Bir aralar her gün Hasanpaşa’da bulunan Müze Gazhane içindeki Afife Batur Kütüphanesi’ne giderdim. Mesele ne ders çalışmak ne de edebiyata olan tutkumdu. Vurgunu olduğum kız akşamları gelir, bilgisayarını açtıktan sonra hiç başını kaldırmadan kırk dakika ders çalışırdı. Ardından kısa bir zaman bahçeye çıkarak mola verir, sonra yine derse otururdu. Tüm akşam boyunca bu programını dört defa ders, üç defa da mola olarak tamamlardı. Üç küsür saatini kütüphanede geçirirdi. Ben de bu süre boyunca uzaktan izlerdim onu.
Bir defasında kız, her gün geldiği saatte gelmedi. Ben de ister istemez ders çalışanların ve kitap okuyanların hallerini izledim. Koca göbeği ve façalı kollarıyla bir masada oturmuş ve benim gibi hiçbir şey yapmayan ergen çocuk dikkatimi çekti o anda. Ara sıra hafif bir iniltiyle kütüphanenin sessizliğini bozuyordu. Birden tüm gücünü toplayarak başını arasına aldığı ellerini serbest bıraktı ve sağ eliyle kafasını yumruklamaya başladı.
O saatte kütüphanede yalnızca gececi görevli dururdu. Ortamda bir anormallik olup olmadığını görmek istediği zaman yerinden kalkmaz, kameralardan izlerdi okuma salonuyla alt katı. İnsanların okumayı ve çalışmayı unutup ona bakması depresif ve göbekli genci mutlu ediyor gibi algıladım. Herkes sınavına hazırlanıp kitabını okuyordu, o ise söz konusu eylemi tekrar gerçekleştireceği an için yeterli seyircisi olup olmadığını kontrol ediyordu. Dolayısıyla bir süre sonra kimse onunla ilgilenmediği zaman bunu sürdürmedi. Onu karşıma alıp neden bu şekilde davrandığını sormak istedim. Evet, kızgındım. Çünkü benim kız gelmemişti. Bunun acısını birinden çıkarmak zorundaydım.
Fakat oğlan ancak iki saat sonra yerinden kalktı, havaya karşı “nah” anlamına gelen kaba işareti yaptı ve sağa sola çarpa çarpa su sebiline gitti. Sebile bardak koymadan, sokak çeşmesindeymişçesine elini musluğun altına uzatarak içmesi ve çıkardığı iğrenç ses sinirimi daha da bozdu. Birden, su içme eylemini yarıda keserek kapıya doğru ilerledi. Demir kapı açıldığı gibi kapandı. Hemen ardından kütüphaneden çıktığımda onu kaybetmiştim çünkü Gazhane Müzesi çok geniş bir alan üzerine kuruluydu.
İlerleyen günlerde depresif şişman gence rastlamadım. Ama benim platonik aşkım geliyordu. Bir gelişinde üstünde insanın içini gıcıklayan, tüm vücudunu saran, tek parça mor bir elbise vardı. Kumaş göğüs dekoltesi üzerinde bitiyor ve bittiği yerde vücudunu “o” şekliyle kuşatıyordu. Omuzları, kolları, boynu açıktaydı. Göğüsleri iyice ortaya çıkmıştı. Elbisenin ön yüzünde siyah iplikle yapılmış uzun bir dal parçası, çevresinde onlarca yaprak vardı. Beline siyah bir kurdele, kurdelenin sağ ve sol köşelerine fiyonk şeklinde desenler dikilmişti. Etek boyu… İşte onu anlatırken bile bir hoş oluyorum… Oldukça kısaydı. Bu durum beni bir yandan kışkırtıyor, bir yandan da kıskançlığa sürüklüyordu. Bacaklarına geçirdiği çoraplar fileliydi. Bacaklarını utanarak izlerken tahrik oluyordum. Ama bir yandan da etraftaki