Yazar: 18:18 Öykü

Zeytin Ağaçları ve Kırlangıçlar

Kasabamız o kalabalık şehre henüz o kadar yakın değildi. O zamanlarda kırmızı yürüyüşlü öğretmenler de gelmemişti. Ankara uzak diye sevinen ihtiyarların zamanlarıydı.

Yağmurlar incitmeden yağardı. Duvara asılı takvimler de yoktu evlerimizde. Kuşlar söylerdi, bir daha kar yağmayacak; söğüt fısıldardı tütün ve fasulye zamanı. Kırlangıçlar, gagalarında göçmen bir şarkı, güzel yağmurların vakti… Kasabada kimse büyümezdi… Yaşlanıp giden her çocuk, annesinin öğrettiği kuşları ve ağaçları severdi.

Evimizin önünde bir zeytin ağacı vardı. Genç bir ağaçtı, henüz -dedemin anlattığına göre- yüz yaşına yeni gelmişti.

“İnsan yaşıyla…” derdi annem, “bir yaşına bile basmadı.” Her zeytin gibi o da pek sevimli ve çirkindi. Yeni doğmuş erkek çocuğu gibi yumru yumru ve buruşuktu. Göbek bağımı babam, caminin avlusuna gömmemiş de bu zeytinin gövdesindeki yarığın içine atmış. “Oğlum!” demiş, “bir ağaç gibi olsun…”

Her çocuk gibi yaşım geldiğinde ben de okumakla cezalandırıldım. Martın son günleriydi, ertelenmiş ödevlerin yüzümde bıraktığı parmak izleriyle okuldan eve yollanırken benim aklımda sincapla gelinciğin tartışmalı kuzenliği vardı. Ayakları asla yere basmayan hayal dünyamla yine ödevlerimi yapmaya zaman bulamayacaktım. Biliyordum, o kırmızı yürüyüşlü öğretmenler annemi bir daha üzeceklerdi!

Annem beni verandada karşıladı. Elimden tuttu. Zeytin ağacına baktı.

“O iki kırlangıcı görüyor musun?” dedi.

Birbirlerine sokulmuş, nefeslerini dinleyen ve kederli iki güzel kuş dalda uyukluyordu.

“Evet,” dedim.

“Oğlum, kırlangıçlar ağaca konmazlar,” dedi. “onlar sadece tellere ve yuvalarına konarlar.”

“Ee gitsinler!” dedim. “Yuvalarına konsunlar. Yuvaları yok mu?”

Sarı, bukle bukle saçları yüzüne dökülmüştü. Saçlarını toplayıp kulağının arkasına sıkıştırdı. Yutkundu. Bir çocuk tırnağı kadar ince gamzesi derinleşti. Güldü mü, ağladı mı hatırlamıyorum. Sadece şunu demişti.

“Yuvasız kuş yoktur. Onlar farklı yuvaların kırlangıçları…

Bu öykü de iki kırlangıcın üzerine olsun…

Kirletilmemiş çocuk aklına firar etmek için bir sonraki intihar otobüsünü bekleyen bir yetişkinin sinirli zamanlarını soluyorum. Şimdi bu sıcak ve yağmurlu İzmir sabahında bir taksinin arka koltuğunda, içimde hangi yöne aktığını kestiremediğim ırmakta umudumu taşıyan gemilerin çatır çatır yanmasının acısını çekiyorum. Eve dönüyorum.

Aklımın zamanı yerden göğe ağıyordu ve geceydi. Sayfama insanın kalıntılarını gömüyordum ve sıcaktı. Tanrının -eğer varsa- teninden kurtulmuş insanları katına çekmesi gibi insan listesi çıkarıyordum ve sinirliydim! Arada bir masamdan kalkıp balkona çıkıyordum. Şehir pis kokuyordu. Atlasam intihar teşebbüsünün dahi beni kınayacağı, sakat bir hayatın korkaklığını düşünerek sigaramı içiyordum. Ölüm aslında tüm bunlardan, bu pis kokudan, bu gürültüden, bu dengesizlikten; sevmekten, nefretten ve ayrılmaktan kurtulmaktır. Sayıklamalarım boyunca art arda üç dal sigara içmiştim. Ve paketim bitmişti.

