“Mutsuz Evlerden Önce” Şenay Şentürk’ün ilk öykü kitabı. Eylül 2024’te SRC Kitap aracılığıyla edebiyat dünyamızda yer almaya başladı. Kitabı inceleme yöntemimi, daha önce makul bulunduğu için, yine okuma anlarımda yaptığım yorumlarla belirlemeye çalıştım. Hem yazarın diğer eserlerinden hem de kitapta yer alan diğer öykülerden etkilenmeden mümkün olduğunca objektif değerlendirmeyi hedefledim. İncelemede okurun keyfini kaçırmamak adına herhangi bir özet girişiminde bulunmadım. Mümkünse terim kullanmamaya çalıştım. Öyküleri tek tek inceleyip bir sonuç kısmı ekledim.
Gökyüzü Patiska: Öyküyü konu bakımından değerlendirdiğimde etkisine henüz alışmaya başladığımız kira artışları ve buna bağlı diğer ekonomik zorluklar, uzun yıllardır yıpratıcılığıyla gündemden düşmeyen etnik sorunlar, özelde ise Türk-Kürt çatışması, bunun özellikle resmi boyutu yanı sıra samimi arkadaşlık ilişkileri ve elbette aşk gibi iç içe geçmiş kimi güncel kimi evrensel pek çok meseleyle karşılaştım. Bu meselelere hatta daha fazlasına bir kurguda yer vermek elbette mümkün. Ancak dengeyi korumak adına daha fazla çaba sarf etmemiz gereken bir durumu ortaya çıkaracağı da aşikâr. Yazarın bu noktada yanlış üslup belirlediğini düşündüğümden metnin biçimi üzerine birkaç şey söylemeyi gerekli buldum.
Öykünün henüz ilk sayfasında karşılaştığım dingin betimlemeler ve yaşadığım ülkenin ifade biçiminden uzak cümleler, zihnimde Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini canlandırdı. İlerledikçe figür anlatıcının erkek olduğunu anladığımda bu hayal daha da kuvvetlendi. Okuduğum öykü, bana daha çok eski Fransız ve Rus romanlarının birleşiminden doğan bir metinle karşı karşıya olduğumu hissettirdi:
“Sonra alışkanlık zehri kanımda dolaşacak, ocağımdaki çaya, kahveye bulaşacak, en sonunda nezaketsiz bir ayrılığın kibriyle nefesimi kesecekti. Sıradan bir ev değiştirme meselesi olsaydı, tüm bu söylediklerim abartılı gelebilirdi kulağa fakat yaşam dediğimiz bu boşlukta, kapladığım alanı sığdıracak herhangi bir evi kiralayacak param yoktu artık. Bu yüzden, ayaklarımı sürdüğüm, uzaktan baktığım, ahşap duvarları benek benek güneş yanığı kızartılarla kaplı, ortak banyo ve tuvaleti olan üç katlı bu müstakil evin yalnızca bir odasını kiralayabilirdim.”
Patiska, bordür, pupa yelken, döpiyes gibi sözcüklerle günümüz edebiyatında pek karşılaşmamak da bu hissi oluşturan detaylardan biriydi:
“… ikinci katın penceresindeki beyaz patiska perdeler pupa yelken havalanıyordu.”
Gazeteci olduğunu anladığım figürden elbette böyle bir üslup bekleyebilirim. Yaşadığımız yer nere olursa olsun herkesten apayrı bir bakış benimseyebiliriz. Fakat bunun kiralanan evin ya da odanın sahibine hatta orada konaklayan diğer insanlara sirayet etmesi söz konusu. Başkişi odasına geçer. Kahvaltı zamanı gelir:
“… elimin ilk değdiği tişörtü alıp kafamdan geçirirken açıyorum kapıyı. Sekiz-dokuz yaşlarında, kara saçları belinde bir kız çocuğu. Gözlerini yerden kaldırmadan kahvaltıya çağırıyor. Saatime boşuna bakıyorum. Senin tarafından konulan kuralların, bu evde kutsal ayetlerden farksız olduğunun bilincine varmam saniyeler alıyor.”
