Yazar: 12:23 Öykü

Cevizin Gölgesinde

Her şey bir ağacın gölgesini sevmemle başladı.

Biraz soluklanayım diye uzanmıştım. Bahçemizin ceviz ağacı; annemin yeşillik sevdasına eklenen sorumluluk bilinciyle görkemli bir boyuta ulaşarak çay keyfi eşliğinde nice cıvıltılı sohbetlere şahitlik etmekte, nice sevimli sincabın kışlık erzak ihtiyacını karşılamaktaydı. Maharetlerini gururla sunan bir sanatkâr edasıyla şımarık şımarık eteklerini sallıyor. Gövde çevresi bir metreden daha kalın, neredeyse çeyrek asırlık, kabuklarının ve budak yerlerinin yıllara sâri oluşturduğu şekli tıpkı gülümseyen bir yüze benzemekte. Kafamı sola çevirdiğimde masmavi göl, sağ yamaçlarda ise Eşeler Ormanı ile karşı karşıya kalınan eşsiz bir manzara. İşte huzurun adresi burası dedirtecek kadar bakir. Çimenler üzerine düşen yaprak gölgelerinin kıpır kıpır oynaştığı koyu bir yeşillik hâkim. Bir haftadır aynı şarkıyı bıkmadan usanmadan tekrarlayan ah o tarla kuşları! Sahneye hakimiyetlerini ve nasıl bir sinerjiyle serenat yaptıklarını gür dalların arasından henüz görmeği başaramadığım kuşlar… 

Nisan ayı girer girmez yaylaya göçen annemler, atom karınca gibi çalışarak yetiştirdikleri domates ve biberleri sulamak için az evvel göl kıyındaki tarlaya indiler. Çocuklar ise teyzemin bahçesinde torunları ile oyuna daldılar. Etrafta yarım saat öncesi halaya hazırlanan düğün salonu karmaşasına benzer atmosferden eser yok. Çıt çıkmıyor. Yıllarca piyano başında parmaklarını bileylemiş usta bir konservatuar mezununu aratmayacak ezgilerle cıvıldayan tarla kuşu hariç. Sözlerine aşina olmadığım bir şarkı mırıldanıyor. Sadece “la” “la” “la” diyerek hafifçe bir sağa bir sola kımıldanıyorum. Zira bilmediğim parçalara eşlik edebilme yöntemim hep budur. Kanatlanıp uçarken görüyorum ki, boyundan büyük yeteneklere sahip sevimli bir bıcırmış ortalığın sessizliğini sihirli harflerle büyüleyen. Sonra yeniden derin bir sessizliğe gömülüyor yer gök. 

Elimdeki not defterinde tarihi unutulmuş yarım yamalak bir mektup, dilimde hâlâ bitmeyen şarkı, gönlümde henüz başlamayan bir serap. Gündüz vakti uyuya kalmak kolay kolay başarabildiğim bir şey değil, ancak sabah ormanda teyzemlerle birlikte yaptığım uzun yürüyüşün rehaveti mi yoksa gözlerimi kamaştıran doğallık atmosferinin büyüsü mü, kıvamlı bir ağırlık çökmüş gibi. Bedenimde bir uyuşukluk hali, elim ayağım kıpırdamıyor. Dalların arasından süzülen ah o ışık oyunları, istemsizce uyuşan bedenimin derinliklerinden gelen kelimelerin tek sorumlusu olabilir. 

Usul usul inen gerçeklik perdesi ve ardındaki gölge oyunları…

Tamamlamaya çalıştığım mektubu çimenlerin üzerine bırakıp yana doğru kıvrılır kıvrılmaz, mahir bir serap elimden tutup beni sürüklemeye başlıyor. Gelmiş geçmiş tüm şairlerin betimlemelerini kıskandıracak kadar harikulade bir düşün içinde olmalıyım. Ya da tüm bunlar cennetin provası mı?

İnanılmaz bir kalabalık. Bayram mı, tören mi? Asyalı, Avrupalı, Afrikalı… Hudutlar kalkmış olacak ki her ırktan, her milletten, her dinden insan var. Herkes huzur sirenleri çalıyormuşçasına “Üç günlük dünya için bunca kavgaya değmezmiş,” diyerek üç dakikalık huzur duruşundalar sanki. Tüm muhtelif yalnızlıklara, tüm muhtelif uzaklaşmalara son verilmiş gibi esrarengiz bir cana yakınlık sarhoşluğu kök salıyor bahçenin dört bir yanındaki canlı cansız tüm şekillere.