Yazıyordum, bir şeylerden kurtulmak için. Yakamı neyin bırakmadığını bilmiyordum. Yakamdan düşsün diye kendimi kalemimle kâğıda silkelediğim bir vakitte mesaj attı.

“Neredesin?”

O, karanlıktaki bir adama seslenirken, ince ve güzel parmaklarını karanlığın sert duvarlarına sürterek bana geliyordu. Ben ise kişiliğimin tam çatladığı anları yaşıyordum. O; ortadan ikiye ayrılmış, birbirinden nefret eden, diğerinde olan suç kendinde olmadığı için diğerini lanetleyen içimdeki apayrı iki kişinin her an bir araya gelip ahlaki bir dayanışmada bulanacakları korkusunu iliklerime kadar yaşadığım bir anda geldi.

“Neredesin?”

Erotik şarkı hazinesinin tüm melodilerini kullanarak öten tane yiyici güzel kuşların şarkılarına benzesin diye ahenkli cümleler yazarken düşünce ünitem olan ahlaksızlığımı dine kaptırdığımı düşünüyordum ki mesaj geldi.

Bütün suçlular gibi, bütün piçler gibi ve bütün yazarlar gibi yalnızdım. Ne halt yediğine bakmaksızın bütün yalnızların yanında olmaya yeminli, tanrının yanından kovulmaktan ve lanetlenmekten keyif alan şeytan kadar kimsesizdim.

O, gecenin bir yarısında bu mesajı atmışsa… O da bu şehirde yalnızdı!.. Annesiyle, babasıyla, kardeşiyle ya da her kimle bu şehre gelmiş olsun… İnsanın sevdiği yanında değilse insan kalabalıktır sadece! Ona gitmeyerek önce kendime sonra ona ihanet etmenin pekâlâ keyfini çıkarabilirdim.

Mavi kotum… Yakası kirli, beyaz gömleğim… Bolca küfürle caddeye indim. Bir taksi çevirdim. Şoföre baktım. Bu baykuş tipli insanı, kibirli aptallığına leke sürdürmeyen ve kendisiyle tanışan herkesi şanslı bir insan olarak gören orta yaş üstü Homo Mortemis’i aracına aldığı için şansından dolayı tebrik ettim. Boş boş yüzüme baktı. Gideceğim yeri söyledim. Şehrin karanlığını sarı ışıklarıyla kirleten sokak lambalarının altından geçerken bütün lambaları saydım. Üç yüz yirmi altı lambanın altından geçtik.

Düşük voltajlı mavi spot ışığın altında beni bekliyordu. Işığın çevresinde geniş kanatlı birkaç gece güvesi ile onları yakalamaya çalışan bir yarasa kanat çırpıyordu. Onun uzun, kıvırcık ve kumral saçları açıkta kalan omuzlarına mavi bir deniz yosunu gibi dalgalanıp dökülüyordu. Uzun pileli eteğinin altındaki bol iplikli beyaz sandaletleri yuvarlak diz kapaklarına kadar çıkıyordu. Belinden aşağısı daha on sekizinde bir kız, üstü ise memelerini kansere kaptırmış bir kadının asabi sert yüzü… Kırkında. Orada durmuş bir elindeki küçük beyaz çantasıyla bana bakıyordu. Annemin öykülerinden çıkıp gelmiş bir orman perisi ya da derinliği akılla ölçülemeyen, bir okyanus kentinin sıvılaşmış oksijeni içinde yüzen balıkçıl güzeli… Derin denizkızı! Dağınık saçlarını geriye attı. Zarif, nemli havayı soğutan göğsünün önü açıktı. İpek, beyaz yeleği… Küçümseyici güçlü bakışları, peşinden gelen gösterişli beyaz eteği…