Gerek küçük kızın gerekse de ev sahibinin başkişide ve dolayısıyla okurda çizdiği hatların ilişkilerimizle uyuşmadığını düşünüyorum. Bana son derece yabancı ve bir o kadar da hoş gelen bu ilişki biçimi, öykünün son cümlesine kadar devam etseydi bir itirazım olmazdı. Zira öykünün üslubu ile ilgili hissim, başkişiden dökülen şu cümlelerle epey sağlamlaşmıştı:
“Tek eksik, evi yakmak için kömür sobası. Onu da uydurursam, Dostoyevski’nin ateşler içinde kıvrandığı hastalıklı odasını, sobanın üstüne koyacağım çay ve bir parça kuru ekmekle tamamlayabilirdim.”
“O geceden sonra yemeklere katılmıyorum. Çaylı kuru ekmeklerle tam bir Dostoyevski olarak yazıyorum.”
Öykünün ortalarından itibaren yazarın ara verip yeniden yazmaya koyulmasından ya da konunun siyasi ve sosyal bir meseleye temas etmesinden kaynaklandığını düşündüğüm bir üslup değişimi var. Söz konusu bölüme kadar, deyim yerindeyse, Dostoyevski’yi anımsatan üslup; bize has meselelerin yine bize has üslubuna dönüşüyor:
“Masaya oturmuş, çalışkan ellerinin sebzelerde, yoğurduğun ette dalgalanışını izlemek, çok eski bir huzurla dolduruyor içimi. Mutfaktan çıkmayan, istese de çıkamayan annemin kokusunu alıyorum sanki. Birden onay beklermiş gibi bana dönüp, ‘Bugün iki kişi eksiğiz. Fazla oldu bunlar’ deyip köftelerin bir kısmını buzdolabı poşetlerine dolduruyor, buzluğa atıyorsun. Nedenini soruyorum.
‘Gülsüm yine kocasına döndü.’
‘Kiracın değil miydi?’
‘Yok canım.’ Derin bir iç çekiyorsun. ‘Dayak yediğinde gelir, akıllanmaz geri döner, sonra yine gelir. Olan çocuğa oluyor. Neyse biz işimize bakalım.”
Nahif cümlelerden kurulu uzun bir bölüm okumuştuk başkişinin anlatımından. Bir yerde o da esas meselelerimize ve üslubumuza dönüyor. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler ’in yemek masasındaki mutluluğa ve iyimserliğe benzer hava yok oluveriyor:
“Çatalı, kaşığı aynı anda masaya vurup, ‘Ne rahat insanlarsınız ya. O pis herif şu anda kadını dövüyor ya da öldürüyor. Siz hiçbir şey olmamış gibi çorba kaşıklıyorsunuz’ deyip hiddetle kalkıyorum masadan.”
Bir de kahvaltıya çağıran kızı, Leyla’yı ve yaşlı adamı anımsayarak alttaki alıntıyı okuyalım:
“Çayı koyuyorum, masaya özeniyorum. İlk gören Leyla oluyor.
‘Gözlüklerini çıkarmışsın Barış Abi.’
‘Bırak şimdi gözlüğü, bana yardım et.’
Sonra kim olduğunu bilmediğim, konuşmayı sevmeyen, bana ayırdığı mesafeyi itinayla koruyan yaşlı adam da geliyor.”
Hem üslup hem de ilişkilerde yumuşaklıktan sertliğe geçen değişime bir bakış daha sunmak isterim. Öykünün bir bölümünde ev sahibi ile başkişi arasında geçen diyalogda erkek yazarları pek okumadığını, onları “ataerkil” bulduğunu ifade ediyor ev sahibi. Başkişi ise cılız bir sorgulamadan başka pek de üzerinde durmuyor meselenin. Öykünün yazarı Şenay Şentürk, elbette bir erkek başkişi üzerinden anlatımını şekillendirirken öykünün üslup özelliği üzerinden bir mesaj verme amacı gütmüş olabilir. Bunun içindir ki toplumumuzun erkek figürlerine pek de uymayan nahif bir üslupla anlatımı şekillendirirken birdenbire tam da durumu anlaşılır kılacak üslubu son derece sert bir geçişle sağlıyor.
