Farklı edebiyat sitelerinde ve sosyal medyada yazılarımı takip edenler benim ne denli iflah olmaz bir Şule Gürbüz hayranı olduğumu yakinen biliyordur. “‘Kıyamet Emeklisi’ Üzerine Dağınık Düşünceler”[1] başlıklı yazımda Şule Gürbüz’ün yazarlığına olan hayranlığımın gerekçelerini de uzun uzadıya açıklamıştım. Birazdan söyleyeceklerim daha da iyi anlaşılsın diye tekrar vurgulamak isterim ki, bana göre Şule Gürbüz yaşayan yazarlarımız arasında en iyilerden biri, hatta belki de en iyisidir.
Şule Gürbüz, edebiyat okurlarının iyi bildiği üzere görünür olmayı sevmeyen, bunu bilinçli bir tercih olarak da uzun süredir devam ettiren münzevi bir yazar. Otuz yılı aşkın bir süredir edebiyatın içinde olan ünlü bir yazarla sözlü ya da görüntülü olarak yapılmış program sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olması bu münzeviliğinin boyutlarını daha iyi anlatır sanırım.
Uzun yıllardır kendisini göremez, sesini duyamazken geçtiğimiz hafta sürpriz bir şekilde TRT2’de “Sanatçının Şehri” isimli bir programa çıkması okurları ve onu sevenler açısından hem çok şaşırtıcı hem de çok sevindirici oldu. Özlemiştik onu gerçekten. Şule Gürbüz 2022’de çıkardığı ve bence Türkiye’de son yüzyılda yazılmış en iyi on romandan biri olan Kıyamet Emeklisi sonrası bile kendisini görememiştik. Yaklaşık yirmi beş dakika süren program boyunca bir taraftan İstanbul’un farklı mekânlarını gezerken bir taraftan da yaşadığı şehir İstanbul’u ve kitaplarını anlatıyordu. Kambur’u yazma süreçlerini, okurdan beklentisini, yazmaya odaklanabilme becerisinin onun en önemli vasfı olduğunu kendine has üslubuyla büyüleyici şekilde anlattı.
Programın bitiminde beni uzun zamandır içten içe hissettiğim ama kendime itiraf etmeye bile çekindiğim bir duygu kaplayıverdi. Eksik olan bir şeyler vardı bu konuşmalarda, her şey çok güzeldi ama bir boşluk vardı tüm söylenenlerde. Şule Gürbüz’ün de içinde yaşadığı bu ülke, son yirmi yıldır daha önce hiç görmediği acılarla, sıkıntılarla, ölümlerle, felaketlerle, zulümlerle can çekişiyordu. Bugüne kadar Şule Gürbüz’den yukarıda bahsettiğim konularla ilgili bir tek kelime duymamıştık. Elbette farkındayım ki, bu program gerek yayınlandığı kanal gerekse de içeriği açısından Şule Gürbüz’ün bunları konuşmasına bir bağlam ve ortam oluşturabilecek durumda değildi. “Sanatçının Şehri” isimli bir programda Şule Gürbüz’den ülkede yaşanan sıkıntılarla ilgili birkaç kelime duymak zaten abes olacaktı belki. O halde ülke can çekişirken bunları konuşamayacağı bir programa, televizyon kanalına çıkmasa daha iyi olmaz mıydı? Zaten uzun yıllar beklemiştik, biraz daha beklesek ne olurdu sanki?
Program sonrası sosyal medyada birkaç cümleyle bu halet-i ruhiyemi ve hayal kırıklığımı anlatan birkaç satır yazdığımda şöyle tepkiler almıştım, “Şule Gürbüz sizin gibi ülkenin kokuşmuş gündemleriyle uğraşmadığı, kafasını böyle saçma sapan leş konularla doldurmadığı için Şule Gürbüz olabilmiş ve kalabilmiştir zaten,” ya da, “Şule Gürbüz’ü anlayamamışsın dostum, o sıradan gündemlerle değil, ruhun, zamanın, varoluşun ötesine varan gündemlerle uğraşarak Kıyamet Emekli’sini yazabilmiştir.” Benim ondan beklediğim şey Dilan Polat, Seçil Erzan gibi ülkenin gerçekten leş gündemleriyle ilgili konuşması değildi. Ülkenin gerçek gündemleriyle, can yakıcı sorunlarıyla ilgili konuşmasıydı. Eğer yirmi yıldır hiçbir şekilde sözlü, yazılı, görüntülü bir söyleşiye katılmasaydı bu konularla ilgili konuşmamasını mazur görürdüm Şule Gürbüz’ün. Konuşmamasını, görünmemesini zihnimde bir yere oturtabilirdim belki. “Sadece gündeme ait şeyler değil, bakın hiçbir konuda hiçbir şey söylemiyor Şule Gürbüz, susma hakkını kullanıyor, hatta susarak verilmesi gereken en güzel cevabı veriyor,” der avuturdum kendimi, hatta hak bile verebilirdim. Ama uzun yıllardır konuşmayıp konuşmayıp, sonra birden ortaya çıkıp da sanki İliç’deki madenciler hiç ölmemiş gibi, binlerce ton siyanür toprağa karışmamış gibi, 6 Şubat depreminde yüzbinlerce insan ölmemiş, evsiz kalmamış gibi, sanki binlerce gazeteci, siyasetçi, aydın hapiste veya sürgünde değilmiş gibi, her gün kadınlar öldürülmüyormuş gibi, Cumartesi Anneleri çocuklarına kavuşmuş gibi, ülke özgürlükler sıralamasında İsveç’i, Kanada’yı geçmiş gibi, İstanbul sokaklarında geze geze, İstanbul’un gizemi, Kanbur’u yazarken ne kadar toy olduğu, okurdan ne beklediği üzerine konuşunca bir hayal kırıklığı yaşadım. En azından ölmekte olan ülkesiyle ilgili olarak Tarkan, Şahan Gökbakar, Cem Yılmaz kadarcık bir şey bile söylemeyecekse niye çıkmıştı böyle bir programa ve böyle bir kanala?
