11 Aralık 1983
İçlerindeki karanlık, dışarıdaki karanlığın farkına varmalarına engeldi. Sobanın üzerinde kaynayan kuru fasulyenin fokurtusu duyuluyordu. Kokusu tüm odayı doldurmuştu. Ama ev halkının üzerine çöken kasvet ne iştah bırakmıştı ne de açlık hissettiriyordu. Duvar halısının önündeki somyada oturan Halit yine ummanlara dalmıştı. Elinde birinci marka sigarası bitmek üzere olan Recep süveterinin içine elini sokarak bir sigara daha çıkarttı. Mücella ıklaya sıklaya içeri girdiğinde şalvarının göbek kısmı ıslaktı. Bulaşık yıkadığının işareti gibiydi. Elindeki parlak gri güğümü sobanın üzerine koydu. Tek kaşı havada ve suratı asık şekilde bir Recep’e bir Halit’e baktı. “Recep, söndür elindekini oda is kokmuş,” dedi. Bir bulutun içindeymiş gibi etrafı süzen Halit annesine doğru baksa da onu duymadığı aşikârdı. Mücella, kapının yanındaki elektrik düğmesini çevirdi. Televizyondaki haberlere ve ülke gündemine ilgilerini kaybedeli hayli zaman olmuştu. Ülkede bir fırtına kopmuştu ve ardından baharın geldiği hissedilmese de emir tonuyla baharın geldiği haberi verilmişti. Oysaki o fırtınadan sonra bazı evlere hiç bahar gelmeyecekti.
Halit Recep’e doğru baktı. Aydınlanmış gibi baktı. Aradığını bulmuş gibi baktı. Ve bağırdı.
“Babam bir bit! Evet, evet anne o bit…”
***
Herkesin imrenip özendiği yakışıklılığıyla, efendiliğiyle ve neşesiyle dillere destan olan Halit’ti o. Nicedir içine kapanmış, arkadaşlarından uzaklaşmış, sararıp solmuştu. Fakülteden mezun olur olmaz Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine atanmış, mesleğinin ilk yılını tamamlar tamamlamaz askere alınmıştı. Kahverengi dalgalı saçlarının tonunda güzel kaşları, iri ela gözleri, dolgun dudaklarıyla güzel bir çehresi vardı. İri kemikliydi. TRT spikerlerini imrendirecek bir Türkçeyle konuşurdu. Şiiri çok severdi. Nihat Behram’ı, Cemal Süreya’yı, en çok da Nazım Hikmet’i okurdu.
Kendisi de karalardı. Fakültede okuduğu yıllarda, ülkenin kaotik ortamından o da çokça nasiplenmişti. Beşevler’den Kurtuluş’a kadar kovalandıkları bir akşamın gecesinde yatağında alnında namlunun soğuğuyla uyanmış, ölümden korkmanın o güne kadar zannettiği şey olmadığını anlamıştı.
O günden sonra içine kapanmış. O gecenin, nasıl sonlandığını neler yaşandığını kimselere anlatmamıştı. Hep yanında taşıdığı çizgisiz saman kâğıdından defterine, şairini not düşmediği o şiiri yazmıştı.
Kapalıydı kapılar, perdeler örtük
Silah sesleri uzakta boğuk boğuk
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük
Bugün de ölmedim anne…
Sevdiği her şeyden uzaklaşmış, tüm ısrarlara rağmen hiçbir davete katılmaz olmuştu. Günde yalnızca beş tane içtiği sigarayı üç pakete çıkarmış, demlikler dolusu içtiği çayın soğuk mu sıcak mı olduğunu fark edemez olmuştu. Karın üzerinde yatar bir vaziyette bulmuşlardı bir gece onu. Sarhoşluğuna yormuşlardı o geceyi. Bir gün hiç kimseye haber vermeden tanımadığı bir şehrin otobüsüne binmiş, yolda bir rüyadan uyanır gibi yaptığı şeyin farkına varmış ve geri dönmüştü. Bu gelgitler henüz başlamıştı ki askere çağrıldı.
