Yazar: 17:30 Öykü

Oh Olsun

Evet sonunda. Yeni gövden, yeni kolların, yeni bacakların. Ve kalbin. Hıh! Saf, budala…

Ah, hayır! Kalbim? Kalbim nerede? Yok… Kalbim yok…

Tik, tak. Tik, tak…

Ama bu sesler!

Şaka mısın sen be kadın! Ne kalbi? Sonunda kurtuldum, demen gerekirken. Seninki de laf.  Merhamet, vicdan diye diye yufkaya çevirdin yüreğini, unuttun mu? E, belliydi sonunda böyle olacağı. Delik deşik, dağıldı gitti işte. O sesler var ya onlar, duyurmak istiyor bazı şeyleri. Olanları değil de olurken tükenenleri.  

Yok ya ne tükenmesi? Neler söylüyorsun, sen de kimsin! Ah beynim. Zonkluyor.

İstediğin kadar kapat kulaklarını, kaçamazsın. Çökersin tabi. Dermanı kalmadı dizlerinin. Bak, krom kobalt alaşımı protez takıldı içlerine. Artık dur durak bilmeden çalışacaklar, eskisinden de güçlü. Sevin işte, “Yorgunum, yorgunum,” demene gerek kalmadı… Ha, kalbin için de endişelenme! Böylesi daha makbul. Hem kalbin oldu da ne oldu bunca sene. Başına ne geldiyse onun yüzünden geldi. Fedakârlık yapa yapa acınacak hale getirdi seni. Beni de psikolojik sorunlar yumağına döndürdü. Oh olsun, hak etti bu sonu. Hatırlasana, hayır hatırlayamazsın. Çünkü unutturdu sana her şeyi. “Boş ver,” dedi. “Geçer,” dedi. “Hallolur,” dedi. “Düzelir,” dedi. “Değişir,” dedi. Dedi de dedi. Asla rasyonel düşünemedi. Mantığı devre dışı bıraktı. Ama ben kaydettim geçmeyenleri, düzelmeyenleri, değişmeyenleri. Her şeyi bir bir kaydettim. Açıklayacağım onun yok oluşuna ve bütünlüğümüzün bozulmasına dair bazı gerçekleri. Bak, bazı diyorum yine de… Ne olacaksa olacak.

En büyük sorunun ne biliyor musun? Ev ahalisini gölge gibi takip etmek. Aman iyi beslensinler, aman hastalanmasınlar, aman yorulmasınlar, aman sıkılmasınlar… Örnekler, zonklamanı artırabilir. Sakin ol. Hani bir gün oğlun “Çok yoruldum, müthiş maç yaptık. Sert topa vurmak kolay mı anne? Bilmezsin sen o işleri! Kapıştık karşı takımla. Güzel şeyler pişirmişsindir umarım. Kurt gibi acıktım,” demişti aceleyle. Hep acelesi vardır. O da şöyle cevap vermişti. Bak o diyorum, anla sen bundan sonra neyden bahsettiğimi. Doktorun bir süre önce kaçak teşhisi koyduğu kalbin! Kova diyelim ona. Döktü saçtı birçok şeyi. Tutamadı içinde. Ama ben tuttum tek tek. Daha sen, oğlum diyemeden kapatmıştı telefonu. E, ilk değildi, son da değil. Telefonda hâl hatır sormadan sıralardı isteklerini. Canı mantı çekmişti o gün, üstüne de pasta. Hem de karışık meyveli. Evde malzemeler tamdı, şükür. Fakat telefonda başka bir sorumluluk daha almıştın ortancadan. “Proje ödevim var, sen hallediver. Sınavım var benim.” İşte bu bir felaketti. Mükemmeliyetçi yapın var ya ondan mütevellit! Saatlerce mutfakta iş yapabilir, ters düz çamaşırları ütüleyebilir, evin eksiklerini beş dükkânda tamamlayabilir, büroda kırk sayfalı dosyaya dönüşebilirdin. Ah o tam puan alma hırsın yok mu? “İpek Yolu Projesi” koydun adını. Hava kararmadan dolaştın tüm kırtasiyeleri. Oyuncakçıları, kumaşçıları… Plastik küçük deveden tut da kumaş parçaları, minik karton kutulara kadar aradın buldun soluk soluğa. Yarışı bitirme hırsıyla koşan at gibiydin. Daha öğlen arası, beş bin adım atmıştın oysaki Ulus’ta. Evdeki bozuk musluğun aynısını bulma uğruna. Adını boşuna Beren koymamış anacığın. E, akıl tutukluğun dışında hakkını verdin. Benim suçum değil, kocam halleder fikrini o aklına getirtmedi. Çünkü bazı insanlar hayatın karmaşasında, farklı bir boyutta olabilirlermiş. “Normaldir,” dedi kariyer basamaklarında kaybolmak. Ve sıkı bayi toplantılarında! Adamcağız inecek, engebeli arazilerden geçecek. “Zordur zor, rahat bırak işinde gücünde,” dedi, vazgeçirdi… Bi’ koşu sen hallediverdin işte. Durmadın, dursaydın belki yardımına gelirdi. İzin verseydin oğluna, o da belki ödevinin sorumluluğunu kendi yüklenirdi. Yapmasa da sıfır alırdı. Öğrenirdi belki hata yapa yapa yapmamayı. Ama gaza geldin. Koruyucu anne formatı mı çekildi doğuştan yoksa âb-ı hayat suyuyla mı yıkadılar seni kırkın çıkınca. Bu neyin hırsı be kadın! Mukavvanın üzerine kocaman bir ipek yolu haritası çizdin o gün. Üzerine özenle yerleştirdin aldıklarını. En iyi notu almalıydın. Aldın da tam puan! O la, la…  Sıkı dur, sana bir iyi, bir de kötü haberim var. Önce iyi. Sen de boyut değiştireceksin bugün. Ettiğin fedaların kârını görebileceğin bir akıl aynasıyla tanışacaksın. Tam on ikide! Fakat kötü haber. Yılın en iyi muhasebecisi ödülünü alamadın. Hayat matematiğin azıcık kıt galiba! Kâr, zarar ortada. Tüh!

