Yazar: 19:38 Mahal Dergi 6. Sayı, Öykü

Soytarı

Telefonum çaldı. Bugüne dek aldığım çağrılardan biri sandım bunu. Öyle değildi, açınca anladım. 

“Veli! Çabuk meydandaki kafeye gel!” 

“Çabuk mu? Neden?” 

“Yasemin ile karşılaştık. Oturduk, ‘Veli de gelsin!’ diyor.” 

“Tamam. Hemen geliyorum.” 

Giyinip çıktım. Hava pek bir soğuktu. Bu soğukları seviyordum. Geçmişimi anımsatıyordu bana. Pek bir çabuk değişti her şey. Tüm bu yaşam, bu insanlar, bu küçük ilçe… Önce yollar değişti. İyiye yorduk. Sonra evler kaldı geride. Yenileri belirdi, yeni binalar. Bir tanesi tam balkonumun karşısında. Pek çirkin, pek yakışıksız. Her şey değişti. Eskiye ilişkin kalan bir tek aynı yerde yaşıyor olduğumun bilinci oldu. Yer de aynı yer sayılmaz ya, pek uzatmayayım sözü. 

Sözü edilen kafeye vardığımda heyecanımdan ne yapacağımı bilemiyordum. Yolda bir kararsızlıktır alıp gitmişti başını. Gözlük takmalı mıydı? Beni en son gördüğünde böylesine bozuk değildi gözlerim. Nasıl gördüğümün bir önemi yok da şu garip gözlerimin nasıl kenarlara doğru süzüldüğünü görmesini istemem. Yoksa düşünür müyüm hiç bunu? Sonunda gözlüğümü takmış, pek bir üşümüş, pek bir heyecanlı geçtim karşısına. Beni gördüğüne sevinmişe benziyordu. Öyle ya, ne olsa eski bir dost sayılırdım. Bunca yıl geçtikten, yaşam bunca değiştikten sonra hangi eski yüz, eski bir dostun yüzü sayılmaz ki? 

“Neler yapıyorsun?” 

Saçları kısacıktı bu ara. Ben ona âşık olmuşken böyle düşlüyordum saçlarını. Düşlerimi görse böyle benzetemezdi oradaki yansımasına kendini. Yine ilk günkü gibi karaşın! Kapkara gözlerindeki o hor gören bakış! Bir beni hor görüyor, bir bana yukarıdan bakıyor bu gözlerle. Yine aynı, değişen bir şey yok. Ben pek seviyorum yine de bu bakışı. Sanırım ona bu yüzden âşık olmuştum. Bunu hatırlamıyorum. 

“Öğretmenim. Şuradaki ilkokulda.” 

“Nerede?” 

“Örnek’te işte!” 

Gülümsedi. Yanımdaki arkadaşımı unutuverdim. O da kendisini unutturmakla oyalanıyor görünüyordu. İkimiz de hoşnuttuk bundan. Dişleri belirdi apaçık. Apak, biraz sorunlu dişler. Benden fena değil yine de. Genel görünüşüne bakılırsa benden çok sevinç vermiş yaşam ona. Belki de ben pek meyilliyim böyle görmeye bizi. Kendimi acınası, onu da yücelmiş görmekten haz duyuyorum içten içe. Olamaz mı? Olabilir. Niçin olmasın? 

“Çocukları çok seversin sen, biliyorum. Kaçıncı sınıf?” 

“Dört. Sen neler yapıyorsun?” 

Sorumu yanıtlamasını bekleseydim keşke! Bekleyemedim. Bir söz daha etmek geldi içimden. 

“Buraya gelmeme izin verdiğin için sana çok teşekkür ederim!” 

Yine de bununla küçük düşmüş sayılmam. Yerlere dek eğilmek geçti çünkü içimden. Daha fenasını düşündükçe, daha iyi durumda olduğuma inanıyorum. Yine güldü. Beni bağışladığını çıkardım bundan. Sahi, niçin bağışlayacaktı beni? Hatırlamıyorum. Öyle çok hata ettim ki ona karşı, bu hatalar uzun bir vakte yayıldı, tek bir anda hatırlanamayacak, ortaya dökülemeyecek denli çoğaldı. Bunun ayrımındayım hiç yoksa. Bilse belki gerçekten bağışlardı beni. 

“Ben de buralardayım. Çevirmenlik yapıyorum.” 

“Öyle mi? Fransız diline pek bir yatkındın zaten. Neden bilmiyorum ama içimden hep bu işi yapacağın geçmişti.” 

Beni anlamasını, onu anladığımı görebilmesini ummuştum bununla. Adam sen de! Nereden çıktı şimdi şu dile yatkınlık konusu? Ne anlamı var bunun? Kim olsa bilirdi önceden onun ne iş yapacağını. 

“Yazıyor musun hâlâ bir şeyler?” 

Yazıyorum ya, yazmaz olur muyum? Nasıl bırakırım bu işin peşini? Her yazdığımı bir kez de senin gözünden okuyorum üstelik. Bir gün okuyacağını umuyorum. Şansım varsa en iyisine rastlayacak olursun. Şansım yok ama biliyorum. En kötü, en beceriksiz girişimim karşılayacak seni. Tutup da “Şunu oku! Bunu okursan daha çok seversin,” diyecek yüzü de bulamam kendimde. Hem olanak var mı buna? Söz aramızda, öteki insanların gözünden de okuyorum arada bir. Hatta en çok bunun için yazıyorum. Çok güldüler bana Yasemin, çok alay ettiler. Soytarının tekiyim ben. Hep de böyle kalacağım. Öyle olmadığımı kanıtlama çabası işte benim yazmam. Başka bir şey değil. 

“Yazıyorum. Bir kitap var. Bakalım! Olursa iyi olacak.” 

Gülüyor yine. Biraz daha konuşuyoruz. Eskileri anıyoruz bir güzel. Havanın soğuk olmasından ötürü öyle sevinçliyim ki! Eski günleri güneşli bir günde anımsamak kolay mı? Güneşli, sıcak bir havada daha çok çıkıyor bu ilçenin pisliği ortaya. Bu yüzden çıkmıyorum ilçemden. Tüm kentin bu pisliğe bulandığını görmek istemiyor içim. Yalnızca seni çekiyor canım,  Yasemin! Yalnızca senin değerini düşürmüyor tepedeki öğlen güneşi. 

“Kitabını okumak isterim bir gün.” 

“Bakalım,” diyorum. “Yayıncılar da isterse.” 

Karşılıklı gülüyoruz bu kez. İlk kez bir şeye güldüğünde kendimi gülünmekte olan şey olarak görmüyorum, ne ilginç! Benim yerim senin yanınmış gibi. Ah! Ne soytarıyım ben, bir bilsen! Biliyorum, soytarılığımdan sevmedin beni. Çirkinliğimin lafı mı olur? Gülmeselerdi bana öyle çok, alay etmeselerdi her fırsatta aklımla, belki utanmaz da o vakit severdin beni. 

Beni sevmemeni pek kolay göğüsleyebilirim, Yasemin! Bunda ne var? Beni sevmekten utandıysan asıl, çirkinliğim değil de akılsızlığım uzak tuttuysa seni benden, o vakit yanar içim. Yanıyor da hâlâ. Neyse ki bir gün öleceğim. Ölünce herkes ciddiye alacak beni. Ölüye gülünür mü hiç? 

Latest posts by Varol Mengüverdi (see all)
Visited 30 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version