Kumdan Yürek, Nobel ödülü sahibi Abdulrazak Gurnah’ın yazdığı bir eser. Eserin konusu ve anlatımı sizi içine çekiyor ve benim gibi bir haftada bitirebiliyorsunuz. Ancak okurken benim sorduğum soruyu siz de sorun diye bu yazıyı yazmak istedim: Bu eser gerçekten Nobel ödüllü bir yazarın eseri olmayı hak ediyor mu?
Eserde iktidar karşısında gücü alınmış erkekliğin silikliğinin, aslında sadece aileye değil topluma da nasıl zarar verdiğini başarılı ortaya koymuş Gurnah. Vatandaş olma bilincini devrimden sonra erkin karşısında kaybeden ya da yok sayan erkek, ailesi için yapması gerekenleri yapma bilincini de kaybediyor. Oysa bugün otoriter rejimin olduğu birçok ülkede erkek, iktidarın yaptıklarını kendisi için bir avantaj görüyor. Ancak Kumdan Yürek’te Salim’in babası çok da beklenebilir bir şekilde bir avantajdan ziyade iktidardan zulüm görüyor. Toplum karşısında hiç olmaması gereken bir utancın içerisine düşüyor. Hatta meseleye geniş perspektiften bakmasanız ona üzülebilirsiniz bile…
Evin hanımı hatta bir anne üzerinden çizilen otoriter rejim resminin neden kadın üzerinden ilerlediği üzerine birkaç görüşüm var. Bu yazıyı okuyanlara bu yorumum “aşırı” gelebilir. Salim’in annesi oğlu, kocası ve erkek kardeşi olmak üzere üç erkeğin ortasında duruyor. Oğlu ve kocasının yaşayabileceği utancı yok sayarak erkek kardeşinin kurtarılması için kendini feda ediyor. Nasıl ki Namık Kemal’in “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/ Yoğ imiş kurtaracak bahtı kara maderini”1 beytinde yer aldığı gibi vatan bir maderle, yani anneyle özdeşleştiriliyor; Kumdan Yürek’te de eziyet gören bir ülkenin sembolü Salim’in annesi olabilir mi?
Edebiyat gerçekte büyük yürek yangınlarını, toplumların yaşadığı felaketleri küçük görünen insanlar üzerinden aktardığı feryatlarıyla kendini büyütmüştür. Toplumsal sorun siyasi olayın kendisi değil de Salim’in ailesinin devrimden sonra zulüm gören bir aile olarak neler yaşadığı edebiyatın derdi olabilir.
Burada tekrar babaya dönelim. Karısı hiç olmayacak bir utancın içinde tüm aileyi perişan ederken, eşini hiç suçlamıyor. Ancak ben bir okur olarak Salim’in babasına başta üzülme gafletinde bulunsam da sonradan suçladım. Salim’in babası ormanlar yanarken, hayvanlar katledilirken, kadınlar sokak ortasında öldürülürken ve çocuk gelin yapılırken hiçbir şey yapmayan vatandaşın ta kendisidir. Tabii bütün bunları romanın geçtiği Zanzibar için söylüyorum.
Eserde istediği gibi yaşayamayan bir anda işsiz kalan devlet memurları, özellikle de öğretmenler, Körfez’e bir nevi zorunlu sürgüne gidiyor. Öğretmen yol gösterici ve toplumun geleceğini oluşturabilecek bir güçken, burada işlevsiz hale getiriliyor. Salim’in babası zorla göç etmek zorunda kalan Muallim Yahya’yı, kendi babasını anlıyor ama bu anlayış hiç kimseye bir şey katmıyor. Yine, kendi başına bir şey gelmeden başkalarının yaşadığı zulmü -kendi babası dahi olsa- anlamayan bir adam olarak görünüyor.
Salim, her şeyden habersiz eğitimi için ülkeden gidiyor ve ailesi de onu hep uzakta tutmaya çalışıyorlar. Devletin gücünü nasıl olduğu belli olmayan bir şekilde üzerinde gösteren diplomat dayısı onun kahramanı gibi oluyor başlarda. Ancak sonra katman katman gerçek ve dayısının aslında kahraman değil, ailesini utanca düşüren erkin işbirlikçisi olduğu ortaya çıkıyor. Salim, büyüdükçe dayısının zannettiği gibi biri olmadığını kendisi hissetse de babasından dinlediklerine verdiği tepkiler çok zayıf kalıyor.
Romanda Salim sözü annesine getirmeden evvel, bir anlatıcı olarak modern Batılı kadının sembolü olarak erkeğe hayır diyebilen İngiltere’deki sevgilisinden bahsediyor. Organik bütünlük açısından yetersiz bir bölüm olan bu kısmı bu şekilde değerlendirebiliriz: Yine de üslubunun imzasını göremediğimiz Gurnah, okul dergisine yazılmış yazılar gibi farklı ülkelerden ve siyasi olaylardan bahsetmenin okuru etkileyebileceği yanılgısına düşüyor.
Dayısı Amir işbirlikçi bir kötüyken babasına üzülüyor Salim. Oysa babası da pasif kaldığı için dayısının kötülüğüne eşlik etmiş biri oluyor. Ancak Gurnah bunu gözden kaçırıyor. Belki kendisine sorsak anlatıcısı Salim’i suçlayabilir. Sonuçta anlatıcı yazarı sürüklemiş olabilir.
Kendisine dokunulmadığında büyüklüğünden bir şey eksilmeyen erkekliğin erkin karşısında sarsılması ve gitgide silik hale gelmesi yönünden, roman söylemeden birçok şeyi irdeliyor. Ancak yine de Nobel ödülü alabilecek bir yazarın eseri gibi durmuyor.
Sinsice yapılan Batı övgüsü, olayları romanda ana olaya bağlı olarak olay örgüsüne göre yan olaylarla birlikte ustalıkla sıralaması ama bir anlatıcı olarak üslubun imzasının hiç görülmemesi, bir yandan da Shakespeare’in bir oyunuyla metinlerarasılık yaratırken bunu göz göre göre yapması Nobel’i hak edecek başka birçok yazara haksızlık diye düşünüyorum.
Roman kötü değil. Amacına ulaşma konusunda isteneni veriyor. Ancak ister basit ister karmaşık bir konu olsun, edebiyatın yüzde doksandan fazlası üsluptur. Yazarda üslubun ayırt ediciliği yoksa iyi düşünülmüş bir kurgu bile yazarın elinde görünüşü güzel olan ama lezzeti yavan bir yemeğe dönüşüyor.
Üslubuyla, içinden çıktığı toplumun ulusal değerlerini ve evrensel değerleri de kapsayarak kendini var eden bir yazar, Nobel’i sonuna kadar hak eder. Ancak burada Nobel ne üsluba ne de bahsettiğim değerlere verilmiş.
Bana, “Nobel alan bir yazarın tüm eserleri ödül alacak seviyede olmalı mı?” diye bir soru yöneltebilirsiniz. Tüm dünyada edebiyatı etkileyen böylesi bir ödülün verildiği yazarın, tüm eserlerinin ödül alabilecek seviyede olmasını, bir okur olarak istemek hakkım diye düşünüyorum.
Kaynakça:
1Önder, Göçgün, Namık Kemal’in Şairliği ve Bütün Şiirleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
- Nobel’in Bir Tarifi Var Mı? – Kumdan Yürek Roman İncelemesi - 30 Ağustos 2024
- Eski Alışkanlıklar Berberi - 11 Nisan 2024