***
Asker ocağına gittiğinde sırım gibi bir delikanlıydı. Çiçeği burnunda bir Türkçe öğretmeniydi. İzne çıktığı bir gün birliğin yolunu bulamamış, saatlerce etrafında dolaşmıştı. Kırk wattlık sarı ampul yandı gece gündüz tepesinde. Istıraplı bir gecede, gittiği doktorun “Çocuk sahibi olma ihtimaliniz yok artık,” cümleleri demir harflerle zihnine tekrar tekrar döküldü. Sanrıları o zaman başladı. Koğuştaki arkadaşları otuz yedi ekran televizyondan hep birlikte Tele Kutu programını izlerken o bağırmaya başlamıştı. “Hepiniz istihbarat örgütündensiniz biliyorum! Beni tutuklamak için rakamlarla şifreler gönderiyorlar!”
Bunun üzerine birlik komutanı revirde sakinleştirici vurulan Halit’in ailesini çağırmıştı. Mücella’yla Recep çıktıkları yolun uzun bir otobüs yolculuğunun yanında ömürlerince mücadele edecekleri uğursuz bir başka yolculuğun habercisi olduğunu bilmiyorlardı. Fakat kâbus gibi bir evlat acısı korkusuyla yolculuk yapıyorlardı. Altlarından kayan kısa çizgilere bakarak Mücellanın ağladığı, Recep’in sigara üstüne sigara içtiği o yol otobüsteki diğer yolculara göre sekiz saat sürmüş ama Halit’in anneciğiyle babacığına sekiz asır gibi gelmişti. Gittiklerinde karşılarına çıkan Halit, asker ocağına katılalı yirmi gün olmasına rağmen neredeyse on kilo zayıflamıştı. Komutanın ne söyleyeceğini yalnız anne yüreğinin evham dolu vesvesesiyle tahmin eden Mücella, kendi Mehmetçiği ve diğer Mehmetçikler için bir tencere kavurmayla bir tepsi su böreği götürmüştü. Halit’in askerliğe devam edemeyeceğine hükmetmişti komutanları. Mücella’nın götürdüğü birbirinden lezzetli yemekleri oradaki ana kuzularına bırakarak birlikten çıkıp hayatlarının çıkmaz sokağına girmişlerdi. O geceyi bir akrabalarının Fatih’teki evinde geçirdiler. Akrabalarının da yardımıyla Halit’i eve götürmeden bir doktora götürmeye ikna oldular.
Halit’le ailesini muayene odasına alan hekim, “Hastamız kim?” diye sorduğunda Halit, “Babam hasta, babam ajan!” diye bağırınca doktor babasını dışarıya çıkartarak Halit’i tek başına muayeneye aldı. Doktor bir süre sonra omuzları düşmüş ve mavi gözleri kederli babayla ara ara sussa da hıçkırarak ağlayan anneyi tekrar muayene odasına çağırdı. “Psikotik hastalık,” dedi doktor. “Gerçeklik algısı yok olmuş, birçok etken var, ama…” Doktor açıklamalarına devam etti. Annenin ciğeri köz oldu, babanın umutları soldu. Odaya hâkim olan hüzün giderek elle tutulacak kadar somutlaştı. Dağlar üzerine yıkıldı. Okyanuslarda boğuldular. Ocaklarına ateş düştü. O muayene odası, Recep’le Mücella’nın dünyaya dair tüm renklerini soldurdu. Uzun yıllar sonra aslında orada öldüklerini anacaklardı. Artık ne Recep’in gözleri mavi ne de Mücella’nın yanakları aldı. Halit’in gerçeklikten koptuğu anlar belirginleştikçe üzüntüleri de katmerlendi. Oğullarının hiç bilmedikleri bir şiveyle kekeleyerek konuşmasına alışamadılar. Etrafımda bin kişi var diyordu bazı günler, bazı günler yemek yemiyordu. Zehirleyeceksiniz beni diye avaz avaz bağırıyordu. Kıyafetlerinin içindeki küçük insanlardan söz ederken gözlerini kocaman açıyordu. Duvarda cenneti tasvir eden halının içindeki meleklerden sağdakinin adına Gülşen diyor, sevgilisi olduğunu söylüyor ve katıla katıla gülüyordu. Başka bir gün evden hızlıca çıkıyor, köşeye gelmeden hızlıca dönüyordu. Beş dakika geçmeden tekrar aynı hızla evden çıkıyor ve tekrar dönüyordu. Tekrar, tekrar, tekrar…