diğer okuyucuların ve ders çalışanların fırsatçılık yaparak onu süzüp süzmediklerini yokluyordum. Kız, sanki ders çalışmaya kütüphaneye değil de davete, baloya gelmiş gibiydi. Acaba buradan çıkıp bir yere mi gidecekti? En sonunda dayanamadım ve kendimi tuvalete atıp bolca tuvalet kâğıdı koparırken buldum. Yarattığım hikâyede onu bataklıkta izbe bir evde yaşayan seksi bir cadı olarak kurguladım. Ayaklarım ve üstüm çıplak, altımdaki siyah kot pantolonun düğmelerini kapatmamış ve iç çamaşırsız, omzumda koca bir baltayla geziyordum ben de. Bir süre ilerledikten sonra ininin olduğu bataklığı buldu ayaklarım. Beni ojeli tırnaklarını vücuduma batırarak karşıladı. Kum torbasına vurmaktan şekillenmiş göğüs kaslarımı mıncıklıyordu. Baltamı bırakmamakta kararlıydım. Ama diğer elimle incecik belini sarmalamıştım. Çıplak ayaklarım ve kot pantolonum çamur içinde kalmıştı. Aynı bataklıkta yürüyor olmamıza rağmen onun ne elbisesi ne de ayakları kirleniyordu. İnine girdiğimiz zaman ona pantolonumu çıkarttıracak ve çamur içinde kalmış ayaklarımı okşayarak sildirttikten sonra esas sahneleri kurgulayacaktım. Ama daha ine dahi varamadan gerçek dünyada erkeklik uzvum görevini tamamlamıştı. Kasıklarımdan dışarı fışkıran sıvının etkisiyle testislerimden arka bacaklarıma kadar yayılan minik bir gerilme hissettim. Ama hem vücudumun hem de zihnimin oldukça rahatlamış olduğunun farkındaydım. Peçeteyi klozete atarak sifonu çektim. Sonra yine aklıma o düşünce geldi. Eyvah! Ya ben tuvalette fanteziler kurarken yukarıdakiler benim manitayı dikizliyorlarsa! Hemen hışımla yukarıya, okuma salonuna çıktım.
***
Bir gün, gece boyunca yüklü oranda zararlı şeyler kullandığım için çok geç uyandım. Kız çoktan kütüphaneyi terk etmişti kesin. Fakat yine de kütüphaneye gittim. Onu orada göremedikten sonra hiç oturmadan eve gitmek istedim. Fakat kendisine Depresif Şişman Genç adını verdiğim değişik herif yine kütüphanedeydi ve aynı acayip hareketleri yapıyordu. O anda içimi bir merak kapladı. Sağ yumruğumu sıkıp omzumu ve kalçamı her an dönmeye hazır tutarak merdivenlere doğru yürüdüm. Bu sefer vücudum kovalamak için değil kroşe atmak için hazırlanmıştı. Kütüphanenin demir kapısından çıktıktan sonra amaçsızca dikildim. Sonunda benim eleman geldi. Kendi kendine konuşarak yürüyordu, ayakları zemine basmadan evvel boşluğa tekmeler savuruyordu. Kocaman, dümdüz adımlar atarak herifi karşıma aldım. Bana “İyi akşamlar,” diyecekken yakasına yapışıp midesine doğru zayıf bir aparkat yerleştirdim. Ardından onu tüm gücümle çimlere yatırdım.
Üzerine çıktığım anda tamamen titrek bir sesle “Lütfen bana zarar vermeyin abi. Ben zaten tüm gün kendi kafamı yumruklamak ile meşgulüm,” deyince vurmaktan vazgeçtim.
“Şimdi sana soracaklarıma adam gibi cevap ver, geçen sefer kaçtın elimden kurtuldun, bu kez kaçamazsın.”
“Kaçmaya ne gerek var güzel abim, ben de zaten sizinle konuşmak istiyordum.”
Derdimi açıkça belli ettim. “Rahatsızlığın ne oğlum senin?”