Ne kârı, yok öyle bir beklentim. İyilik onlar, iyilik!

Aferin sana… Yahu sen şaşkaloz musun? Bu yüzden mi hep maraz doğdu elinde, ayağında, gövdende… Sus, çığlık atma, kimse duymaz. Yalnızız. Şakaklarını ovma. Hele kulak memeni hiç çekiştirme, çınlamaların da baki! Sürecin sonu bugün. Hazırlan, büyük gün. Tüm aşamalar tamamlandı. Kolay olmayacak, metalimsi kokulara alışman. “Mana,” diye diye, baydın. Hoş hangi parfüme alışabildin ki, alerjiden. 

Ne alerjisi, öyle bir sıkıntım yok.   

Senin olayın ne biliyor musun? Senden geriye ne kaldığını bilmemek! Oysaki hayatın küçüktü, dardı ama yine de kendi elinde değildi. Sıkı dur akıl aynanı tuttum, şöyle bir bak kendine. Ne görüyorsun?

Beti benzi atmış bir beden.

Hani o en sevdiğin ten rengi. Soğuk. Hissiz. Hissedemezsin artık tenini. Bak bakayım şöyle. Bir zamanlar bunaldığında ferahlatan gözyaşların var ya onlar da terk etti seni. Gerçi sen içine doğru ağlamayı da bilirsin ya neyse! Kaç kere dedim sana. Kendini bu kadar yıpratma, helak etme diye. Dinlemedin ki. Susturdun hep. Ne yaptın ettin, bir yolunu buldun. Yahu eşyaların bile gölgesi oldun. Makinelerin sesi en zayıf halkalarından biriydi. Bitme sesi çıktığı anda koştun boşaltmak için. Tabağındaki çorbayı soğutma pahasına olsa da koştun seslerine. Seriverdin yıkananları. İçtin buz gibi çorbayı. Çok daraldığında açtın müziği sonuna kadar. Arabesk bile dinledin. Ama beni dinlemedin. Oh olsun!

Oturma odası iki çamaşırlıkla işgal altındaydı. Ser, katla, yerleştir. Meslek jargonuna farklı içerikler ekledin; pek haindir ev işi, nankördür. “Milim milim düzenle,” sözü de nakaratın oluverdi zamanla. Katladın sepete yıkananları. Tek tek odalara ve ilgili raflara özenle yerleştirdin. Elin değmişken, kimse talep etmeden, dolaplardaki karışıklığı da düzeltiverdin. Aradıklarını rahat bulsunlar gelince, apar topar çıkıyorlar evden, diye kurdun içinde. Hani geçenlerde, kocanın spor çantasına duş jeli dökülmüştü. Terlikleri yapış yapış olmuştu ya. Foşur foşur yıkadın, kuruladın her bir parçayı. Fakat balkonda unutmuştun en mühim şeyi. Nasıl laf işitmiştin. “Senin yüzünden havuzda terliksiz dolaştım, niye geri koymadın içine. Gözlerin de görmüyor artık eksiği gediği,” diye. Sahi kalp doktorun önerdikten sonra, kaç kere indin şu dibindeki vadiye yürüyüş bahanesiyle. Sakuralar çiçek açtığında bile çıkmadın. Peki yaranabildin mi? Kayıp düşer endişenle, gıcır gıcır yıkama yaptın da ne oldu neticede? Bingo! Üzüldün. “Aradığımı bulamıyorum, düzenimi alt üst ediyorsun,” benzeri suçlamalar okkalı yumruk gibi gelmeye devam etti. Kimsenin telaş yaptığı, bu gibi hususları umursadığı yoktu senden başka. Bir de kovadan! Pür telaş onun işiydi. “Kaç kere dedim sana, düzeltme çekmecelerimi. Yerdeki çorapları, üst üste yığdığım kirli kıyafetleri. Benim odam, benim düzenim.”