Şentürk’ün Nilgün Çelik’le gerçekleştirdiği ve Mahal Edebiyat’ta yayımlanan söyleşisindeki bir soru canlandı zihnimde. Soruda “Gökyüzü Patiska” öyküsünün katmanlı bir yapı sunduğu ve meselelerin hiçbirinin bir diğerinin önüne geçmediği vurgulanmıştı. Öykünün katmanlı olduğu ve meselelerin birbirinin önüne geçmediği fikrine katılmakla beraber böyle bir yapının mutlaka ama mutlaka bir yoğunluk taşıması gerektiğine inanıyorum. Gördüğüm belirgin eksikliğin de bu olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde özellikle öykünün bir bölümünün şiirsel bir tını barındırması, sosyal ve bireysel bazı sorunlara temas etmesi gibi detaylara takılarak sanatsal çerçevede büyük resmi kaçırmış oluruz. Bana kalırsa Şentürk, başkişinin ya yazılarıyla ilgili siyasi durumunu ya da sıradan bir vatandaşın düştüğü ekonomik ve ruhsal durumu derinleştirmeliydi. Her biri derinleştirilmeye muhtaç aşk, yalnızlık, ekonomik sıkıntılar, ideolojik düşünceler, ötekileşme duygusu gibi birden fazla mesele bir arada işlenecekse şiirsel üslubun imge gücünü doruklarda sergilemek gerekirdi. Evet, bir şiirsellikten bahsedebiliriz. Fakat güzel betimlemeler, nahif ifadeler; şiirsel üslubun tamamını oluşturmaya yetmez. Şiirsel üslubun başkişinin ekonomik sıkıntıları ve ev sahibiyle ilişkisi dışında diğer meseleleri kapsamadığını anlamak zor değil. Zaten yukarıdaki alıntıların meselesi de tam olarak buydu. Üslubun değişim sebebi ve hikâyenin iki ayrı parça olarak değerlendirilmesi, bu kapsayıcılığın sağlanamamasındandı. Bu da birbirinin önüne geçmese de genel olarak meselelerin hiçbirini derinlemesine okuyamamak anlamına geldi benim için.
Figür anlatıcının ev sahibiyle ilgili bölümlerde tercih ettiği ikinci tekil anlatımı es geçmeyeyim. Duygunun dozunu azaltma riski taşısa da Şentürk’ün anlatımı dengede tuttuğunu gözlemledim. Benzer dengeyi kuran bir başka çağdaş eser olan Ausgang’ı hatırlattı bana. Erkek figürden bir kadının sesini duymamak da metnin başka bir artısıydı.
Kimsesiz Anneler Saati: Öykünün biçimsel olarak üzerinde durabileceğim ilginç bir özelliği yok. Bu sebeple içeriğe dair konuşmam gerekecek, bu da öyküyü hemen hemen özetlemek anlamına geleceği için işin bu kısmına girişmeyeceğim. Fakat yabancılaşmanın, değersizleşmenin çok sert bir kurguyla açığa çıktığını düşünüyorum. Bir kurgudan beklentim elbette gerçeklikle ilişkisinin sağlam olmasıyla ilgili değil. Ancak öykü özelinde, özellikle de öykünün biçimsel yapısında, bu gerçekliğe ihtiyaç var gibi görünüyor. Bu bağlamda bir grup kadının şafak sökmeye yakın metruk bir binada buluşmasını kafamda canlandırmakta zorlandım. Tabii meseleyi tersinden düşünüp benzer vakitlerde metruk binalarda kafayı bulan erkeklere bir gönderme olarak da algılanabilir. Bu sebeple şiddete maruz kalan bir kadının yokluğunun fark edilemez boyuta ulaşmasını temsil olarak düşünmeye çalıştım. Hem evin hem de dışarının iki ayrı uçurum olarak değerlendirilmesi de herhalde bu alakaya uygun düşer. Yine de kurgunun gerçeküstü öğeler süslenerek verilmesini daha uygun bulurdum. Böylelikle öyküde yoğunluk artabilir, biçim de çeşitlenebilirdi. Denilebilir ki zaten öykü, yukarıda farklı bir pencereden yorumlanabildi. Bu kurgu ve biçim çabasına ne gerek var? Edebiyatın bir bilinç ürünü olduğuna inanıyorum. Metin; absürt, gerçeküstü, kompleks ya da alıştığımız usulde oluşturulabilir. Hangisi tercih edilirse edilsin işin sonunda yapılabilecek yorumlar, yazarın bilincine kolaylıkla mal edilebilmeli.