Bahçedeki kiraz, erik, ceviz, kayısı, armut, şeftali, çam, fındık, badem, kısacası tüm ağaçlar bu kalabalığa ev sahipliği yapmakta. Huzur duruşunun ardından, evrensel bir şarkı eşliğinde el ele tutuşmaya başlıyor sarışını, esmeri, kumralı, zencisi. Renk geçişleri eşsiz bir tablo gibi etraftaki çiçekleri imrendirecek kadar uyum ve ahenk içinde. Hawaii yerlilerinin yöresel dansı olan Hula’dan Flamenko’ya geçen insanlar topuklarının üzerlerine hızla vurarak son noktayı koyuyor ve bir anda dağılıyorlar. Oraya buraya koşuşturanları sanki gayretkeş bir pür telaş sarmaya başlıyor. 

Merakla izlerken, beyaz kimonosuyla yıllara meydan okurcasına mağrur bakan elli yaşlarındaki atletik yapılı siyah saçlı bir kadın dikkatimi çekiyor. Hızla yanımdan uzaklaşırken: “Haydi çocuklar sofraya!” diyerek sesleniyor. Ufak boylu biraz tombulca pembe yanaklı bir erkek çocuğu: “Emel teyzeciğim, biraz daha oynayalım lütfen,” diyerek o da koşuşturuyor. 

Büyük bir sükunetle ve yüzlerine çiçekli kanaviçe işlenmiş gibi oyalı tebessümle bir oraya bir buraya hareket eden onlarca farklı kıyafetli insan var bu tablonun içinde. Uluslararası bir festival havasında adeta. Evvela bir mana veremiyorum, fakat etrafıma şöyle bir göz gezdirip kiraz ağacının altına serilmiş örtüyü görünce anlıyorum ki sayamadığım çoklukta yer sofraları kurulmak için hummalı bir hareketlenme söz konusu. Kimi bardakları diziyor kimi tabakları getiriyor. Bazısı yemek pişiriyor bazısı ise sevinçten sofraları tavaf eden çocuklara sesleniyor. Siyahı, beyazı, kumralı omuz omuza vermişler. İnsanların birbirlerine seslenirken son derece nazik üsluplarla ve gülümseyerek hitap etmesi fazlaca dikkatimi çekiyor. Emel hanım, beyaz bir sürahiyle tekrar yanımdan hızla geçiyor ve kirazın dibindeki sofraya elindekini bırakıyor. Zayıf, kara kuru başka bir çocuk “Teyzeciğim bardakları da ben getireyim sen çok yoruldun,” diyerek önümde kısa süre dikiliyor, sonra hareket ediyor. Nereye doğru gittiğini görmek için takibe alıyorum. Cevizin kocaman gövdesinin ardından bir anda gözden kayboluyor. Sıska çocuk aradan daha bir dakika geçmeden üzeri dolu, çini motifli bir tepsiyle geri dönüyor. Sofraya bardakları özenle yerleştirip “Yapabileceğim başka bir şey var mı?” diye soruyor, Emel hanıma bakarak. “Teşekkür ederim çocuğum” derken kahve gözlerinin içindeki parlayan ışığı fark ediyorum bir anda. Tıpkı bir meleği andırıyor bakışları diyorum zihnimden. 

Tüm bu telaşın arasında fark edilip edilmediğimi anlamak için “Merhaba, Emel Hanım,” diyorum hafifçe başımı öne eğerek. “Merhaba, ben de tam sana seslenecektim, Hızır gibi yetiştin,” diyerek yanıtlıyor. Varlığımı fark etmesi bir yana kıymet verdiği ve yıllar evvelinden tanımış bir dost samimiyetiyle dönüş yapması beni oldukça sevindiriyor. Ardından “Ben de size yardım edebilir miyim?” diye soruyorum. Naif bir tonla, “Kiraz ağacının altındaki kıl çadırda gözleme yapılıyor, dilersen onlara yardım edebilirsin,” diye yanıtlıyor. 

Terasta semaver çayı ile yaptığımız aile kahvaltısı biteli ne kadar zaman geçmişti bilemesem de, sanki hiç yememişim gibi karnımın fena acıktığını hissediyorum. Fakat çalışmadan yemek olmaz diye düşünerek, benim de katkım olsun fikriyle Emel hanımın bahsettiği kiraz ağacına doğru yürüyorum. 

