Yazar: 20:05 Öykü

Nakavt

I.

Kahvelerimizi yudumlarken bana rüyasını anlatmaya başlıyor. Rüya dinlemeyi hiç sevmem. Rüyalarını bana anlatanlara karşı garip bir savunma kalkanı açıyorum, kendimi geri çekiyorum; karşımdakinden soğuyorum. Halbuki şimdi kendimi geri çekmek değil, ileriye atılmak istiyorum. “Ben hiç anlamam rüyalardan, hiç de rüya görmem. Bir kız arkadaşına filan anlat istersen,” diyorum. Hiç oralı olmuyor. Uzun saçlarını omuzundan sırtına doğru atıp anlatmaya başlıyor. O saçları nasıl da koklamak istiyorum. Tam o anda sarı parkelerimin üzerinde siyah beyaz kırlangıçlar uçuşuyor. Üzerinde kırlangıçlar uçuşan bordo rengi çoraplar giymiş. Anlatırken ayaklarını ileriye ve  geriye oynatıyor. Ya beni hiç umursamıyor ya da kendisinden başka birisini umursamayanlardan. Her iki durumda da adım kadar eminim, bu kıza bal gibi sırılsıklam âşık olacağım. Sırf beni dinlemedi diye.

II.

Rüyasını anlatmayı bitirdikten sonra koltukta bana doğru dönüp gözümün içine bakarak, orada ne arıyorsa artık, dünyaya cinsiyetçi bir yaklaşımla bakmayı bırakmam gerektiğini söylüyor. Kirpiklerinde düğümler var. Kızların rüya dinlemeye bayıldığını da nereden çıkarıyormuşum. Kahvesini kaşıklayarak içiyor. Kahveyi doldurduğu metal tatlı kaşığını ağzına sokarken, “Hem bu da ilk vukuatın değil,” diyor. Yaramaz bir çocukmuşum gibi bıyık altından gülümsüyor. İncecik parmakları var. Eklemleri hafif köşeli, kemikleri genişlemiş; dışarıya doğru büyümüş gibi. Mafsalları sivri tepecikler. Bu günlerde erkeklerin yapabildiği savunmaya geçmek. Hiç vakit kaybetmeden savunmaya geçiriyorum.

“Cinsiyetçi olduğumu düşünmüyorum,” diyorum.

Gözlerini kocaman açınca kirpiklerindeki düğümler çözülüyor.

“Ağzından bir kere ‘Feministim’ kelimesini duymadım ama… Hep feminizmi savunuyorum diyorsun.”

“E savunuyorum Jale, ne var bunda?”

III.