Muzu kabuğuyla yiyor, banyo yapmıyor ve tırnak kesmiyordu. Halit, kendine ait ne varsa her şeyi hastalıkla birlikte günbegün geride bırakıyordu. Halit, kendi hafıza koridorunda kendini yitirmişti. Şivesiyle, aksanıyla her gün başka birine dönüşüyordu. Kekeleyerek birbirinden kopuk ve anlamsız hikâyeler anlatıyordu. Karşısında biri varmışçasına fısıltıyla yaptığı sohbetlerin sonu gelmiyordu. Bakkala gidiyorum diye evden çıkıp günlerce eve dönmüyordu. İşte bu zor günlerde Millî Eğitim Bakanlığı’na istifası onun adına gönderildi. Konu komşu, hısım akraba, herkes bir çözüm öneriyordu. Herkes ayrı ayrı Halit’in bu halinin nedenine tez üretiyordu. Kimi “Halit’e kızını vermek istemeyenler büyü yaptırdı,” derken kimi “Nazara geldi,” diyor, çoğunluksa Halit’in bu mecnun hallerinin nedenini kara sevdaya tutulmuş olmasına bağlıyordu. Bu tezi ispatlamak için fakültedeki yıllarına dair aşk hikâyeleri uyduranlar da vardı. Babası Halit’i şehir şehir, doktor doktor gezdiriyordu. Mahallenin tek bakkal dükkânı da oğluna sağlık arayan esnafın şifa arayışı esnasında kapandı.
25 Nisan 1987
Zaman hiçbir şeye ilaç olmuyordu. Hüznün andan öte hayata yayıldığı acılar da zamanda ağırlaşıyor, bir kara katranla tüm duyguları gölgeliyordu. Mücella’nın yaşarken ölen oğlu Halit için gözyaşları dinmiş, yerini sessiz ve hüzünlü bir kabullenişe bırakmıştı. Anıların dünyayı her zaman anlamlandırmadığını, anıların bazen hayatın hatta cehennemin ta kendisi olduğunu anlamıştı karı koca. İşte o günlerde gazetede bir habere rastladı Mücella. Kızartma yaparken etraf yağ olmasın diye açtığı gazetenin bir köşesinde “Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi’nde uygulanan altın iğne tedavisiyle şizofreni hastaları şifa buluyor.” yazıyordu. Özenle kesti haberin olduğu yeri. Recep’e gösterdi. O hafta hemen hazırlanıp düştüler yola. Halit’in muayenesinin ardından Halit’e yatış verdi başhekim. “Burada beklemenize gerek yok. Halit, tedavi için burada kalsın,” dediler. Mücella ve Recep evlerine doğru yola çıktı kederleriyle birlikte. Her gün aradılar önce hastaneyi. Sonra günaşırı, sonra haftada bir…
Her aramalarında Halit’in sesini daha iyi duyuyor, içlerinde heyecanını unuttukları bir umut yeşeriyordu. Tanrıya küs olan Mücella kırgın dualar ediyordu. Halit’in taburcu edileceği haberi anne ve babaya, yaş almadan yaşlandıkları ömürlerine, baharı getirdi.
Recep’in kahvede çay içtiği bir gün, “Recep Efendi! bu senin oğlan değil mi?” diyerek Recep’e bir gazete uzattı çaycı. Bulvar Gazetesi’nde koca koca harflerle “Genç öğretmenin zaferi!” yazıyordu. Yazının altında Halit’le başhekimin satranç oynarken bir fotoğrafı vardı. Çayını masada yarım bırakıp eve koştu Recep. Mücella’ya gazeteyi göstermek için koştu. Bir karabasanın simsiyah duvarlarını yıkarak koştu. Baba yüreği elinde koştu.
Editör: Buse Karabulut