Şimdi, ilk gördüğümden daha güzeldi. Ya da özlemek, özleneni güzelleştiriyordu. O, akademisyenlerin geri kalanı gibi değildi. Üniversitedeki bir hoca gibi gözükmüyor, en azından tipik bir hocaya benzemiyordu. Yaşlanmış bir ergen gibi, yüz güzelliği ve giyimi için saatlerini heba etmiyordu. Bilgi şapşalı, “… bu bağlamda, şunu eklemek yerinde olur,” diyen biri de değildi. Düzgün konuşması, ağır başlılığı, kusursuz duruşu, oturması ve kalkmasındaki titiz terbiyesi… Geçimini sağlamak için çalışmıyordu. Çalışmak, ona şaşırtıcı ve eğlenceli gelen bir kültürdü. Geleneksel bir eğitimden geçtiğini fark ettiğinizde dâhiliğinin önünde duran ince tül perdenin aslında bu kadında her kadının taşıyamayacağı bir kaderi sakladığını görüyordunuz. Herhangi bir sanat üzerine konuştuğunda kendi kaderini ele veriyordu. Öyle samimi bir şekilde konuşuyordu ki iyi bir dinleyici onun kederli cazibesinin ne olduğunu çabucak anlıyordu. Yine de onu anlayacak pek kimsesi yoktu yanında.

Özenli ve gösterişten uzak, genellikle üç renkte -mavi, siyah, beyaz- elbiseler giyiyordu.  Kendini, bir işkadınıyla bir akademisyen arasında kalmış, aklı karışık bir kadın havasından kurtarmak gibi derdi de yoktu. Kendisine yakışanı tavsiyeyle değil zevkleriyle seçiyordu. Genellikle terzi kesimi mavi ceketinin altında krem rengi ipek bir bluz; elinde parlak deriden, kahverengi bir çanta ve ayağında aynı renkte sivri burunlu topuklu ayakkabılar… Üzerinde hafif esnek, mavi triko bir etek… Vücut hatları da böyle bir eteğin gösterebileceği kadar belli belirsiz görünürdü.

Açık renk bir ten, kavisli bir ağız; üst dudağı ince, alt dudağı dolgun ve kıvrımlı… Pürüzsüz bir zarafete sahip, yuvarlak alnını süsleyen hilal kaşlarının altında kahverengi parlak gözlerine anlam katan bir ben vardı. Gözlerini kıstığında kazayağı kırışıklıkları yüzüne heybetli bir asalet katıyordu. İyi bir yürek, güzel bir yüz, davetkâr olduğu kadar utangaç bir bakış, belirgin elmacık kemikleri, ince uzun boynunu destekleyen yuvarlak omuzları…

Vücudunun kıymetini biliyordu. Değerli olduğunun farkındaydı. Geç­miş bir zamana aitti ve kuzeyden ülkemize sürgün edilmiş çekik gözlü bir ırkın tipik kadınıydı. Konuşmaya başlayınca dinleyicisini nezaketli bir döneme geri götürüyordu. Susup da karşıdaki kişiye baktığında “Hadi silahını göster de canına okuyayım!” diyen gözlerinin sertliği ürkütüyordu. Ses tonunun derinliklerinde bozkırın savaşçı erkeklerini doğuran kadınların avaz hırıltısı vardı.

Birbirimize, bir kaldırımdan bir kaldırıma bakıyorduk. Yoldan geçen araçlar onun saçlarını bir öyle bir böyle savuruyordu. Ben kendimi astığımda bir ağaca, beni uyutacak şekilde esmesini dilediğim rüzgâr şimdi onun eteklerini uçuruyordu. Uykusu gelmiş, annesinin eteğini çekiştiren çocuksu rüzgârdan eteğini kurtarıp geldi. Sarıldık. İkimizin daha bir araya gelmeden başlattığı bu portrede, kirli sarı bir gökyüzünün altında onu boynundan öptüm. Şehrin pis kokusunun içinden onun kokusunu buldum ve çıkardım. Ve bir daha öptüm.

“Hoş geldin.”

Dişlerinin arasından, nefesi kuzeyden gelen bir fısıltı…

“Hoş buldum.”

Elinden tuttum. Yürümeye başladık. Döndüm ona baktım. Bir rüyanın zirvesinde dalgalanan sevincim benim… Sabah uzaklara gitsin de hiç uyanmayayım. Ben bir portreyim, sen eksik çizgimsin, yokluğun çirkinliğimdir sevgilim Bir daha gitme, çirkinliğe doydum ben. Haziranın bu sıcak gecesinde… Yalnız bu gecenin değil, düşü görülmüş nice gecelerin sabahına sevişerek uyanalım, görülecek nice düşlerimizi parmak ucuyla tatmayalım artık…

“Denizin göğe değdiği yere kadar yürüyelim,” dedi. Sesi bir kır kahvehanesinin akşamüstü şenliğiydi.