Yok öyle bir telaşım yok.

Ooh, hep inkâr! “Şu arkasında kuyruğu olan çorap var ya, onun teki kayıp,” desem mesela şimdi. Hemen girişirsin evi tavaf etmeye. Eh, büyük fena düşkün o çoraplara, değil mi? Sonra gözlerin büyür. Kalbin sıkışır. Bak ellerin titremeye başladı bile! Korkma, parmaklarındaki kireçlenme sorunu aramızda. Taştan sağlamlar, hay maşallah! Geçenlerde sizinle yaşayan yeğeninin sözü içine taş gibi oturmuştu; “Aklında tutamıyorsun söylediklerimi, bir daha sana hiçbir şey anlatmayacağım teyze.” Meğer ertesi gün semineri yokmuş, kulüp toplantısı varmış. “Aman ne fark eder? Ha toplantı, ha seminer!” dediydin ya, demez olaydın. Yemiştin azarı çat diye. Ha bir de kapıyı çarpıp gitmişti mutfaktan. E, mutfaktasın. Tezgâhı iki arada bir derede doldurmakla meşgul herkes. Herkes derken ev hayli kalabalık. Kuzenler de arada gelir gider. Büyük şehir, işi düşen uğrar. Kiminin hastanede refakatçisi olursun. Kimini üniversite sınavına götürürsün moral motivasyon desteğinle. Geniş aile olmak kolay mı?

Ne diyordum, demez olaydın seminer. Sen de pür pak temizlikle haşır neşirsin o an. Tam son servis tepsisini durulayıp koydun ki kapı çarpıldı. Hay Allah! Sohbet etmek için kılı kırk yarıp tüm evi toparlayıp son dokunuşu yaptığın esnada hem de. Belki çay içeriz hep birlikte diye taze çay demlemiştin. Elini ayağını kıpırdatacak halin de yoktu ya neyse. Yatıp uzansaydın ya, şu kanepeye. Ama olsun yorgunlar, onlar da çalışıyor, bi’ hal hatır sorayım akşama kadar ne yaptılar derken ortanca kapısını küt diye çarpıverdi. Geçerken odasının önünden, “Bir ihtiyacın var mı, yarın çarşıdan alayım,” diye bağırdın, duysun diye. Ama nafile. Dikkatini kendine çekebilmekti tek amacın. Heyhat, keyfi yerindeyse açar kapıyı, sarılır öperdi. Ama açmadı, prenses keyifsizdi. İsteklerini listeleyip WhatsApp aile grubundan atmayı yeğledi. “Yarın öğle arası çıkar hallederim,” dedin, rahatladın. Sonra herkese birer dilim kek kesiverdin. Akşam eve gelir gelmez önlüğü takıp üstünü başını değiştiremeden, yemek sonrası iyi gider niyetiyle, fırına atmıştın hani. Halbuki tüm gün, kaç kişinin daha eksiğini tamamladın işyerinde. Kreşte kustuğu için çocuğunu doktora götürecek olan ön muhasebe elemanının telaşlı çıkışı mesela. KDV beyannamelerini onun yerine sen hazırlayıp Gelir İdaresine gönderdin. Kedisine aşı yaptıracağı için işe gelemeyecek olan stajyere ne demeli? Onun yerine de evrakları tarih sırasına koyup dosyaladın. Hayır yani, ne diye hep senin üzerine yıkılıyordu ki işler? Belki de yemek servis edilmeden önceki son dokunuştu, sana yaptırılmaya çalışılan. Şaka mısın? Sadece son mu? Bugün de pek yorulmuştun ama neyse, yaptın keki bir çırpıda. Kupkuru sevmez prensler, prensesler. “Boğazıma takılıyor,” diye tabağı geri çevirmişti birkaç oda geçen hafta. Diğer iki odadan gelen sesler şöyleydi galiba. “Arkadaşım arayacak şimdi. Götür sonra yerim.” “İstemiyorum. Sık boğaz etme!” “Yorgunum. Sen işine bak.” Yeni bir tariften denemiştin halbuki. Yeseler, kesin beğeneceklerdi. Yaparken etlerin ağrımadı. Yok ya ne ağrıması, çelik gibiler maşallah! Banyolu odadan gelen sesle telaşlandın. “Karnım ağrıyor. Ben yemeyeceğim.” Sıkıştı kalbin yine. “Ovayım mı, sıcak su torbası getireyim mi?” Küt, küt nabızlar… 