Yine titrek bir sesle yanıtladı. “Durun bir saniye lütfen… Önce üzerimden bir kalkarsanız size sakin sakin anlatayım durumumu.”
Bu laflarına, özellikle böyle pasif tavırlarına iyice sinirim bozuldu. Anlatacaklarını merak ettim. “Lan bana bak! Yiyeceğin dayaktan kaçmak için bana ne mazeret uyduracaksın bilmiyorum ama o dayağı yiyeceksin sen… Sadece merak ettiğim için konuşmana izin veriyorum.”
“Sen vicdanlı, merhametli, güzel bir insansın, benim gitmeme izin verirsin. Ben obsesif kompulsif bozukluğu olan bir psikiyatri hastasıyım. Hepsi aslında bu işte.”
Karşımızda kurulmakta olan konser platformunun gürültüsünün içinde “Hayır!” diye cevapladım. “Göndermiyorum seni bir yere! Şimdi tam da hikâyenin en güzel yerindeyiz. Seni karşıma Allah çıkardı. Kendimi tebrik edeceğim her şeyi öğrendikten sonra. Ayrıca ben senin ismini depresif şişman diye yazmıştım aklıma. Bu obsesif ne oluyor peki?”
“Aman Allah’ım, görüntünüz filinta gibi ama kafanız tam bir kalas. Bana işkence ediyorken seni karşıma Allah çıkarttı diyorsunuz. Beğendiğiniz kızı kesmeye geldiğiniz kütüphanede kıza yanaşmaya cesaret edemezken beni durduk yere darp etmeye kalkıyorsunuz. Oysa ki ben sizinle artık şeytanın ayağını kırmanız ve gidip o kıza açılmanız gerektiğini konuşacaktım. Ayrıca size bu konuda yardımım da dokunabilir.”
Bu herif bunları nereden bilebilirdi? Yoksa beni mi takip etmişti? Ya peki cinliyse ve cin arkadaşlarından benimle ilgili bilgi alıyorsa! Hemen korkuyla üzerinden kalktım. Sonra da ellerinden tutarak ayağa kaldırıp üstünü başını toparladım.
Yine de korktuğumu çok belli etmemeliydim. “Pekâlâ,” deyip sağ elini kuvvetlice sıktım. “Burada, kamusal alan filan dinlemeyeceğim, ulu orta yerde seni yumruk manyağı yapacağım. Müzenin kapısındaki güvenlikler herkesten önce fırlayıp gelecekler. Onlar gelene kadar insanlar bize bakacak. Üstünün başının darmadağın, kollarının façalı, benim de gayet efendi bir genç olduğumu gördükleri zaman bana bir piçlik yaptığını düşünecek herkes…Ha bu arada ben senin ismini Depresif Şişman Genç koymuştum ama bu obsesif mi ne dedin ya, o zaman senin adın Obsesif Şişman Genç olsun, iyi mi lan zımbo? Yok lan dur! Bu olmadı, çok uzun bu. Obsesif Şişko olsun.” Bunun üzerine duygusallaştı ve ağlamaya başladı. Sonra iyice sapıttı ve kafasını göğsüme yasladı. “Ne öğrenmek istiyorsan anlatacağım. Ama rica ediyorum, müzenin arka taraftaki sokaklara geçelim.”
Başımı salladım ve müzenin arka çıkışına yürüdük. Neredeyse tamamı rampa üzerine kurulmuş Hasanpaşa sokaklarının en bayırlısını bulduktan sonra iki katlı ahşap bir evin önünde yıllara meydan okurcasına duran bir banka götürdü beni ruh hastası herif.
