Niyazi Mısri Cami’nin arkasındaki çok katlı binaların hepsi yerle bir. Kader Apartmanı’nda, enkazın altında bir genç kız, kurtarılmayı bekliyor. Uyku ile uyanıklık arası bir sayıklama halinde….
Günlerin an kadar kısa olduğu vakitler. Sabah ile akşamın arası bir nefes sanki. Yani öyleydi. Üç veya dört gün öncesine kadar. Zamanı kestiremiyorum. Sadece zamanı değil ışığı ve sesi de bir gece ansızın yitiriverdim. Bir patlama oldu. O günden beri mavi bir uçurtmanın ipinden tuttum. Kâh yerdeyim kâh gökte. Aynı odada abim ile uyuyorduk. Horluyor geceleri. Yani horluyordu. Çok kızıyorum anneme, diyorum ki abimle aynı odada yatmak istemiyorum, dinlemiyor. Babam öldüğünden beri, derisi pul pul dökülmüş kahverengi bavulunu doldurup trenle köye gidiyor. Sahi siz nasıl ölmek istersiniz? Benim babam, üç yıl önce bir sabah tuvalette öldü. Seslendim pek çok kez, sıkıştım dedim, o çıkmadı. Ben girdim. Ölmüştü. Çok ağladım. Ama bana acınmasından nefret ettiğim için, liseye başlarken sakladım babamın öldüğünü. Sıra arkadaşım Ahsen bile bilmiyor babamı kaybettiğimi. O geleceği zaman odalardan birinin kapısını kapatıyorum. Babam içeride diyorum. Çok isterdim orada olmasını. Odayı sigara ve limon kolonyası karışımı kokusu ile doldurmasını, hem baba hem çocuk bakışlarını, sehpanın, kül tablasının ve benim üzerimde gezdirerek, en son bir noktada sabitleyip derin nefesler almasını. Çok gün görmüşlükten artık karışmaya başlamış zihni ile orada yaşamasını çok isterdim.
Ahsen, enkazın önünde ağlıyor. Güzel yüzü allak bullak. Zihni darmadağın. İkinci depremden sonra babası, “Birazdan şehir mahrumiyet bölgesi olacak gidelim,” diyor. Arabaya binmemek için sessizce direniyor. Arabanın camından, son kez enkaza bakıyor. Gözyaşları sel olmuş akıyor.
Annem mi? Bakmayın köye sık gidiyor diye kızdığıma. Ben, onun nazlı kızıyım. Yemeğinin tuzu, tatlısının şerbetiyim. Ders çalışmıyorum diye çok kızıyor. Ama isteklerimi ikiletmiyor. Ben de bir şeyleri tekrar tekrar söylemesinden sıkılıyorum. Ben bile bu yaşımda hâlâ okuyorum diyor. Ömrü köy okullarında öğretmenlik yaparak geçmiş. Emekliliğin tadını çıkartıyor. Çok sık öğüt veriyor. En çok da derslerine çalışmazsan, kaderinin yapıcısı olamazsın, sonra kadere, coğrafyaya, aileye atfettiğin suçlamalar ile ömrünü geçirirsin, diyor. O bunları söylerken ya hiç duymuyormuş gibi odadan çıkıyorum ya da kulaklığı takıp son ses müzik açıyorum. Kader, bilinçli seçimlerimizdir aslında. Sonuçlarını beğenmezsen, adına kader dersin kendine de kurban, diye ekliyor. Söylediklerini anlamıyorum. Saçımı düzleştirici yıpratmış. Nasıl bir bakım kurtarır acaba diyerek uçlarına bakıyorum. Her şeye cevap veren ekrana saç bakımı videoları yazıp ekrana kilitleniyorum. Bunları söylerken o, çok sevdiği mutfağında eşsiz lezzette yaptığı içliköfteleri sıkıyor. Analıkızlı yapıyor. Yüzü hep gülüyor. Benim de hep gülmemi istiyor. “Gençliğini soldurma. Babanın, ölümünü kabullen. Psikoloğa gitmeyi de bıraktın, sarı prensesim,” diyor. O gülünce mutfağın buharlanmış camından izlediğim dünya, sihirli bir küre gibi görünüyor. Patlama olduğu anda odasındaydı annem. Yalnız annem değil herkes uykuda idi. Ağabeyimin telefonun ışığı yeni sönmüştü. Oda karanlığa gömüldüğünde, genelde sabaha yakın bir saat olur. Çünkü abim bir türlü sonu gelmeyen, başı sonu olmayan ve neden sonuç ilişkisi olmadığı için insanı bir türlü doyuma ulaştırmayan o kısa videoları izliyor. Annem, “Bu çağın cüzzamı da, gençleri içine hapseden bu cihazlar,” diyor. Ağabeyim temiz çocuk. İyi kalpli. Ama olmuyor. Kardeş kardeş pek geçinemiyoruz nedense. Ortak zevklerimiz yok. Ortak çevremiz yok. Ablam olsaydı daha iyi anlaşırdık sanki. Bizimkilerin geç vakitte kavuştukları bir saadet anne baba olmak. Çok uğraşmışlar. Adaklar, dualar. Ağabeyim, tedaviye yanıt. Ben beklenmedik çocuk. Ağabeyim erkek diye şımartılıyor, ben kızım diye şımartılıyorum. Ağabeyim öfkeli bir ergen, şimdi böyle söyledim diye kardeş kıskançlığı sanmayın. Ona engel olunmasına gelemiyor. Bağırıp çağırıyor. Öfkesini kabartan her durumu bana bağlıyor. Sürekli dopamin peşinde. Yemek yiyor hiç durmadan, damak çatlatan lezzetler olmak zorunda yedikleri, evdeki yemekleri beğenmediğinde sucuklu, mozarellalı pizza söylüyor. Evin içindeki sucuk kokusundan hoşlanmıyorum. Çevrimiçi oyun oynuyor, ağız dolusu ettiği küfürler canımı sıkıyor. Kulağındaki kulaklık ise onun işittiği küfürleri duymamı engelliyor. Evi detone erkek sesi ile gürültüye boğuyor. Bir de uzun saatler banyodan çıkmıyor. Ben kapıyı tıklattıkça su sesinin ardından inler gibi bir tonla, “Çıkıyorum,” diyor, çıkmıyor.