Tekrar söylüyorum bugün büyük gün. Sürecin sonu. Bir üzücü haber daha. Takdirname, madalya gibi şeyler yok. Varisten mustarip dizlerine platin takıldı daha ne olsun. Ellerindeki kireçlenmeler, kulaklarındaki çınlamalar baki. Atılan dikiş sayısına hiç girmiyorum, girersem çıkamayız işin içinden. Üstünkörü bahsedeyim tek bir olaydan. Tedavi sonrası ayaklanır ayaklanmaz hem ev işlerine hem büroya yetişmiştin. Hatta işe başladığın ilk gün, büyük kız sabah alelacele aramıştı. “Anne, kirli sepetine saten gömleğimi attım. Yıkayıver. Yarın konserde giyeceğim,” Daha kızım diyemeden, “Anne hiç vaktim yok, lafa tutma beni. Ha bu arada sakın geçen günkü gibi yüksek ısıya atma. Mavi bluzumu mahvettin hatırlarsan. Hassasta yıka,” diyerek gergin bir sesle devam etmişti. “Of anne ya, tutma dedim, geç kalacağım.”

Sihirli gücün yoktu ama öyle sandın. Lüzumsuz şeyler incitse de sen demir kadındın! Ne zorlukları aştın. Yenilmezdin. Belin bile bükülmezdi. Bu şehirde senden başka kahraman yoktu. Ama bak akıl aynana, pamuk kalbin seni neyledi. Her şeye yetişme! Dur, dur! Dedim ama, beni dinlemene izin vermedi. Varsa da yoksa da o! Onun sözü makbuldü her daim. Kova dolusu buz gibi su dökülsün tependen aşağıya inşallah! Kendin ettin kendin buldun. Oh olsun!

Yeni hayatın, birazdan başlayacak. Artık kontrolü devralıyorum. Bak şu duvardaki saate, onun sesi o tik, taklar. Akrep yelkovana kavuşunca; tam on ikide, ne olacaksa olacak!

Külkedisine dönüşmeyeceksin. Sindirella olmadın ki hiç! Böyle sendromlara girmeye lüzum yok. Hani şu kacaklarla dolu kovan var ya, işte o tam tamına boşalacak… Ve sürpriz! Artık hiçbir şey seni kıramayacak. Hani bir zamanlar yorulurdun, hatta bazen uzanıp dinlenesin gelirdi ya da ertesi güne bırakmak. Sonra bitiremezsem diye kahrolurdun. Hah, işte böyle şeyler olmayacak. Kısır döngüler de yok. Kurtuldun bu karmalardan. Hadi yine iyisin.

Ama itiraf etmeliyim ki seni hiç bu denli bitkin görmemiştim. Az kaldı, dayan, birazdan kova tamamen boşalacak şalteri indirdiğimde. Yıllar yılı gizliden gizliye devam eden bir süreç bu. Yetişkinliğinden beri korktuğun o düşüncenin tam merkezindesin. Benimle baş başa kalacaksın. Evet sonunda. Aylardır uğramadığın şu kanepenin üzerinde hem de. Bize de bu yakışır. Kimseye faydası yok, düşürme başını. Çıkar içindeki o pamuk kalbi. Sür üstüne Omega 3 yağı.

Yoksa…

Bir pazar sabahı uyanıp, elini kıpırdatmadan kahvaltı hazır olsun istiyor insan…

Hah, tam da anlatmaya çalıştığım bu işte! Yoksa bu kadar basit bir isteği bile aklının ucuna getiremeyen robot bir işçiye dönüşeceksin. Ben de “Oh olsun, kendini bil,” diyeceğim uzaktan seyirci kalarak.

Son bir şans lütfen…

İşte böyle akıllı ol. Tıka o pamuğu şimdi, budala kalbin kaçaklarına.

Tik, tak. Tik, tak…

Az sonra, bitecek her şey. Şaka, şaka! Daha yeni başlıyor.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Latest posts by Nezihat Keret (see all)
Visited 148 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version