Ellili yaşlarda sarışın mavi gözlü bir kadın, odun ateşini körüklüyor o esnada. Bir taraftan da şarkı söylüyor. Hayretler içerisinde kalıyorum, zira uyku mahmurluğu halindeyken mırıldanmaya çalıştığım fakat sözlerini bilmediğim şarkıyı öyle güzel yorumluyor ki! Diğer kadınlar da ona eşlik ediyorlar. Hararetli ve telaşlı bağırışlar haricinde hiç neşeli şarkılar eşliğinde pişirilmiş gözleme yemediğimi düşünüyorum o vakit. Tadının harikulade olacağından emin olup, sacın üzerinde kızarmak üzere olan gözlemelere bakıyorum. Acaba birini istesem ve soğumadan yesem uygun olur mu diye kendi kendimle konuşurken, bir anda altmış yaşlarında tıknaz zenci bir kadın “Hoş geldin,” diyerek bana bakıyor. Bir taraftan hamur açmaya devam ederken, “Bak, şuradan al beğendiğin gözlemeyi” diyor. Bu güzel teklifi reddeder miyim? Pişen gözlemelerden bir tane alıp hemen yemeye başlıyorum. Yıllar önce karşı komşum Aynur hanımın yaptığı ve bize ikram ettiği o hafif acılı patlıcanlı gözlemenin tadını hatırlıyorum. Tıpkı onun gibi muazzam bir lezzet diyorum içimden. Yastağacın üzerinde çalışan badem gözlü genç kızla göz göze geliyoruz son lokmada. Ben marifetli iş yapışını seyretmeye koyulurken, o açılan hamurların üstüne özenle eşit miktarda iç malzemesi ekleyip dağıtıyor ve hamurun bir ucunu diğer ucunun üstüne kapatarak yarım ay şeklini veriyor. 

Elleri nasırlaşarak kurumuş dala benzerken, gözleri tıpkı bir okyanusu andıran ocak başındaki kadına seslenerek “Clarie, dilersen pişirmeye biraz ara ver, bak sana yardıma biri geldi,” diyerek tekrar bana gülümseyerek bakıyor. Clarie ise bir taraftan şarkı söylüyor bir taraftan hazırlanan çiğ gözlemeyi sacın üstündeki boş yere koyuyor. “Eddie, hamurlar sıcakta akmadan gözlemeleri pişirebilirsek kendimize bir kahve keyfi mutluluğu ısmarlayalım yemekten sonra olur mu?” diyerek zenci kadına sesleniyor. Eddie, “Kahveye hayır diyemeyeceğimi nasıl da bilirsin, hem sana anlatacağım çok güzel hikâyeler var,” diyerek yanıtlıyor.

Kenarda ayrı kaplarda duran patates, peynir, patlıcan ve ot karışımlarını inceliyorum kısa bir süre. Otlu karışımdan gelen hoş koku sabah yaptığım yürüyüşte teyzemin gösterdiği dağ kekiklerinin kokusunu andırıyor. “Demek ki içine dağ kekiği konulmuş,” diye iç geçiriyorum. Sanki dağ kekiğinin bir koluna maydanoz, diğerine taze soğan takılmış da yürüyüşe çıkmış gibiler. Muhteşem kokular birbirine karışmış halde burnum hiç olmadığı kadar tütsüleniyor. O an yamacıma, sevimli bir çocuk hızla yanaşıyor. Saçlarıma değen şen bir rüzgâr gibi. Kaç kelebeğin soluğu atıyor ponçik kalbinde kim bilir? Yüzünde gökkuşağının yedi renkli gülümsemesiyle ruhumu doyuruyor. Alemin en tatlı gülümsemesini gözlerime bırakırken, kekik kokularını unutuyorum.

Adını henüz öğrendiğim ancak yıllardır tanıyormuşum gibi samimi bulduğum Clarie’ya dönerek, “Siz biraz ara verin, hava zaten çok sıcak, ben devam edeyim.” diyorum. Clarie gayet mütevazı bir tavırla “Çok teşekkür ederim, çok naziksiniz, karnınızı rahatça doyurun, telaş yapmayın lütfen.” diyor. Kırk yıllık dost gibi öyle içten bir ses tonuyla konuşuyor ki, ben de hemen havaya giriyorum. “Peki, biraz soluklanayım, sonra ben devam ederim.” diyorum. Bir müddet sonra gözlemeleri pişirme sorumluluğunu devralıyorum. Sütten yeni kesilmiş bir bebeğin avazıyla bağırmaya başlayan bir çocuğun sesi yankılanıyor birden. Gülümsemeler yerini şaşkınlığa bırakıyor. “Ben kekikli gözleme sevmem.” Sanırım o ana kadar duyduğum en olumsuz cümle bu oluyor. Yorgunluğun ardından kısa bir mola veren Clarie ve Emel Hanım, çadırın bir köşesinde oturup sohbete dalıyor. Biri peynirli, diğeri otlu olan gözlemelerin ucundan koparıp atıştırırken attıkları kahkahalar, çadırın içini dolduruyor. 