Nazlı, tekrar uykuya dalıyor. Benzi, kül rengini alıyor. Diğer odada son nefesini ilk depremde veren annesinden bihaber. Ayakucunda yatan abisi de yaklaşık altı saat önce yaşama veda etti. Şehir bir mahşer yeri âdeta. Ortalık toz duman. İnsanlar hâlâ ilk şoku atlatamadılar. Gözleri tekrar aralanıyor….
Bazen odadaki aynada vücudunu inceliyor. Göz göze gelirsek, “Nasıl sence, şekillendim mi?” diye soruyor. Keyfim yerindeyse duymak istediğini söylüyorum, tadım yoksa, “Bilmem, anlayamadım,” diyorum. Alınmıyor.
O gün, önce bir gürültü duyduk. Uğultu da vardı sanki. Sonra karabasan görüyorum zannettim. Üzerimdeki ağırlığa bir anlam veremedim. Ağabeyim ile konuşuyorduk önceleri. Yani ilk anlarda, belki saatlerde, belki günlerde, bilemiyorum ki… Mekânın da, zamanın da, bedenimin de sınırları belirsiz. Elimde bir ip, ucunda mavi bir uçurtma. Pencereyi açınca, gökyüzünün eve dolması gibi, kâh ben gökyüzündeyim kâh gökyüzü benim içimde. Ağabeyim ile konuştuğumuz saatlerde, çocukluğumuzda babam ve annem ile gittiğimiz yerlerden söz etmiştim. Annem ve babam kol kola arkamızdan gelirken biz ağabeyim ile el ele önde yürürdük. Biz yürüdükçe kuşlar cıvıldar, ağaçlar çiçek açardı. Şehir, daha bir kayısı kokardı. Bu konuşmalar sürerken mi yoksa, “Beni sakın bırakma!” diye ağlarken mi hatırlayamıyorum. Ağabeyim kusmaya başladı. Karanlıkta tozun, molozun ciğerlerimize dolduğu için kustuğunu söyledim. Sesi güç duyulur oldu. Sonra hiç duyamadım.
İlk patlamada ne olduğumuzu anlamadan enkazın altında kaldık. İkinci patlamada hareketin etkisi ile kolumu kurtardım. Sol bacağım önce çok uyuşuyor. Sonra sanki benden ayrı gibi. Taş kesiyor. Çok üşüyorum, ama sol bacağım hiç üşümüyor.
Okulun bahçesindeyiz. Günlerdir beklediğimiz kardan hiç eser yok. Sınavlar, doludizgin. Efe’nin, doğum günü tatile denk geliyor. Efe, denilince içimde kelebekler… Efe ile birlikte iken bulutlar pembe, fizik dersi kolay, tarih bile eğlenceli. Sonra, haftalardır beklenen kar yağıyor. Kar tatili ilan ediliyor. Daha okul açılmadan, tatilin tatile bağlanması bir tatlı memnuniyet veriyor içimize. Efe’nin, doğum gününü yedi şubata planlıyoruz. Yedi şubat, kar tatili ilanından iki gün sonra. Geçti mi acaba yedi şubat. Geçmemiş olsun. Giyeceklerim hazırdı. Annem, makyaj yapmama izin verdi. “Açmamış bir gonca gül olduğunu unutma, taze bahar dalım,” dedi.