Beyaz Yaka: İçeriğini sevdiğim fakat gereksiz yere uzatıldığını düşündüğüm bir öykü okudum. Başkişi özelinde çok fazla detay görmeme rağmen bunu ana meseleyle ilişkilendirmekte zorlandım. Belki genel hatlarıyla kafası karışık, dağınık, düşünceli biri için uygundu ama öykünün finaliyle sıkı bir ilişkisi yok gibiydi. Zaman zaman finalde okuru şaşırtma çabası böyle öyküler yazdırır. Fakat üslup açısından son derece keyifli ve akıcıydı. Uzun bir öykü olmasına rağmen yorucu değildi. Erkek figüre uygun düşen, kusursuz, diyebileceğim bir üslup vardı. Belki “Beyaz Yaka’nın’’ sorunlarını irdelemek açısından kitapta çeşitlilik oluşturan bir öykü olarak da değerlendirilebilir. Bunun yanında ağırlıklı olarak bireysel ölçüde işlense de bazı bölümlere serpiştirilen, zaman zaman bir cümleyle sınırlı kalan çeşitli sorunlar da öyküde yer bulabildi.
Ah! Lilly: Romantik eserlere has bir duyarlılıkla işlenen üstelik bunu yabancı bir yazar edasıyla ele alan bir öykü “Ah! Lilly”. İsimlerin de yabancı olması, bu algıyı tamamlıyor. Bize epey yabancı bir bakışla kadın duyarlılığını ve onun karşılaştığı zorlukları işleme çabası var. Klasik düzeyde yapılan betimlemelerin son derece başarılı olduğunu söyleyebilirim.
Kocası ve çevresiyle mutsuz bir ilişkisi olan Lilly ile bir mağazanın içinde karşılaşırız. Mutluluğu dış dünyayı değiştirmekte bulan Lilly’nin metinde belirgin bir içsesi yok. Fakat Lilly, yaşadığı boyun ağrısı sebebiyle Doktor Joung’u ziyareti sonrasında hem fiziksel hem de ruhsal açıdan tedavi olurken ruhunun ilacı, Doktor Joung’un ona bir içses olması ile ortaya çıkar. Biçimsel açıdan hoş bulduğum bu bakış daha sonra Lilly’nin mağazaların içine değil, camekânlarına yönelerek kendini seyretmesi ile devam eder. Dolayısıyla Lilly’nin kendini iyi hissetme çabalarının bugüne kadarki yanlış yaklaşımı da okura sezdirilir:
“Bayan Lilly o gün gördüğü bütün mağazaların sadece camlarıyla ilgilenmeyi seçti. Gördüğü her camda belirginleşen çizgilerine şefkatle dokundu. Kafasındakiler, Kalbindekiler, başına ne geldiğini bilmediği bütün organları, uzun zamandır içinde tekmelenerek yere serilen ne varsa ayaklanmaya başladı.”
Öyküde figür olmayan anlatıcı tercih edilmiş. Özellikle figür olmayan anlatıcıyı gözlemlediğimde, Şentürk’ün dilinin romana daha uygun bir dil olduğunu düşünmeye başladım. Yazarın biyografisinde yer alan iki roman bu savımı destekler, zannederim. Bu savı ileri sürmemin temel sebebi, öyküde yoğun olarak işlenmesi gerektiğine inandığım bazı bölümlerin, belki öykünün hacminden kaynaklı, geçiştirildiğini görmem. Öykü özelinde Doktor Joung ve Albert’le olan ilişki, bu ilişkilerin etkileri; duygusal zeminde belirginleştirilebilirdi. Bunun eksikliği, öykünün duygusunu azaltmış gibi görünüyor. Beri yandan hem bize uzak zamanın, yerin, insanların dilini ve yaşayışını okumak hem de araya serpiştirilen bazı güncel sözcüklere, anlara rastlamak da öykü-okur ilişkisinde tereddütler doğurabilir. Çözüm önerisi için metnin hacmini biraz daha arttırıp söz konusu meseleyi derinleştirmeyi ya da öykünün mağazadan başlayıp Doktor Joung’a kadar olan bölümünün “olmasa da olur” algısıyla değerlendirilmesini ve kalan bölüme yoğunlaşılarak hacimden de tasarruf edilmesini teklif edebilirim.
