Yazar: 12:53 Öykü

Yalnız Gezen

Gözleri griydi, yüzü yaralı. Ruhunun derinliklerinde, geçmiş anıların derin izleri ve doğanın ona bahşettiği kadim bilgelik vardı. Bakışları sanki gizli bir gerçeği saklıyor gibiydi; her bir av, her bir düşman, her bir kayıp ve zafer birer parıltı olarak bakışlarında beliriyordu.

Kürkü gümüşe banılmış koyu toprak rengindeydi; tüyleri zamana yenik düşmüş, hırpalanmış ve yer yer dökülmüş olsa da güneşin ilk ışıklarıyla parlayan gümüş tonları, yaşlanmış olmasına rağmen hâlâ güçlü olduğunu hatırlatıyordu.

Gençliğinde, her hareketi kibirli bir kudret taşırdı; başı dik, bakışları keskin ve tüyleri parlaktı. Ama zamanla omuzları biraz eğilmiş, bedeni yılların yükünü taşır olmuştu. Bu eğilme, bir yenilginin simgesi olmaktan çok hayatta kalmanın ve hayatta kalmak için yapılan fedakarlıkların bir sonucuydu. Her şeye rağmen yaşamı korkusuzca kucaklayarak ömrünü geçirdiği topraklarda bir efsane olarak özgürce gezmeye devam ediyordu.

Köylüler ona “Yalnız Gezen” derlerdi; bu isim, onun doğayla ve dünyayla kurduğu derin bağı, aynı zamanda tek başına her türlü zorluğun üstesinden gelebilme becerisini yansıtıyordu.

Yeri geldiğinde köyün en yaşlıları onun adını saygıyla ve sakince fısıldayarak söylerdi. Çünkü Yalnız Gezen, kimseye ihtiyaç duymadan doğanın kendi yasalarıyla yaşamını sürdüren, ruhuyla özgürlüğü birleştiren uhrevi bir varlık olarak görülüyordu. Anlatılan hikâyelere göre tan kızıllığında ya da dolunay göğün tepesine yükseldiği vakit, gece yarısı her ortaya çıktığında köyü mistik bir hava sarardı. Efsaneler, Yalnız Gezen’in her adımında dağların taşlarını, nehirlerin derinliklerini, rüzgârın yönünü değiştirebildiğini anlatıyordu.

Dikkatlice izleyenler onun sadece bir hayvan değil, zamanın ötesinde bir ruh olduğunu hissederler, kalbinin derinliklerinde başka bir gücün varlığını sezerlerdi.  Yalnız Gezen, bir tür mitolojik varlık gibiydi. Onun her hareketi bir anlam taşıyor ve adeta insanlara geleceğe dair mesaj veriyordu. Kimi köylüler onun ortaya çıktığı her anın bereket ve huzur getirdiğine inanıyorladı; kimileri ise onun derin bakışlarının gölgesinde, geçmişlerini  ve eski hatalarını bulduklarını hissediyorlardı.

Köylüler onu yalnızca gözleriyle değil, ruhlarıyla da izlerdi. O her geldiğinde çevresindeki hava bir anda değişir, toprağın kokusu farklılaşırdı. Onun varlığı, sanki doğanın gizli bir mesajıydı. Yalnız Gezen’in her adımı, sadece bir yırtıcı hayvanın adımı değil, yaşamın ve ölümün, kayıpların ve zaferlerin, en çok da zamanın kendisinin adımlarıydı. Bu yüzden ona olan saygıları, bir korkudan çok, derin bir takdir ve bağlılıkla yoğrulmuştu. Yalnız Gezen, dağların sisli sabahında ortadan kaybolur, ama adı bir daha ortaya çıkana dek yankılanarak köydeki görünmez varlığıyla birlikte varlığını sürdürürdü.

Yıllar önce, pençeleri toprağı öfkeyle kazırken şimdi daha temkinli ve sağlam bir şekilde yere basıyordu. Her adımı, sanki doğanın kendisiyle barış yapmış özgüvenli bir liderin ağırbaşlılığına sahipti. Dişleri hâlâ keskin olmasına rağmen yıpranmış görünüyordu bu yüzden gücünün simgesi olan o ölümcül ısırığını şimdi daha nadir kullanıldığını ele veriyordu. Fakat bir tehdit hissederse o yorgun gövdesinden hâlâ bir fırtına kopabileceğini çevresindeki herkes bilirdi.

Sürüsünün karşısına çıktığında genç kurtlar onu hayranlık ve hafif bir korkuyla izlerdi. Onun nefesi bile eski savaşları anlatır, her bir yara izinde birer ders gizlenirdi. Onu izleyenler, yaşlanmanın zayıflık olmadığını anlardı. Bir zamanlar gökleri titreten uluması, şimdi daha kısık, daha derindi, ama taşıdığı anlam daha yoğundu: “Ben hâlâ buradayım. Yaşlandım ama düşmedim.” diyordu.

Fırtınalı bir gecede oturduğu kayanın üzerinden ormanı izlerken bir yalnızlık duygusu ona musallat olurdu. Gençlik günlerini, avlanma konusundaki hünerlerini, beraber mücadele verdiği yoldaşlarının ulumalarını düşünürdü. Ama o, geçmişin ağırlığında ezilen biri değildi. Hayatın kaçınılmaz döngüsünü, bu yaşlanmayı, içsel bir bilgelikle kabullenmişti. Burroughs’un bir roman karakteri gibi o da hayata meydan okuyarak eskimiş, ama yine de sistemin dışında kalmayı başarmıştı.