Üniversitedeki Aybars Hoca sınıfın tavanından yayılan sarı lamba ışığında parıl parıl parıldayan kel kafası, yuvarlak gözlükleri, sürekli giydiği yeşil hırkası ile yaklaşıp kulağıma fısıldıyor. “Feministim diyemiyorsanız, feminizmi savunuyorum deyiverin evladım. Bu devirde bunu yapamayan adam, adam değildir. Bunu da bir kenara yazın.” Hafif peltek konuştuğu için her dersten sonra dalga geçtiğimiz bu adamdan öğrendiklerimin haddi hesabı yoktur. Bir arkadaşın ,“Oğlum şu filmdeki adam aynı bizim Aybars Hoca gibi konuşuyor lan. Görmen lazım!” diye direttiği için Capote’nin kim olduğunu bile Aybars Hoca sayesinde öğrenmişimdir. Bize gerizekalı muamelesi yapıp söylediği bu tarz cümleleri tahtaya büyük harflerle yazardı. O zamanlar sınıfça herifin boğazını sıkmak ister, dersi kaynatmak için aptal aptal şakalar yapar, dönem sonunda ders değerlendirme anketlerinde adama düşük notlar verirdik. Hiç unutmam bir keresinde derste bir denyonun maçolukla ilgili ettiği bir laf üzerine  “Bir adamın nakavt olması kaç saniye alır biliyor musunuz çocuklar?” diye sormuştu. Kimse bilemedi. O zaman tahtaya Jack Broughton diye bir isim yazdı ve siyah beyaz bir fotoğraf yansıttı. Bu adam da Aybars hoca gibi keldi. Meşhur İngiliz boksçu, boks sporunun kurallarını belirleyen adammış. O zamanlar boks çıplak elle yapılırmış. Onsekizinci yüzyılda Jack Slack adında başka bir adamla dövüşürken maçın başlamasından on dört dakika sonra yüzüne aldığı kör edici bir yumruktan sonra karşısındaki adamı göremeyince boksu bırakıp emekliye ayrılmak zorunda kalmış. Bu olaydan yedi sene önce Jack Broughton’a Oxford Caddesi’nin yakınında bir dövüş tiyatrosu açması için mali destekte bulunmuş olan Cumberland Dükü, Jack’in yenilmesi ile binlerce pound kaybedince tiyatro kapanmış. Hoca, gözleri boşluktaki bir noktaya takılmış, dalıp gitmiş “Her maço gibi görünen adam maço değildir, ama her maço adamın arkasında Cumberland Dükü gibi bir adam vardır çocuklar,” demişti. “Asıl hikâye Jack değildir, Cumberland Dükü’dür ama herkes sahnede sadece Jack’i görür.” Konuşmasının bu noktasında biraz durakladıktan sonra birden heyecanlanıp tek kolunu havaya kaldırıp parmağı ile tavanı işaret ederek, “Siz Jack, Jack e karşı demeyin çocuklar! Cumberland Dükü kimdir diye sorun! Asıl hikâye orada! ” diye son sesi ile bağırınca sınıfta bir kahkaha kopmuştu. Sınıftaki kahkahalara hiç aldırmadan söylediği cümleyi büyük harflerle tahtaya yazmış, “asıl hikâye”yi bir tane yetmemiş, iki daire içine almıştı. O derste kimse nakavt süresinin kaç saniye olduğunu öğrenemedi.

IV.

Rüyasında babaannesini görmüş. Küçük odadaki sandığın üzerinde oturuyorlarmış. Kadın kemik bir tarağı gaz yağına batırıp saçlarını tarıyormuş. “Saçları upuzun ve bembeyazdı ama yüzü yaşlı değildi. Fotoğraflarından gördüğüm, evlendiği yaştaki yüzüydü,” diyor. Gülümsüyormuş. Arkasındaki kireç badanalı duvarda büyük dedesinin öldürdüğü bir tilkinin gri postu ile o tilkiyi öldüren kahverengi tüfek aynı çiviye asıkmış. “Tilki çiviye ağzından asılmıştı,” diyor. “Elime alınca kulaklarında ve ağzının etrafındaki kıkırdakları hissederdim. Kuyruk tüyleri çok sertti. Tüylere dokunduğumda, kokusu burnuma geldiğinde midem bulanırdı ama kimse etrafta yokken o küçük odaya giderdim yine de. Sandığın üstüne çıkar, tilkiye dokunur, bazen bir cesaretle hayvanın ağzını çividen çıkarmaya çalışırdım. Çıkaramazdım. Boyum yetmezdi,” diyor. Tüfeğe hiç dokunmazmış. Tüfek ipinden asıldığı için duvarda eğri dururmuş. Rüyada babaannesinin dizlerinin arasına oturmuş, kadın iki belik olan saçlarını açmış ve gaz yağına batırdığı kemik tarakla taramaya başlamış. Kafasını kaldırıp kadının yüzüne baktığında onun gülümsediğini ama karşıya baktığında bu defa, normalde tel dolabın üzerinde asılı olduğu için ikisinin silüetini de göstermemesi gereken yeşil çerçeveli küçük aynada hem babaannesinin hem de kendisinin yas tuttuğunu görüyormuş. Derin bir nefes alarak durumu açıkladı “İkimizden birisi ölmüş, ama evdeki hiç kimse hangimizin öldüğünü bilmiyormuş.” Biraz susuyor, sonra pencereden dışarıya bakarak konuşmaya devam ediyor. “Aslında ne fark eder, değil mi? Ha o ölmüş ha ben ölmüşüm.”

V.

