Yazar: 18:52 Öykü

tabU.

Tohumları toprağına ektiği günü düşündü. Onları suladığı, tohumların filizlendikleri günleri… Nasıl da heyecanlanmıştı. İlk hasatı… Bambaşka bir heyecan… İşte şimdi avucunda ezilerek toz olmayı bekliyorlardı. Aslında hiçbir şey beklediği, planladığı gibi gitmemişti. Gökten su düşmemiş, güneş kavurmuş atmıştı geçim kaynağını. Sağdan soldan su çekmiş ve kurumalarına izin vermemişti hasatının. Derdi onları satıp zengin olmak değildi Besim’in, onları yemek de değil. Yetecek kadarı kâfiydi onun için. Neye yetecek kadarı olduğunun sınırını o da belirleyemiyordu ya, yine de “kâfi” deyip duruyordu. Eline geçen kadarını yaratacaktı. Yaratmak… Belki de tek istediği buydu. Önceleri var olanı kullanmıştı da ne olmuştu ki? Gözünün önünde yenmişti Adhur! “Senin sürüklediğin yere gelen, verdiğin otu yiyen, varlığına muhtaç olan, varoluşuna sebep değildir,” demişlerdi. Onu kestiklerinde, kimin ötekinin varlığına muhtaç olduğuyla ilgili düşüncelerini de kesip atmışlardı. Oysa bütün benliğinin onda var olduğunu düşünmüştü Besim. Onunla büyümüş, onunla ve onun sayesinde beslenip serpilmişti. Ailesi elindekini “Adhur” için seferber etmişti. Adhur büyüdükçe Besim için yapabilecekleri de büyümüştü. Adhur artık yaratabilir ve yaratabilmenin gücünü kendi Yaradanlarına kanıtlayabilirdi. Ama belli ki Adhur onları sınamak istemiyordu. Var edebilenlerin tahammülü ise onu beslemeye yetmiyordu. Besim, “Tapındığın şey, taptırdıklarına ziyafet olacak,” cümlesini kimin söylediğinden çok, tapındığının bu ziyafete vereceği tepkiyi merak etmişti. Tapındığının gırtlağına çöktüklerinde yalnızca mööö sesi ulaştı kulaklarına, kaçtığı ormanın derinliklerinde. Yaşıtları içinde kanlı canlı bir varlığa bu denli ağır anlam yükleyen bir tek kendisiydi Besim’in. Diğerleri görünmezi görünür ettiği için gökteki turuncu topa, top kaybolur kaybolmaz beliren istikrarsız korkak beyaza, içinde balıkların dans ettiği şeffaflığa, bir kere var edildiğinde yalnızca sıkıldığında yok olan kızıllığa tapınmaktaydı. Niceleri vardı tıpkı bunlar gibi yoktan var olan, varlığıyla da sorun çözen ve yaratan. Hepsi, varken yok olup gidebilmekteydi.

Besim, ilk kez her şeyiyle kendisinin var ettiği bir yaradan yaratmak hevesindeydi. Her aşamada güçlenişine, varoluşuna şahit olduğu bir kudret. Ruhunu, emeğini, terini, rızkını, zamanını paylaştığı hatta feda ettiği bir yaratılanı yaradana dönüştürmek… Hem de kendi eliyle. Artık sabırsızdı, yeterince oyalanmıştı düşünmekle… Oyuğun içine boşalttı avuç avuç buğdayları… Sonra yaradanını yaratmaya başlamak için elindeki taşla ezdi onu. Acımadan vuruyor, taşın taşa sürttüğü sesi duymadan kaldırmıyordu elini. Un ufak etti onu, benliği dirilmeyi öğrenip mucizesini göstersin diye. Başkasının tanrısı da yardıma koşuyordu en büyük tanrıyı yaratmak için, akıyordu tıpkı toprağı da canlandırdığında olduğu gibi içine… Nebru’nun hayatına girişini hatırlıyordu Besim. Tanrıların yardımına koşan şeffaf varlık, daha yücesine kul köle olup var olanlarla yoktan var edileni yaratmışken, Nebru tanrıları ezmekten nasır tutmuş ayağıyla var edilen bir tanrıyı daha yok etmişti. Nebru, kendi tanrısını yaratmadığı gibi, var edilen tanrılara da saygı göstermekten yoksundu. Besim’in yarattığı ilk tanrı da Nebru’nun ayakları altında ezilmişti ama içinde varlığını sürdürmüştü. Besim, yalnızca tanrısını yansıtacağı o somutluğu bekliyordu. Babası ona o akşam bir tanrı yaratmıştı, hem de elleriyle birkaç dakika içinde. Yüzyıllar, binyıllar sonra Besim’in babasının bu davranışı ebeveynlerin çocuklarına yaklaşımları açısından olumlu/ olumsuz tartışmalara konu olacak ve üzerinde bilim insanları tarafından, her zamanki gibi uzlaşmaya varılamayacaktı. Nebru, ayaklarıyla Besim’in tanrısını ezdiğinde kendisine de oradan bir şeylerin nüfuz ettiğini düşünecek ama bunların ruhunda yarattığı yansımalardan hiçbir zaman emin olamayacaktı. Nebru’nun bu davranışı yüzyıllar, binyıllar sonra bir birliğe girmek için çabalayan ve bu saik ile birliğin yasalarını paldır küldür uygulamaya çalışan bir ülkenin, birliğe yaranmak için yaptıklarına benzeyecekti. Nebru davranışlarına bir temel bulamamıştı ve o ülke de o birliğe hiç girememişti.