Efe başka bir enkazın başında, başı iki elinin arasında, kıvırcık saçları toz ve ince kum dolmuş. Tüm ruhuyla dipsiz, sonsuz bir boşlukta…
Ona karşı hislerimi Efe de anlıyor mu acaba? Onunla arkadaşlığım henüz flört değil. Sakin akan nehir gibi, ılık ılık esen meltem gibi… Hayatımın merkezinde huzur hâkim, bir de babamın ölümü ile içime oturmuş bir hüzün. İlk zamanlar, yani babamı yitirdiğimi kabul edemediğim vakitler, pusulam var ama hiç bir yönü göstermiyordu. Beni taşıyan kökler kurumuş. Dallarıma su yürümüyor gibiydi. Sonra alıştım yavaş yavaş. Yalnızca arkadaşlarım bilmiyor. Söylemeyin sakın. Öksüzlüğüme yalancılık eklenir.
Dili damağına yapışmış, üzerindeki şortlu pijama takımı daha çok üşümesine neden oluyor. Bu hikâyeyi size daha güzel anlatabilirdi. Ama zihni buna izin vermiyor. Bir de elinden tableti ve telefonu bırakıp Albert Camus’un Veba’sını okusaydı. Başına ne geldiğinin tam olarak farkına varamıyor. Sol diz kapağının altı mosmor. Çenesi birbirine vuruyor.
Uğultu duydum önce, o akşam ardından bir gümbürtü, sonra inilti duydum. İnilti kesilince anladım. Kıyamet iniltiyle geliyormuş. İniltiden sonra derin, insanı çıldırtacak bir sessizlik. Uyku ile uyanıklık arasında bir yerdeyim. Zihnim sanki annemin ceviz çeyiz sandığı, durup durup içinden lavanta kokulu anılar çıkıyor. Sarı saçlarımda çocuk şampuanı kokuyor. Evin içini kek kokusu sarıyor. Ağabeyimin üniversite sınav sonucu annemin göğsünü kabartıyor. Otobüsle şehirlerarası yolculuk yapıyoruz. Okulun Çanakkale gezisi. Çok gülüyoruz. Ahsen’le her şeye gülüyoruz, dünyayı tozpembe görüyoruz. Sonra bu hatıra da buharlaşıyor. Gidip güneşin ardında saklanıyor, belki de ayın. Unutuyorum sanki yavaş yavaş. Uyuduğumda mı bunları görüyorum? Annemi istiyorum. Karnım acıktı. Ölüm bu mu? Ben ile kendim arasında bir yerdeyim ama neredeyim? Rüyada mı? Annemin sesini duyuyorum, ninni gibi bir şey söylüyor. “Nazlı, Nazlı…” Sondaki harfi uzatıyor. Ağabeyim, “Sus anne yeni uyudu,” diye uyarıyor. Babam, “Uyandırmayın kızımı,” diye söyleniyor. Nasıl olur? Babam göçmüştü diyorum. Bu dünyadan gidenler ruhumuza göçüyorlar, diyor. Sesin sahibini tanımıyorum, görmek istiyorum. Göremiyorum. Yanımda mı acaba kadife dokulu sesin sahibi?
Müdahil oluyorum ilk kez düşüncelerine, beni görmek ister gibi gözlerini bir açıp bir kapıyor. Başını çevirmek ister gibi kıpırdanıyor.
Karanlık, azıcık aydınlanıyor. Dışarıda hayat devam ediyor gibi oluyor bir an. İş makinası sesleri duyuyorum. Acıktım. Üşüyorum. Bir denize dalıyorum. Önce dalgalar ile yükseliyorum. Sonra yine dalgalar tarafından yutuluyorum. Koyu karanlık mağarada annemin sesi yankılanıyor; mavi, tozlu bir ışık görüyorum. Uyanınca, bu rüyaların hepsini anneme anlatmalıyım. Yapayalnızım. Ama sanki bir uğultu, bir sarsıntı daha… Hepsi belki de yalnız zihnimde veya ruhumda. Evimizi geçen yaz böcekler istila etmişti. Fritözün içine yuva yapmışlar. Antenli, sırtları yağlı ve kahverengi böcekler. Kökünü kurutmak için çok uğraştı annem. Ölmemiş hiç biri. Hepsi burada üzerimde. Çoğalıyorlar. Tiksiniyorum. Mide bulantısı ekleniyor tiksintime. Sesim artık çıkmıyor. Ağabeyim sustuğunda çok ağlamıştım ama ara sıra o konuşuyor benimle, ara sıra annem, derinlerde bir yerden de babam. Dışarıdan bir ses geliyor, “Sesimi duyan var mı?” Başka bir ses yankı gibi yanıt veriyor, “Kurtarın beni!” Ben de sesleniyorum. Ama sesim derin kuyularda sanki. Yetmiyor. Gücümü toplayıp bağırmak istiyorum. Bağrımda düğüm gibi. Tekrar deniyorum, yine soluyor, umudumla birlikte. Sesler artıyor. Gürültüye boğuluyor ortalık. İş makinası sesinin yerini, insan sesi alıyor.
Ya Allah, Bismillah! Koridoru açın. Yavaş yavaş daha yavaş…
Editör: Hatice Akalın