Banyomda saçlarını kuruturken “Bir şey getirmeyin dediler ama akşam giderken şu köşeden vişneli, bademli turta alalım.” diye bağırıyor. Cevap vermiyorum. Kendime yarım ekmeğe peynirli, domatesli bir sandviç yapıyorum. Domatesleri kesme tahtasının üzerinde keserken tahtanın üzerine akan sulu çekirdeklerini elimle alıp yalıyorum. 

VI.

 Siyah beyaz bir resimde, yuvarlak bir antik tiyatronun ortasında dört adam ayakta duruyor. Seyirciler yuvarlak sahnenin etrafında, birisi sahnenin biraz altında diğeri biraz yukarısında kalan iki sıra halinde oturmuş, dövüşü izliyor. Aşağıda kalan seyircilerin kafalarının sadece yarısı görünüyor. Sahnenin ortasında karşılıklı duran iki adam da kel, üstleri ve ayakları çıplak. Üzerlerinde sadece siyah, dar, kısa paçalı pantolonlar var. Sahnedeki diğer iki adam sahnenin iki köşesinde, biraz geri tarafında duruyor. Geride duranlar tamamen giyinik; şapkalı, ceketli, çoraplı, ayakkabılı… Ortadaki adamlardan daha iri olanının yüzünde müthiş bir acı ve dehşet var. Sol elini gözünü korumak istercesine havaya kaldırmış, kapalı gözlerinden bir şeyler akıyor. Ondan daha cılız olanı, neredeyse iri olanın ikizi olacak kadar karşısındakine benzeyen diğer kel adam, kaşlarını çatmış, sağ kolunu geriye çekip sol elini yumruk yapmış; attığı darbe sonrası yeniden harakete geçmeye hazırlanıyor. Sol taraftaki, daha iri yarı olan kel adamın kapalı gözlerinden akanlar ressam tarafından siyah çizgiler olarak çizilmiş.

VII.

Kapının önündeki portmantoya oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, sağ ayağına geçirdiği siyah, dizine kadar çıkan deri çizmenin fermuarını çekerken “Merve iyi kızdır, hoştur ama içince biraz asabi olabiliyor.” diyor. En yakın arkadaşlarından Merve’nin evine gidiyoruz. Beni ilk defa tanıştıracak.

VIII.

Büyükçe bir salonda sekiz kişiyiz. İkili bir koltukta oturuyorum. Biraz önce muhabbet ettiğim bankacı mutfağa gidince kendimi koltuğa bıraktım. Adam nazikçe sohbeti sonlandırdı mı yoksa geri gelip benimle konuşmaya devam mı edecek emin değilim. Geçen gün ‘ilginç olmayan bir sohbet kibarca nasıl sonlandırılır’ diye bir video görmüş, izlemeye üşenmiştim. İzleseydim şimdi başıma gelecekleri tahmin edebilirdim. Jale konuşurken gülüyor, gülerken sürekli yanındaki adamın koluna dokunuyor. Aybars Hoca’yı düşünüyorum. Onu niye sevmezdik diye. Adamı ben de mi gerçekten sevmezdim yoksa grup halinde sevmemeye karar verdiğimiz için birisini sevmenin bireysel bir seçim olduğunun farkında bile değil miydim? Jale bir kahkaha atıyor. Kadınlar biraz rahatlayınca ne kadar da güzelleşiyor, güzel olduklarını hissettikleri o nadir anlarda ne kadar da rahatlıyor. Etrafıma bakıyorum. Sigara içen kimse yok. Anlaşılan Merve’nin evi balkona ya da dış kapının önüne çıkılarak sigara içilebilen evlerden. Yanımdaki koltukta başka bir adamla hararetli bir muhabbete tutulmuş Merve’ye eğilip kibarca  “Nerede sigara içebilirim?” diye soruyorum. “Koridorun sonundaki odada, balkonda.” deyip hızlıca başını çeviriyor, konuşmasına devam ediyor. Geldiğimizden beri yüzüme bakıp benimle tek kelime etmedi. Sanırım sarhoş olmayı bekliyor. Jale’ye sigara işareti yapıp balkona yollanıyorum.

IX.