Artık savaştığı şeyler dış düşmanlar değil, zamanın kendisiydi. Ve biliyordu, her Alfa gibi, gün gelecek son ulumasını gerçekleştirecek. ama o gün gelene kadar gökyüzü griye çalsa bile gözlerindeki ateşin hiç sönmediğini gösterecekti. Bu kurt, yaşayan bir efsaneydi; hem bir savaşçı hem bir filozof hem bitmekte olan bir hikâye hem de doğanın kendisine yazdığı en eski şarkılardan biriydi.

Kayanın üzerinde otururken, rüzgâr kürküne dokunuyor, tüylerini eski bir dost gibi okşuyordu. Gözleri uzaklardaki ormana dalmış, karanlık ağaçların gölgesinde yankılanan eski sesleri dinliyordu. Geçmişin yankılarıydı bunlar: Gençliğinin küstah ulumaları, yoldaşlarının kahkahaları, avların kaotik sesleri ve zaferin o unutulmaz tadı… Ama aynı zamanda kayıpların sessizliği de vardı. Sürüsünden eksilenlerin isimleri, şimdi onun zihninde birer gölge gibi dolaşıyordu.

O, kendi bedeninin ağırlığını taşırken aynı zamanda anılarının da yükünü taşıyordu. Artık her savaşta kazanan olmak istemiyordu, çünkü her zaferin bir bedeli olduğunu öğrenmişti. Genç kurtlar onun gibi görünmek isterdi: güçlü, bilge, saygıdeğer… Ama onlar onun bakışlarının ardındaki yorgunluğu ve yalnızlığı anlayamazlardı. Her liderin taşıdığı bir yalnızlık vardı. Zirvede olmak, herkesi koruma sorumluluğuyla gelen bir yük demekti. Ve şimdi bu yük, onun yıllardır eğilmeyen omuzlarını ağır ağır bastırıyordu.

Rüzgârın taşıdığı kokular arasında, bir geyik sürüsünün varlığını hissetti. Gençken bunu bir meydan okuma olarak görürdü. Şimdi ise bu kokunun anlamı farklıydı. Artık her av bir gereklilikti, bir keyif değil. Enerjisini boşa harcamazdı. O, sadece hayatta kalmanın sanatını öğrenmekle kalmamış, bu sanatı bir bilgelik hâline getirmişti. Diğer kurtların gözünde bir efsaneydi evet, ama gerçekte o kendini çok iyi biliyordu: Aslında sadece zamanın ellerinde şekil bulan ölümlü bir varlıktı.

Bir gece yarısı, sürüden genç bir kurt yanına yaklaştı. Gözlerinde merak ve biraz da meydan okuma vardı. Gençliğin cesur ama kör cesaretiyle doluydu. Yalnız Gezen, bir süre sessizce onu izledi. Genç kurt, onun yaşlı olmasını kendi fırsatı olarak görüyordu belki de. Liderlik için rekabet her zaman bir gelenekti. Ama genç kurdun gözlerindeki kıvılcım, alfa kurdun gözlerindeki ateşe yaklaşamazdı. Sessiz bir hareketle ayağa kalktı. Gri kürkü ay ışığında parlıyordu. Genç kurdun cesareti, onun dev gibi gölgesinin altında ezildi. Eski liderin varlığı bile yetmişti. Bu, sözlere gerek duymayan bir güçtü.

O gece, ormanın sessizliği içinde yeniden uludu. Bu, gençlik günlerinin göğü titreten uluması değildi, ama taşıdığı anlam çok daha yoğundu. “Ben buradayım,” diyordu. “Ve hâlâ yaşamın rüzgârına karşı duruyorum.” Bu uluma, genç kurtlara bir hatırlatma, doğanın döngüsüne ise bir meydan okumaydı.

Son kez ufuğa baktı. Gözlerinin rengi, sabahın ilk ışıklarıyla değişen göğün tonlarına karışıyordu. Rüzgâr, eski dostu gibi kürkünü usulca okşuyor, yılların taşıdığı yorgunluğu hafifletmeye çalışıyordu.

Zamanın içinde bir izdi o. Ne tamamen geçmişte kalmış ne de geleceğe ait. Gecenin ıssızlığında yankılanan sesi, sürüsüne ve ormana son bir mesaj gibiydi:

“Ben buradaydım.”

Sabahın sessizliğinde, kayanın üzerinde hareketsiz duruyordu. Rüzgâr onun etrafında dönerken, bir anlığına her şey durdu. Ve sonra, güneş yükselirken, Yalnız Gezen’in varlığı ufkun ardına karıştı. O artık sadece yaşayanların dünyasında değil, anlatılan efsanelerde, rüzgârın melodik fısıltılarında ve doğanın sonsuz döngüsünde yaşıyordu.

Gökyüzü griye çaldı. Ama gözlerindeki ateş hiçbir zaman sönmedi. Çünkü o, bir kurt değildi sadece; zamanın göğsüne atılan derin bir pençe iziydi.

Editör: Aydın Kayabaşı

Latest posts by Alper Sezener (see all)
Visited 50 times, 51 visit(s) today
Close
Exit mobile version