Çözüm değil ki dünyayı küçültmek. Kendimize sığabileceğimiz darlıkta bir evren yaratınca, güvene de rahatlığa da öyle şıp diye kavuşulmuyor. Hislerimizle üstünü güzelce örttüğümüz düşüncelerimizi pikniğe çıkar gibi sallaya sallaya yanımızda taşımak da özel hissettirmiyor ayrıca. Hayır. Ne yapsak nafile. İnsan bir şekilde eriyip gidiyor toplumun içinde. Şehirde kaybolup sokaklarda ufalanıyor. Hatta sıradan bir caddenin üzerinde karınca kadar küçülebiliyor. Üzerine basmasınlar diye oradan oraya koşuyor telaşla. Sonra apartmanın kapanan kapısını açamıyor bazen, altından sızıp evine giresi geliyor. Yok, hiçbir türlü olmuyor. Aile üyeleri parmakla sayılsa bile, ev her zaman kalabalık. Bir şekilde kendi kendini çoğaltıyor insan. Sonra baktığı her yeri tıka basa dolduruyor. Konuştuklarını, evinin odalarına hınca hınç sığdırmaya çalışıyor. Yok. Ne pencere yetişiyor imdadına ne de cep telefonu. Hangisini açsa yabancı bir yüz. Bir garipliktir, bir tuhaflıktır gidiyor. Yetişemiyor koşsa bile yalnızlığa. Hep ensesinde toplum, bir sürü insan sırtında koca bir yük. Kurallar, adetler, örfler, ananeler ve en çok da otorite. Zamandan korkan, ona gaddar diyen “Tövbe,” desin. Otoritenin saati de yok dakikası da. Hep acelesi var. Ve bir eli daima sofrada, diğeriyse gırtlağımızda…
Bir rehabilitasyon merkezine gönüllü olarak kendilerini teslim edenlerin hikâyesi Sakinler. Dertlerinden kurtulup iyileşmeyi hayal edenler ile yaşamın her noktasında boğuşmak zorunda oldukları çoğunluğa, yani görünmeyen kuralların savunucusu kalabalığa uyum sağlamayı hedefleyenlerin oluşturduğu, ufak bir grup sakinin hikâyesi karşımızdaki. Öncelikle ilgi çekici bir başlangıcı var romanın. Alışıldık girizgâhlara meydan okuyarak okuyucusuna birtakım gizli ve öznel bilgileri deşifre ettiğini hissettiriyor. Herhangi bir sırrın açığa çıkmasına kayıtsız kalan azınlıkta değilseniz, bulmacanın kutularını heyecanla doldurmaya başlıyorsunuz demektir. Gözlerinizi ardına kadar açarak sayfaları çevirmeye başlamanız için konunun ilerlemesine gerek yok. Roman çabucak içine alıyor okuyucusunu.
Sonra anlatıcının safına geçiyoruz ama bu bilindik bir metotla olmuyor. Hande Ortaç, zekice kurguladığı laboratuvar ortamını benmerkezci ve samimi cümleler eşliğinde, oldukça akıcı bir anlatımla süslüyor. Ana karakterin psikolojisini anlamak için kendimizi zorlamamıza gerek kalmıyor. Çünkü Hande Ortaç, damla damla akıtıyor ruhsal denizden taşanları. Kâh günlük okur edasında, kâh ses kayıt cihazını dinler gibi sakince yaklaşıp tanıyor, ele geçiriyoruz başrolü. İşte burada okuyucu tam olarak romanın sayfalarında kayboluyor, diyebilirim. Kahramanın bocaladığı her yerde kendimizi bulmamız ise sürpriz değil. Onunla hayır diyor, dayatmalara dikenlerimizi gösterip direniyoruz. Bazen de onun evet dediği şeylere, öyle ya da böyle kafa sallıyoruz. Çünkü okuduğumuz şeylerin tamamı, yaşadığımız hayatın bir yansıması.
Romanın üst kurgusu bu açıdan oldukça başarılı. Küçük yaşta başlayan normlara uyma, kalabalığa karışma, toplum tarafından benimsenme telaşımızı, mikro ölçekli bir dünyada sunuyor bizlere Hande Ortaç. Kavgamız insanlığa ait. Evden dışarı çıktığımız an yüzleştiğimiz psikolojik şiddetin sona ermesi için kurtarıcı olarak görülen bir yerde panzehir yerine, zehrin farklı bir çeşidiyle karşılaşan insanların çaresizliği, Sakinler’in asla sakin kalamayacağını belgeler nitelikte.
Kurmacanın günahı olmaz. Sevabıysa alt metni kavrayabilene yazılır, derler. Otorite, yeryüzünü istila eden çoğulcu anlayışın en güçlü silahıysa eğer, hangi semte, köye, eve, binaya sığınırsanız sığının, mutlaka tepenize yerleşecek bir giyotin ve o giyotinin inmesini hevesle bekleyen bir grup izleyici bulunacaktır. Dünyanın diline yerleşen “özgürlük” kelimesi, yaşam biçimi olmaktan sıyrılıp her bireyin kendisi dışındaki tüm insanları olduğu gibi kabullenme evresine dönüşmediği müddetçe, şiddetin arasına sıkışıp kalmaya mecburuz. Her birimiz.
Sakinler, merak uyandıran hikâyesi ve yüksek temposuyla bizleri tokat gibi bir sonla buluşmaya hazırlıyor ve her sayfasında bilincimizi açık, dikkatimizi yüksek tutuyor. Okuduğumuz karakterlere yukardan veya aşağıdan bakamıyoruz. Bir şekilde aynanın tam karşımızda olduğunu fark edip gözlerimizi sayfalardan uzaklaştırıp kendimize doğrultuyoruz. Bu, içinde biraz da ümitsizlik barındıran bir son. Absürt kaburgasına tutunan, distopik kemikler ayakta tutuyor Sakinler’i. Belki de romanın en kuvvetli ve alkışı hak eden yanı da burası. Sıradışı, edebi kaygının ötesine geçmiş, mühendis işçiliği ile dizayn edilmiş ve Formula 1 pilotu tutkusuyla hiç vites düşürmeyen bir roman akıp gitmiş kıymetli yazarın ellerinden.
Özetle, “Edebi lezzetin yanında biraz farklılık iyidir,” diyenler için dört dörtlük bir seçim olacaktır Sakinler. Hande Ortaç, kaleminin gizli cazibesi ve romanın arkasına sakladığı zeki tasarımları keşfetmek isteyenler için tavsiyemdir. Keyifli okumalar dilerim.
Editör: Çisem Arslan
- Sakinler – Hande Ortaç - 27 Ağustos 2024
- Herkes Kocama Benziyor - 24 Mayıs 2024
- Cyrano de Bergerac – Tiyatro Peron - 1 Mart 2024