Elini sıktım.

“Tramvay geliyor,” dedim.

“Hani?” dedi. “ben göremiyorum.”

“Mutlaka geliyordur bir yerlerden. Sen yine de elimi sıkı tut.”

“Bir gören olmasın sakın!” dedi

“Bir gören vardır daima,” dedim.

İskeleye yürüdük. Gecenin serinliğinde yıldızlar titriyordu. Son vapur denizi çizip geçiyordu. İki çay ve karşımızda bir deniz… Çayının şekerini karıştırdım. Boynuma bakıyordu. Eğildi. Kokladı. Ciğerlerinde gezindim çıktım. Yüzünü adımladı gözlerim, kıvrımında durdum dudaklarının. Dili dudaklarımı ıslattı.

“Seni en suskun günlerimde özlüyorum,” dedi. “Benim evimde her şey dilsizdir. Kapımı açarken anahtarım, kilidim, masadaki kaşık, çatal… Ağaçlarım bahçede, hamak ve köpeğim, çelende kuşlar… Hepsi dilsizdir. Ya ben ölüyüm ya da her şey ölü çevremde.”

Denize baktı. Çayını yudumladı. Saçları savruldu. İçimde bir şehir ayaklandı. Bütün zamanlardaki zalimlere sövdüm. Dudağına kibirli ve acı bir gülümseme kondu.

“Kendimi sensiz zamanlarda nasıl avuttum ben, bir bilsen!” dedi. “Dinle ovaladım sızlayan yerlerimi. Ah

din güzel gelir bu tür acılara!”

Küçük bir kahkaha attı. Tutsak bir kanat çırpınışı gibi dondu kaldı gülüşü yüzünde. Bana baktı uzun uzun. Fısıldadı.

“Din, müptelasının bi­lincini reddeder.”

Derin bir nefes aldı.

“Hiçbir zulme, açık bir zihinle katlanılamaz. Sabır, kapalı bilinçlerin geçiştirmesinden başka bir şey değil!”

 Çayı yanına koydu. Elleriyle yüzünü kapattı. Öylece kaldı. Ağlamadı. Çantasını açtı, sigara paketinden bir dal sigara çıkardı. Uzaklara bakarak sigarının izmaritindeki mentolü patlattı. Yaktı. Çekti. Bana baktı, araladı ağzını. Mavi duman ağzının içinden döne döne çıktı. Yükseldi. Burnundan gözlerine ulaştı. Mavi bir bulutun ardındaki gözlere baktım. Uzandı, elimi tuttu.

“Biliyor musun?” dedi. “Uzanıp yere, yumruklarımı vura vura ağlamak, gözyaşımda boğulmak istiyorum.”

Avucundaki ayrıksı duran elime baktım. Kadın, bir adamı sarıp sar­malar ve daha çok iyiliğin, güzelliğin serpilip gelişmesine imkân verir. Ya onun rahmine girip çoğalmak ya da onun rahminden çıkıp büyümek… Sanırım başarılı bir erkek olmanın iki ayrı şartını ebediyen kaçırdım. Gece neminin biriktiği hilal kaşlarının altındaki ıslak kirpiklerine baktım. Dile getirilemeyen duygularımı içimde bir adam bağıra bağıra söylüyordu. Ama dilim onu kulağımın anlayacağı Türkçeye çeviremiyordu. Onunla konuştuğumda, onun içinden diline gelip konuşan kadın her kimse ben onu seviyordum. Onda herkesin gördüğü kadınla ilgilenmiyordum. Onda sadece bana görünen bir şey vardı.