Balkonda masa ve sandalye olmasına rağmen ayakta dikilerek sigara içen bir adam var. Bir şey demiş olmak  için “İyi akşamlar” diyorum.
“Merhaba.”

Otursam garip olur diye ben de adam gibi ayakta dikilerek sigaramı yakıyorum. Adam elindeki sigarayı havaya kaldırarak,
“İnsanlar baya baya sigara içmeyi bırakmış ha? Bir tek ikimiz mi kaldık yani?” diye soruyor.
“Öyle olsa gerek.” diyorum.

Adam uzanıp sigaranın külünü masadaki küllüğe silkeliyor. Bana doğru dönüyor.

“Sadece iki kişi… Düşünsene ya bir muhabbet tutturamazsak şimdi? Uyuz olduk diyelim birbirimize! Bütün gece bu balkonda köşe kapmaca oynayabiliriz. Sürekli balkona mı çıkıyor bu herif şimdi diye birbirimizi gözetlemekten içerideki konuşmaları bile takip edemeyecek duruma gelebiliriz.”

Adama bakıyorum. Kafa birisine benziyor. Yaş olarak içerideki herkesten daha yaşlı gibi. Komünist sakalı bırakmış. Kıllı, kısa kolları var.

“Fena da olmazdı hani. Bir çeşit adrenalin.” diyorum.

Gülüyoruz.

“Ya birimiz kadın olsaydı…” diyor. “Şu andaki gerginliği düşünebiliyor musun? Bir kadınla bir adam, balkonda, karanlıkta, ikisinin de aklında siz de mi partiden sıkıldınız geyikleri…”

Adam gülüyor. Gülerken biraz öksürüyor. Masaya koyduğu şarabından bir yudum daha alıyor. Ben gülmüyorum.

“Şimdi de olabilir gerçi o gerginlik.” diyorum.

Başını kaldırıp dediğimi anlamamış gibi bana bakıyor. Neden sonra,

“Doğru ya. Haklısın. Olabilir” diyor.

Susuyoruz. Yan yana dururken ben adamın yanında oldukça uzun ve iri yarı, adam ise benim yanımda oldukça kısa ve cılız kalıyor. Sigarasını benden önce bitiriyor, gülümseyip içeri giriyor.  Telefonumu çıkarıp Aybars Hoca’nın adını arama motoruna yazıyorum. Yedi sene önce ölmüş. Manşetler ‘Trafik Canavarı Yine Can Aldı’ diye atılmış. Aybars Hoca kaldırımda yürürken bir minibüs üzerine çıkmış, ezip geçmiş. Başımı uzatıp balkondan aşağıya fırlattığım izmaritin karanlıkta kaybolmasını izliyorum.

X.

Salona girdiğimde balkondaki komünist sakallı adamın kıllı, kısa kollarının sarmaşık gibi Merve’nin beline dolanmış olduğunu görüyorum. Merve adamın yanında bir tık uzun kalıyor. Adama selam verip Jale’ye doğru yürüyorum. Anlaşılan o ki Jale’nin yanında dikilen yeşil kadife dirsekli tüvit ceketli diğer adamın koluna dokunula dokunula oluşan sürtünme kuvvetinden ceketin kolundaki kumaşın rengi hafiften solmuş. Allah rahmet eğlesin de, durduk yerde Aybars Hoca’yı hatırlamanın sırası mıydı şimdi? Kominist sakallı adamın da Merve’nin uzatmalı sevgilisi çıkacağı tuttu. Hiç iyi olmadı bu, hiç iyi olmadı. Jale’nin yanına gidip kolumu omuzuna atıyorum. Jale’nin saçını kulağının arkasına takıp eğilerek boynundan öpüyorum. Jale hafif kızarmış yanakları ile başını kaldırıp bana bakıyor. Çemberdeki insanlar huzursuzlanıp başlarını başka tarafa çevirmeye, çemberden çıkmaya çalışırken Jale’nin kulağına eğilip “Haklısın aşkım. Galiba ben feministim.” diyorum.

Editör: Melike Kara

Latest posts by Deniz Ezgi Avcı Vile (see all)
Visited 70 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version