‘“Ben görmedim Paris’i…
Paris evde yoktu…
Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu.“
Bu Ülke, Cemil Meriç[1]
İmgelemin patikalarına adım atmak isteyen bir ana karakterin turist albümü, Paris’te Gece Yarısı… Bu hoş güncenin en sadık hizmetkârı, akıbetini üzerine yazdığı mistik gece yarıları. Yönetmen Woody Allen’ın bir Giovanni Papini (GOG) fotoğrafçılığı ile işlediği tek kişilik bir seyahatin estetik deneyimine şahit oluruz filmde. Sanat her şeyden çok bu yanıyla değerlidir: Kimseye gösteremezsiniz. Claude Monet’nin Nilüferleri’ni görebilen, görür. Görmek bilimsel bir etkinlik değildir çünkü. Formüllere yaslanamaz sanatseverler. Müfredatı yoktur muhatabı olduğu sanat eserinin. Yapıtın karşısında tek başınasınızdır her zaman. En sahici eleştirmenin, en donanımlı sanatçıın, en yakın dostunuzun veya her şeyden aynı tadı aldığınıza inandığınız sevdiğinizin bile size ancak bir noktaya kadar eşlik edebileceği sınır eşiğidir yapıtın somut hâli.
Nostalji, filmin etrafında dolaştığı ikinci fikir. İnsanlığın yaklaşmaktan korkmadığı kadim güneş, özlem. Ve her çağın şımarık vebası değil mi bu? Üzerine böylesi bir alev topundan kıvılcım sıçramış başkahramanımız Gil (Owen Wilson)’in bu hastalığa her gece karanlığında tutulmasının akıbetini izleriz. Film, bu mağrur hasrete hepimizin neden ihtiyaç duyduğu sorusuna cevap vermemiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde hiçbir saat geçmişte bir mutluluk çağını gösteremedi çünkü. Mutluluk, sahtekâr ve zeki bir Pikaro hafızamızda dolaşan. İnsan ise bir ulak ideal geçmişini bir ipek mendil gibi cebinde taşıyan. Gelgelelim mazideki ideale tutunma çabası bizatihi sırtımızdaki ideal olmayan yadigârların can ağrısından başka nedir ki? Gözümüzün önüne gelen birkaç hoş seda, o kadar… Ve sırtlarındaki o kambur ne kadar ve ne yöne eğerse oraya bakmak zorunda kalan insanlar. Anadolu’da çokça söylenen meşhur bir anonim türkü aklımıza geliyor:
Altını bozdurayım
Gerdana dizdireyim
İpek mendil değilsen
Cebimde gezdireyim
‘’Düşün’’ demek ne kolaydır ‘’hayal et’’ demenin yanında. Ancak kitleler aynı şeyleri hayal edebilirler. Aynı şeyleri hayal edebildiğine daha kolay ikna olurlar ya da. Oysa yüksek sanat için bunu söylemek imkânsızdır. Hölderlin’i dinleyelim, ‘’Ah, düşlerken bir Tanrıdır insan, düşünürken ise bir dilenci.’’[2] Sinema eleştirmenleri veya izleyiciler bir filmi izlediklerinde sanatçıyla kelimenin tam anlamıyla “buluşurlar”. Estetik deneyim yüce ruhları dış dünyanın dolaysızlığından imgenin kayığıyla kaçırır ve yasak âşıklar gibi mehtabın altında bir yerlerde buluşturur. Ne var ki bu deneyime davetsiz katılmak isteyen filmdeki dedektif karakteri gibiler ise “kaybolur” ve gözlerini olmadık çağlarda açmak kaçınılmazdır artık. Hayal gücünün içine ayık bir zihinle yani “bilmek” için sızamazsınız. Bir başkası hayal ettiğimizi hayal edemez asla. Sanat tekrarlanamayandır çünkü. Oysa düşündüğümü ne kadar cesurca düşünebilirsiniz değil mi?
[1] Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 47, İstanbul, 2005
[2] Friedrich Hölderlin, Hyperion, s.7, İstanbul, 1990
Kaynakça
Hölderlin, F. (1990), İstanbul, MEB.
Meriç, C. (2005), İstanbul, İletişim.
Editör: Gülçin Yurdaer
- Paris’te Gece Yarısı - 18 Ocak 2025
- Dördüncü Sonat – “Ev” - 4 Temmuz 2024
- Mick Davis’in Yarı-Tanrısı: Modigliani - 10 Mayıs 2024