kitap, kapağı açık. Kapatmıyorum. Hiçbir şeye dokunmadan geçmek istiyorum bu sabah.  Kapıyı açarken gözüm yan tarafa kayıyor. Kutunun kapağı hâlâ açık.
Eğilmiyorum. Ne içindekileri alıyorum ne üstünü kapatıyorum.
“Sen mi koydun o kutuyu?” cümlesi aklıma geliyor. İçimde bir yer, hâlâ o cümlede asılı.

Ayakkabılarım kaldırıma usulca basıyor. Sokak yeni uyanıyor. Kafamda pek bir şey yok ama içim kalabalık.

Turnikeye yaklaşıyorum. Kalbim, sebebini bilmediğim bir telaşla atıyor. Köşeye bakıyorum.
Yok.
Kutu yok.

Yerinde yalnızca tanıdık bir boşluk.

Yokluğu bile iz bırakmamış.

Ama bende kalan, o kapağın yarım açıklığı.

Hâlâ kapanmıyor.

Belki de bu yüzden kimse fark etmedi gidişini. Çünkü bazı yokluklar, aşırı sıradanlıkla kamufle olur. Ama bende bir denge kayması, sarsıntı gibi duruyor. Belki biri aldı. Belki çöpe gitti. Belki biri kapağını açtı, içine baktı, sonra bıraktı. Belki de hiç kimse dokunmadı.
Zaman aldı sadece.

Tren geliyor. İçeri girip cama yaslanıyorum. Yüzüm yansıyor. İki kaşımın ortasında, zamana yerleşmiş bir iz. Sabahları fondötenle silinmeye çalışılan. Bazen gülünce kaybolur sanılan. Ama orada. Hep orada. Bakarken fark ediyorum, bu iz bir şey söylüyor bana. 
Kimse duymasa da… Gözlerimi kaçırmıyorum. Çünkü artık bakmadan geçemem.

Sadece yorgun değilim. İçim, kabuğu kalkmak üzere olan bir yara gibi —zaman her sabah tam oraya basıyor.  Şifası, merhemi var mı bilmiyorum.
Ama iz orada. 

Ve ben hâlâ buradayım. 

Editör: Melike Kara

Latest posts by Didem Gürhan (see all)
Visited 61 times, 4 visit(s) today
Close
Exit mobile version