Şimdi her şeyi göze almış ve yanıma gelmişti. Birlikte mutlu olmak yerine ısrarla, ayrı ayrı mutsuzluğu yaratacak olan dönüşlerle -her ayrılığımızda yağmur yağmıştı- üzülmeyi seçiyorduk. Gidecekti, biliyordum. Kucağıma güzel anılar bırakacak, ben de yine bu anılara baktıkça kanayacaktım. Her seferinde hiçbir şey olmamış gibi, kavgayı bıraktığımız noktadan değil de en mutlu olduğumuz son anımızdan devam ediyorduk. Çok kızıyorduk birbirimize ama bunu asla birbirimize söylemiyorduk. O, sanki bir çocuğunu yetim yurduna bırakmıştı da ben onun yetimi olmuştum. Ne yer? Ne içer? İzmir’de hava durumu nedir? Üşüyor mu? Hasta mı? Yazabiliyor mu? Acaba ne yazdı? Biliyordum hep beni düşünüyordu. Nereden mi biliyorum? Ben de hep onu düşünüyorum! Dönüp beni bıraktığı yerden alırdı ve mutlu adımlarla şehri gezerdik. Çoğu zaman beni ürkütürdü. “Senin neyini çok sevdim, biliyor musun?” dediğinde, her seferinde benim başka bir özelliğimi sevdiğini söylüyordu. Sanki ben onun elinde parçalarına ayrılan bir oyuncaktım. Bir nedenle kesişen iki mutsuzluktan bir mutluluğun çıkmayacağı ta başından belli değil midir? Ama umut, ağaçların nefesi gibi tükenebilir bir şey değildir.

Yürümeye başladık. Cumhuriyet Bulvarı’ndan Gazi Kadınlar Sokağı’na saptık. Bir kafenin terasına oturduk. Damla sakızlı sade kahve söyledi. Bir sigara daha yaktı. Gülümsedi. Gözünün altında ben… Ben değildim kendimde olan. Alçakgönüllü ölüm yaklaşıyordu. İkimizin ne tür bir hasta olduğumuzu çözümlüyordu. Çözdükçe duygularımızı, kendimize söyledikçe sırlarımızı çabuk yaşlanıyorduk işte. Sus! Neon ışığın altında yüzü yıkanmış gibi parlıyordu. Masada birkaç eski dergi vardı. Bir derginin kapak sayfasındaki ünlünün eski püskü elbisenin içinde bile yakışıklı olmasına hayretle bakıyordum. O hâlâ beni kendiyle incelterek havaya karıştırıp yok etmeye çalışıyordu. Ben onu sevmeden; bu saatleri, bu geceyi, bu yılları, bu derin acıyı, bu derin yalnızlığı dini bir tavırla kader denilen ve bineğini arayan bir hayvan gibi yaşayamazdım. Bütün ruhumla umuyorum ki birlikteliğimizde yeniden dirilen ve asla ölmemesi gereken şeyin adı neyse, işte o bizi kurtaracaktır. Şiire inandığım gibi, buna inanıyorum. İnanmak zorundaydım. Çünkü kanat çırpacak başka bir göğüm yok! İşte ben, anlatılan her şeyin ölümlü olduğuna inanan biriyim. Kendini ve beni anlatması…

“Neden gittim biliyor musun?” Omuzları oynattım sadece bilmiyorum dercesine.

“Küçük bir intihar girişimi” dedi. “İçimdeki seni öldürmenin aslında kendimi öldürmek olduğunu gördüğümde vazgeçtim. Senden uzak durmakla senden kurtulacağımı sandım ben. Sana geri döndüm hep. Kendime adım atmışım sana gelirken. Seninleyken kendimdeyim ben.”

Geçen yıl eylülde gitmişti. Pek uzun sürmüştü geri dönmesi. Onu görmek için onun şehrine en soğuk günlerde gitmiştim. Ah o eylül…  Olgundur ölümleri eylülün. O eylül sabahı aramıştı beni.

“Senigördüm rüyamda,” demişti.

 Ağlıyordu.

“Seni gördüm biliyor musun, seni! Sen o kadar gerçek, sen o kadar kuş, sen o kadar yağmur ve o kadar karsın ki ve sen o kadar hayalsin ki, senin ne olduğunu kestiremez oldum. Yanımda yatıyorsun sandım. Uzandım yüzünü okşadığımda.”

Yatağımda o vardı. Onun yüzünü okşarken uyandım.

“Bilmiyorum. Delireceğim. Seninle ne yapacağımı bilmiyorum,” demişti.

