Yazar: 19:04 Deneme

Ölümün Kuşları 

Bir insanın kalbine ne kadar acı sığabilir? Ne kadar dayanabiliriz kurumaya başlayan gökyüzümüze? Herkes yaşadığı yıkımlarla öldüğünü zannederken sen defalarca dirilmeye çabalarken buluyorsun kendini. Tıpkı tek kulağını kaybettiği o gece bile fırçasını bırakmayan Vincent Van Gogh gibi. “Yıldızlı Gece”yi yaratan o eller, aynı zamanda akıl hastanesinin duvarlarına çarpan bir beynin çığlıklarını tutuyordu. Kimse onun gözündeki ışığı görmedi. Tıpkı kimsenin senin içindeki savaşı anlamadığı gibi.

Kimse kimseyi anlayamaz. Herkes birilerini unutmaya başlarken sen daha yeni hatırlıyorsun olan biteni. Van Gogh’un kardeşi Theo’ya yazdığı son mektupta sakladığı gibi: “Üzüntü sonsuza kadar sürecek.” Ama o bilmiyordu ki son fırça darbeleri, yarım kalan hayatını dünyanın en pahalı tablosu yapacaktı. Kimse kimseden daha fazla ölemez. En doğru şekilde en olmadık anlarda biterek başlarız çürümeye.

Gün ışığından mahrum kalarak karanlıkla ne kadar çizebilirsin suretini? Van Gogh’un sarısı gibi mi, hem en parlak ışık hem en derin melankoli? Kendimizle yalnız kalarak boğuşmayı bırakmayı başaramadan bitiyor savaşımız. O, buğday tarlalarında kargalarla sohbete dalarken aslında kendi sonunu resmediyordu. Van Gogh’un kargaları, ölümün kanat çırpınışlarıydı. Oysa bizim kuşlarımız paslı pençeli. Cam gökdelenlerde yankılanan yalnızlıklarımız, sabah çalar saatlerle uyanan ‘duyulmamış’ çığlıklardır. Onun tarlasındaki her kuş, aslında bir vedaydı; bizim şehirlerimizde ise, her biri bir buz kütlesi kadar soğuk… Kimse duymuyor sesimizi, tıpkı o tablodaki kargaların kimseye dönüp bakmadan uçup gitmesi gibi. Dertlerin en küçüğüne içimizi açıyoruz büyümek için. Asfalt döküp yol yapıyoruz bize büyük gelecek bekleyişlere.

Yaşadıklarımızın yarısından fazlası hüzün ve kederin birleşimidir. Aniden ortaya çıkan sevinç parıltılarımız çok sürmez. Van Gogh’un ayçiçeklerindeki gibi bir yaz güneşi kadar canlı, ama solmaya mahkûm. Geçici bir rüzgâr gibi ağzımızın kenarına ilişen gülümsemeler, bir yok oluşla son bulur. Yine de yaşıyorsun zannederek devam ediyorsun ölmeye. “Hayat, bir yara bandından ibarettir; her kaldırdığında altında yeni bir yara bulursun.” diyerek acısını not alan Charles Bukowski, dibe batmanın altında sonsuz kuyuların olduğunu bize işaret ederken Van Gogh o kuyulardan yıldızları çıkarmayı başaranlardandı, ama o bunu göremedi. Biz ne kadar görüyoruz ki içimizdeki yara bandından doğurduğumuz ışıkları?

Zamanın kumlarında kaybolmuş saatler gibiyiz. Her geçen saniye, bir öncekinden daha boşalıyor. Hatırlamak, ihanetin en keskin biçimidir belki de. Çünkü ancak unuttuğumuz an, gerçekten ölebiliyoruz. Van Gogh’un intihar ettiği o buğday tarlası, şimdi turistlerin fotoğraf çektiği bir yer. İşte asıl trajedi: Acılarımızın bile bir son kullanma tarihi olacaktır.

Belki de ölmek değildi mesele; ölememekti. Van Gogh’un tabancasından çıkan kurşun, aslında her birimize aitti. Ama biz, o kurşunu bir fırçaya dönüştürdük. Kanımızla yazdık, iltihabımızla boyadık. Şimdi sormak lazım: Bu bir direniş miydi, yoksa teslimiyet mi? Cehennemi güzelleştirmeye çalışan bir avuç cellat mıyız? Yoksa sadece ölümün kuşları mıyız biz, kollarımızın boşluğunda taşıdığımız yalnızlıkla buğday tarlalarından uçurumlara doğru savrulan?

Editör: Melike Kara

Latest posts by Murat Boğurcu (see all)
Visited 2 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version