Besim, şeffaflık zerk ettiği toz zerrelerine bakarken Nebru’dan korkmuyordu. Çünkü yaradanı var edebilmek bunu gerektirirdi. Besim yoğurdu. Besim saatlerce yoğurdu. Besim yoğurdukça tanrısı direnç gösteriyor, yer yer kırılıyor, yer yer ufalanıp Besim’i cezalandırıyordu. Daha var olmadan kudreti birçok şeye kadirdi. Yorgun düşüp çalışmayı bıraktığı her gece her gün için yarattığı var edici tarafından cezalandırılıyordu. “Benimle daha çok ilgilen, beni daha çabuk var et!” diye kulaklarında çınlayan buyruklar, zamanını nasıl kullanması gerektiğini öğreten bir tanrıydı Besim için! Geceler, günler boyu hiç usanmadan yoğurdu Besim. Artık hazırdı yaradanını diğer yaratılanlara sunmaya. Heyecanla ahaliyi topladı etrafında. Gözleri Nebru’yu aradı toplaşanlar içinde. Aradığını bulamadı. Bu kendisini hayal kırıklığına mı uğratmıştı yoksa cesaretlendirmiş miydi? Düşündü, emin olamadı. Kalabalık arttıkça hayran bakışlar da artıyordu. Besim, tanrısını mı yoksa kendisini mi yüceltmek niyetindeydi bir an tereddüt etti. Bu tereddüdü gören Nebru fırsatı kaçırmadı. Kalabalığı yararak ilerledi Besim’in tanrısına. Yanmaktan, taş kesilmekten, toz olup uçmaktan korkmadı ve eline ilk gelen çıkıntıyı kırarak havaya kaldırdı elinde tuttuğu tanrısal parçacığı, dedi ki; “Eğer Besim’in tanrısı var ise beni kahreylesin. Yoksa eğer, onu tanrılar; tanrı yaratmaktan men eylesin!” Besim’in tanrısının, Nebru’nun dişleri arasında parçalanıp yok olurken hiç sesi çıkmamıştı. Bu durum, “Tanrısal sakinliğinden mi yoksa zavallılığından mı?” diye kimse kafa yormadı. Besim ise gelmiş ve geçmiş tanrıları gibi bu tanrısının da yok edilişine çok içerlemişti. Nebru her seferinde tanrılarını daha da yaratıcı şekilde yok ediyordu. Bu gidişle toplulukta Besim’in adının deliye çıkması işten bile değildi. Kimsenin kafa yormadığı şeye Besim kafa yordu. Dakikalar saatlere, saatler günlere, günler aylara ve aylar yıllara dönüşmüştü ki Besim bir anda insanoğlunun kırılma noktasına erişti. Somut olarak yarattığı her yaradan ya yenmiş ya kırılmış ya öldürülmüş ya da ezilmişti. Artık Besim için, “Nebru tanrımı yedi, kırdı, öldürdü,” dönemi bitmeliydi. Besim, tanrısını kimsenin görmesine müsaade etmeyecekti. Artık yaradan soyut olacaktı. Besim’in kafasının, kalbinin içinde bir tanrı vardı ve inanıp inanmamak, güzel olup olmadığına karar vermek, gücünün kudretinin sınırlarını tahayyül etmek onun düşüncelerine bağlıydı. Besim sorumluluğu üstünden atmanın verdiği rahatlıkla yürüdü, yürüdükçe de hep ondan bahsetti. Gerisinde bıraktıklarının kafalarına ektiği şüphe tohumlarını gördükçe bir yandan sevindi bir yandan da ürktü. Sevinci peşi sıra gelenlerin artmasından, ürkmesi ise cevaplarının sınırlı oluşundandı. Ürkmesine gerek olmadığını, sorulan soruların sınırlı oluşuyla farkına vardı. Onlara yenemeyen, parçalanamayan bir şey sunması inanç açlıklarını doyurur nitelikteydi. Besim, hâl böyle olunca daha da şevkle yürüdü. Birçok şey duydu ama duydukları içinde tek bir soru onu terletti. Cevap bulması gereken tek şey yaradanın “nerede” olduğuydu. Yürümeye devam ettikçe düşündü, düşündükçe derine indi. İndiği derinlik bir cevaba büründü ve önce cevabının, sonra da topluluğunun karşısına dikildi. Dedi ki: “O bana şahdamarımdan daha yakın.” Şaşıran, bağrışan, ağlaşan kalabalıkta tek bir kişi hiç tereddüt etmeden Besim’e doğru ilerledi. Nebru! Besim’in şahdamarını kesip onu öldürdü. Kalabalık önce yerdeki Besim’e baktı, sonra ayakta dikilen Nebru’ya. Ve dedi ki: “Biz bundan sonra sana inanıyor ve sana tapıyoruz!”

Besim, şu aciz hayatında ilk kez gerçek bir tanrı yaratmış olmanın mutluluğu ile kapadı gözlerini.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Latest posts by S. Batuhan Arpacı (see all)
  • tabU. - 6 Ağustos 2024
Visited 389 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version