O gece gitti. Tam sekiz ay ondan haber alamadım. Onun şehrine gittim birkaç sefer. İşyerine gittim, göremedim. Sanki kırlangıç olmuş da güneye uçmuştu. Şimdi yanı başımdasın işte. Beyaz elbisen, sandaletlerin, rüzgârın çekiştirip durduğu eteğin… Sevgiden geçmeyen bir hayatın üreteceği zulümde bu kadar zarif ve güzel olmayı başarmak sadece mutsuzluktur sevgilim!

Kahvelerimiz geldi. Önce bir yudum su aldı. Dudaklarını yaladı. Fincana uzandı. Bana baktı. “Yine gideceğim, biliyorsun değil mi?” dedi.

Kahveme baktım. Suyu sonra içmeyi düşündüm. Kahvemi aldım. Damla sakızı kokusu…. Aklımın bir köşesinden bir köşesine çocukluğum koşarak geçti. Mutfak pervazındaki çamurdan yuvalarında anne kırlangıçların çığlıklarına karışan yağmurda ıslanmış çocukluğum, sinsi hayallerin peşindeydi. Elinde kısa bir çeşme hortumuyla mutfağa girdi. İlk işi mutfağın penceresini kapatmak oldu. Mutfakta uçuşan onlarca erkek kırlangıca baktı. Ağzında geveleyip durduğu sakızı şişirip şişirip patlatıyordu. Pek uzun bir zamandır kendini kovboy sanan bu çilli, kıvırcık saçlı çocuk annesinin onca kızmasına rağmen meraya büyük başları götürürken buzağının sırtına biniyordu. Buzağının beli çökmüş yorgun argın ahıra döndüğü her akşam rutin dayaklarından korkmayan bu çocuk, elindeki hortumu savurmaya başlamıştı. Zavallı kırlangıçlar armut gibi patır patır ahşap zemine dökülüyordu. Annesi bu vahşeti görmüş olsaydı buzağı için attığı dayağın bin katını atmaktan hiç çekinmeyecekti. Çünkü annesi kırlangıçları severdi. Havadaki bütün kuşlar sere serpe yerde baygın yatıyorlardı. Çocuk kuşları toplayıp hepsini ayaklarından bir iple kemerine bağladı. Kuşlar kendilerine geldiklerinde bu hayalperest çocuğun çoktan tutsağı olmuşlardı. Çocuk, kız kardeşini bağıra bağıra çağırdı. Dört beş yaşlarında açık tenli, şehla bakışlı bir kız yarı uykulu çekik gözleriyle geldi, sürekli sürpriz yapan abisine baktı. Abisi kıza pencereyi açmasını söyledi. Çocuk pencereye seyirtti, zorlanarak açtı. Geldi, abisinin yanına oturdu. Abisinin kemerine bağlı kuşlara bakmaya başladı. Abi uzandı, kardeşine elini tuttu.

“Elimi sakın bırakma!” dedi. “Kuşlar bizi uzaklara götürecek şimdi.”

Kız, diğer eliyle önce saçlarını topladı.

 “İyi misin? Elimi geri alabilir miyim?” dedi.

Elini sıkıp duruyordum. Bu ufacık uykumdan uyandım. Fısıldadım.

“Gitme” dedim. “kırlangıçları senin için yakaladım. Hani bir şarkı vardı. Arabada söylemiştik… Hatırladın mı? Kuzeyde, bir barajın kıyısında sana kozalak ve palamut vermiştim. Sonra sevişmiştik. Şehrin girişinde, kırmızı ışıkta, bir çocuk bakıyordu. Radyoda çalıyordu. Beraber eşlik etmiştik… Bir yer bulalım, dünyadan uzak…

Elini kurtardı elimden. Eğildi. Nefesi dudaklarımda gezindi, şarkının gerisini ağzıma okudu. İçim şarkıyla ve nefesiyle doldu. Güneş doğdu. Uykum geldi.

O, yuvasına döndü. Ben? Ya bendeki öteki ben? Vatansız kuş nereye uçar?! Ülkesi elinden alınmış, mevsimleri değişmiş şehirlerin, göğü kirletilmiş, yağmursuz tarlaların, meyve bahçelerinin… Ve kaybettiğim bütün ülkemin üzerine yemin ediyorum ki, onun saçları benim çocukluğumun saklambaç oynanan gecelerinden daha güvenli… Ya da zeytin ağaçları! Ya da bu yağmurlar!

Editör: Buse Karabulut

Visited 58 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version