Sonra uzun uzun bir yazarın, entelektüelin toplumsal sorumluluğu üzerine düşündüm günlerce. Elbette ki sanatın kendisi bireysel bir şeydi ve bir sanatçı ancak bu bireysellikle özgün sanat eserleri üretebilirdi. Üretebilmek için sürüden ayrılmak mutlak bir zorunluluktu. Ama bu bireysellik ona, yanı başındaki yangına, ölüme, zulme kayıtsız kalma hakkı vermiyordu. Elbette mutlaka bir partinin, organizasyonun, yapının üyesi olması gerekmese de bireysel olarak, Ege Denizinde boğulup kıyıya vuran Suriyeli bebeklere kayıtsız kalması sadece sanatçılığından değil insanlığından da vazgeçmekti. Eserini ortaya koyunca iş bitmiyordu. Ülkemizde ve dünyada bilinen birçok büyük sanatçı, yazdıkları, ürettikleri ve konuştukları konusunda büyük bedeller ödemişti. Balzac’tan çok daha kötü bir yazar olan Zola, kendisini hiç ilgilendirmeyen bir konu olan Yüzbaşı Dreyfus’un haksızlığa uğradığını haykırdığı için hapis cezasına çarptırılmıştı, Dostoyevski Çar’a karşı çıkmaktan dolayı Sibirya’da hapis yatmıştı, Zweig, Nabokov, Agata Kristoff, Thomas Mann, Gramsci, Çernişevski, Heinrich Böll, Yaşar Kemal, Cem Karaca, Vedat Türkali, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Aslı Erdoğan, Ahmet Kaya, Cem Karaca ve dünya ve ülke genelinde binlerce sanatçı düşünceleri yüzünden, ölüm, hapis, sürgün, tecrit yaşamıştı.
Biraz önce adını zikredince ayrı bir parantez daha açmak istiyorum; daha önce yazdıklarımı okuyanlar bilecektir Aslı Erdoğan da hakkında yazı yazdığım ve çok sevdiğim yazarlardan biridir. Bugün Almanya’da bir taraftan parasızlık içinde ağır bir sürgün hayatı yaşarken, bir taraftan da sağlık sigortası olmadan ölümcül bir hastalıkla mücadele etmektedir. Kendisini hiç ilgilendirmeyen konular hakkındaki duruşu nedeniyle ödediği ağır ve ölümcül bedelleri aklıma getirdikçe, Şule Gürbüz’den de bir şeyler beklemeye hakkımız olduğunu düşünüyorum. Aslı Erdoğan, önce doksanlı yıllarda İstanbul’daki Afrika kökenli mültecilerin haklarını savunduğu için, sonra Kürt olmadığı halde Özgür Gündem gazetesinde Kürtler’e yapılan haksızlıklara karşı çıktığı için hakaret, hapis, sürgün gördü. Hâlbuki bunların hiçbirine karışmasaydı, Robert Koleji ve Boğaziçi mezunu, Cern doktoralı bir Galata kızı olarak etliye sütlüye karışmadan yaşasaydı ve yazsaydı, etnik, sosyal olarak onu hiç alakadar etmeyen insanların dertlerine burnunu sokmasaydı, bugün belki de Nobel veya Man Booker ödüllü, New York Times Best Seller’larına girecek uluslararası bir yazar olarak İstanbul’da Boğaz’a bakan villasında yaşıyor, Amerikan Hastanesi’nde tedavi oluyor, TRT2’de yayınlanan “Sanatçının Şehri” gibi programlara katılıyor olacaktı. Ama o başka bir tercih yaptı ve sonuçlarına katlanıyor.
Bu yazıyı okuduktan sonra birçok kişinin bana tepki göstereceğini öngörebiliyorum. Şule Gürbüz’ü anlamamakla, sanatın toplumsal bir sorumluluğu olduğu gibi geri kalmış düşüncelerle malul olmakla suçlanacak olduğumun farkındayım. Siyasi düşüncelerimin, avamın gündemleriyle uğraşmanın beni, sanattan ve Şule Gürbüz’den beklenen nahifliği göremeyecek kadar kör ettiği söylenecek kimilerince. Hepsine peşinen itiraz ediyorum.
Bilmiyorum Şule Gürbüz bu yazıyı okur mu ama bilmesini isterim ki, bu yazıda onu çok seven bir okurunun naz makamında söylediği şeyler vardır. İnsan sevdiğine sitem eder, insan sevdiğinden bekler, insan sevdiğine konduramaz kusuru. Daha önce onu eleştiren bir yazınını başlığına atıfla derim ki; çünkü Şule Gürbüz bizim canımız olur, sevmeye olduğu gibi sitem etmeye de hakkımız vardır. Artık ne olur birazcık aramıza dönsün, ülkemizin ve coğrafyamızın acılarına ortak olsun.
[1] https://parsomenfanzin.com/2023/04/04/kiyamet-emeklisi-uzerine-daginik-dusunceler-ahmet-karadag/
Editör: Mete Karagöl
- Şule Gürbüz’den Ne Beklemekteyizdir? - 3 Mart 2024
- Atölyeden Yazarlık Öğrenilebilir mi? - 5 Haziran 2023