Yarım ay şeklini hafif parmak dokunuşları ile yapıp, pişirmek için bana uzatan Filiz, adını Emel Hanım çadıra doğru geldiğinde seslenirken öğrendiğim, “Bu son gözleme, sofraya geçebiliriz hepimiz” diyor. Eddie, Claire, Emel, Filiz ve ben çadırdan çıkarak, gözlemeleri artık kurulması tamamlanmış yer sofralarına dağıtıyoruz. Biz gözlemeleri yaparken bir taraftan takım elbiseli, yırtık kot pantolonlu, çiçekli elbiseli sayısız insanın sofraların etrafına sıralandığını görüyorum. Kuzini sobasının üzerinde pişirilmiş fesleğenli domates çorbasının rayihası sarıyor bir anda burnumun deliklerini. Bu arada, çocuklar da oyunlarını bırakıp sofralara inci gibi dizilmişler. Ben de elma ağacının dibinde boş yer bulup, Filiz’in yanına sıkışıyorum. Akşam olmak üzere, ancak hazırlıkların üretime yeni geçmiş fabrika gibi oldukça hızlı ve seri, fakat bir lunaparkta eğleniyormuş havasında oldukça keyifli geçtiği söylenebilir. Gün batımı eşliğinde atılan kahkahalar, yenilen lokmalara aroma serpiştirirken büyük bir hazla yemekler yenilmeye başlıyor…

Bağdaş kurup oturduğum yer sofrasına bakıyorum, menü çok zengin değil çorba ve gözlemeden ibaret yanında da bol köpüklü yayık ayranı. Lakin nice asude sevgiler, dil dil üstüne, gönül gönle yan yana vermişler ve hiç kopmayacak organik bağlarla bağlanmışlar adeta. Özlemler, aşklar, sevgiler, umutlar, hayaller konuşuluyor. Sinerji dolu hâlleriyle cıvıl cıvıl uçuşuyor tümceler halay çeken bulutların üstünde konfetiler gibi. Birbiriyle cebelleşen değil, sımsıkı sarılanların makbul olduğu bir dünya burası. “Çekil kenara!” diyerek itişenlerin değil, “Gel yamacıma otur,” diyerek kaynaşanların, “O az çalıştı az yiyecek!” diyenlerin değil, “Gel lokmalarımızı paylaşalım,” diyerek doyanların, “Sofraya sadece kodamanlar oturur, cep delik cepken delikler dış kapının mandalında beklesin” söylemiyle sebeplenenlerin değil, aynı gökkuşağının renkleriyiz güftesiyle kucak açanların, “Haddini bil, o ne biçim laf öyle,” diyerek çıkışanların değil, “Tomurcuklar açtırıyor sözlerin yüreğimin çorak topraklarına,” diyerek namütenahi şiirler döktürenlerin dünyası burası. 

Kısa bir u-mutluluk hülyası mı tüm bunlar? Yoksa u-mutlu anlar mı geçti; önümden, anımdan? Ya da kaybolmuşluğun içinden yeniden doğuşun masalı mı bu anlattıklarım?

Çevremdeki tüm canlılar, gönüllü karakterler gibi olabildiğince huzurlu renkler ile ışıldamaktalar. Kalplerinin içindeki sonsuz ışık sanki acılarla ve üzüntülerle kırılım yaşamış da rengarenk gökkuşağına dönüşmüşler. Kimse kimseyi yargılamıyor, kimse kimseyi yanlış anlamıyor, sevmekten korkulmuyor. Bu masal başka bir masal, küreselleşme masalı değil! Ve bu masalda tek bir anahtar kelime var. O da sevgi; saf, katışıksız.

Açılan demir kapının gür sesiyle irkilerek ayılıyorum.  

“Kızım semaveri yaktın mı?”

“Henüz değil anne…”

Latest posts by Nezihat Keret (see all)
Visited 34 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version