Oraya oturduğumuz an sanki çok önemli bir şey yapıyormuşçasına cebinden eski bir gazete çıkararak bankın üzerine serdi ve hazırladığı oturma yerini bana teklif etti. Belki cinli filan değil de gerçekten delinin tekidir. Ama o kızı takip ettiğimi nasıl anladı. Neyse anlayacağız şimdi ak mı, kara mı? Derken oturdum ve başımı kaldırıp gözlerimi kısarak ona baktım. “Sen var ya harbi bir manyaksın, evet evet tam bir akıl hastasısın sen! Kütüphanedeki o acayip acayip hareketlerin ne lan öyle? Ne rahatsız hareketler oğlum onlar? Orada bir sürü öğrenci var. Kitap okuyanı var, gazete dergi okuyanı var… Orası tımarhane mi? Öyle saçma salak hareketler yapıyorsun ikide bir. Millet seni mi seyredecek? Ders mi çalışacak orada? Denyo! Kendine bir çekidüzen ver. Vermeyeceksen de siktir git tımarhaneye mi yatacaksın, intihar mı edeceksin ne yapacaksan yap da milleti niye rahatsız ediyorsun ulu orta yerde?”
Bedenini bir sağa bir sola yatırarak olduğu yerde sallanmaya başladı. Sallanması iyice canımı sıktı. “Sallanmasana lan geri zekalı!” diye bağırdım. “Ne biçim hareketler yapıyorsun öyle? Seni ilk gördüğümde çenenin ortasına sağlam bir kroşe yerleştirmek istemiştim ama ne durumda olduğunu da anlamıştım. Yerinin Bakırköy olduğunu söylesem şaka sanacaksın ama değil.”
“Bakırköy diyerek neyi kastettiğinizi anlamadım,” diye cevap verdiği anda sinirim iyice tavan yaptı. “Anlasan şaşardım zaten amına koduğumun delisi,” diyerek biraz da eğlenceye vurmak istedim.
Manyak herif bir anda yeniden ağlamaya başladı karşımda. “Ama sizin söyledikleriniz çok kaba ve pis şeyler!”
Artık sabrım kalmadı. Saatler önce kütüphanenin demir kapısı önünde aldığım pozisyona girdim hızlıca. Sağ ayağım bir adım önde, sol ayağımın parmak uçlarına basarak kalçamı ve vücudumu oynattım. Sol dirseğimi burnunun ortasına yerleştirdim. Hızımı alamadığım için sol ayak parmaklarım üzerinde vücudumu ve kalçalarımı aksi yöne döndürüp sol kulağını da sağ kroşemle tanıştırdım. Zaten iki büklüm olmuştu, yere yıkılmaya hazırdı. Kanlar içinde kalmış suratını elleriyle tutarken son olarak da sol aparkatımı çenesi ile buluşturduğum vakit yolun bozuk asfaltını öptü.
Üzerine eğilip baktığımda tahmin ettiğim gibi bayılmıştı. Boks deneyimime göre üç dört dakikadan evvel ayılması imkansızdı. Onu orada öylece bırakıp gidemedim. Ayıldıktan sonra hastaneye götürme kararı aldım.
Başında beklerken o da ne! Sevdiğim kız sokağa girdi. Geçen gün giydiği seksi mor elbise yine üstündeydi. Yerde yatan manyağa panikle bakıyordu. Âdeta kanı donmuştu. Ardından dehşetle bana baktı. Ve çığlık attı. “İmdat! Yardım edin! Hikmet’i öldürüyorlar!”
Yerde yatanın adının Hikmet olduğunu o an öğrendim. Daha kötüsü, sevdiğim kızın komşusu olduğunu da. Benim son koyduğum ismiyle Obsesif Şişko’nun kütüphane önünde çimlere yatırıp üzerine çıktığım anda söylediği cümleyi anımsadım.
“Oysa ki ben sizinle artık şeytanın ayağını kırmanız ve gidip o kıza açılmanız gerektiğini konuşacaktım. Ayrıca size bu konuda yardımım da dokunabilir.”
Keşke adamın cinli olduğunu düşünerek korkmadan önce bu cümlesiyle ne anlatmak istediğini ve neden sürekli benim suratıma baktığını düşünseymişim. Veya boks yapmaya başlamadan önce biraz daha sabrederek dinleseymişim.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Obsesif Şişko - 2 Mayıs 2024
- Aidiyet - 29 Mart 2024