Nereye Böyle?: Toplumcu-gerçekçi romanlara özgü yalın bir dil var. Bazı gereksiz detaylar barındırmakla birlikte akıcı. Ağız kullanıp kullanmamakta kararsızlık sezdim. Figür olmayan anlatıcının her şeye hâkim tavrının öykünün duygusunu törpülediğini düşünüyorum. Geride kalan öykülerle kıyasladığımda dilin bize özgü bir tınısının olduğunu söyleyebilirim. Bu da yazarın dil bakımından tercih ettiği anlayışla yazabilecek maharette olduğunu gösterir. Konuyla ilgili konuşmak yine bir özet gerektireceğinden bu hususa yazının sonuç bölümünde topluca değinmek isterim.
Mon Amour: Öykünün köpek ve “Mon Amour” ilişkisini çok sevdim. Yorum çeşitliliği yaratmak adına son derece işlevseldi. Ayrıca dozunda bir yer de kapladı. Ancak bunun dışında işlevsiz detaylar da söz konusuydu. Başkişinin ev haline, bireysel ve toplumsal ilişkisine ve dünyayı algılayışına yönelik bazı betimlemeler elbette gerekliydi. Bir önceki öyküde de benzer bir eleştiride bulunduğum için bir örnek vermem yerinde olacak:
“Güne kahvaltısız başlamayı düstur edinmiştim ama midemin hâlâ bundan haberi yok gibiydi. Gitgide canavara dönüşüyor, salyalarını akıttığı dişlerini vurarak canımı acıtıyordu. Buzlukta dondurduğum et sularından bir tablet aldım. Sütü azaltılmış bir parça tereyağını bakır tavaya attım. Yanmamasına özen göstererek erittim. İki kaşık yulafı tereyağına emanet edip kavurmaya başladım. Et suyuna ekledim. Üstüne iki tane yumurta kırdım. Karışmamaları için iki sarı gözü usulca tahta kaşıkla ezdim. Kapağı kapatıp demlenmesini bekledim. Ispanak, havuç, portakal, semizotunu hala haşat ettim. Süzgeçten geçirip suyunu süzdüm. Hazırladıklarımı masaya yerleştirdiğimde renkli bir oyuna dahil olmuştum sanki.”
Buna benzer pek çok parçayı örneklemek mümkün. Bunlar gerçekten de güzel detaylar. Hatta denilebilir ki; karakterin iç dünyasını anlamaya yardımcı olma rolü de var. Fakat vazgeçilmez bir işlevselliğe de sahip değil. Öykü türünün daha seçici olmayı gerektiren yapısı, bu ve buna benzer parçaları gereksiz detaylar olarak değerlendirmemi icap ettirdi. Bunun yerine öykünün kalbini oluşturan parçalar üzerinde durulsa daha verimli, yoğun bir öykü oraya çıkabilirdi. Benim için hâlâ yoğun bir öykü. Sadece bazı fazlalıkları var.
Öyküde rüya anlarının yer almasını ve öykünün ana meselesine hizmet etmesini son derece şık buldum. Rüyaların flu halinin öyküye katkı sunduğunu gözlemledim.
Anlatıcımız bir erkekti ve karakterine, onun yaşam tarzına uygun bir anlatıma sahipti. “Mon Amour’un’’ finalde “Emine Teyze” olarak sunulmasına itiraz etmeden duramayacağım. Günlük hayatta böyle bir şey elbette olabilir. Ama bu hamlenin öykünün gidişatındaki havayı bozduğunu düşünüyorum. Her ne kadar başkişi ile Mon Amour’un buluşmalarını, buluşma esnasında yaşadıklarını garip karşılasam da onları düşsel bir gerçeklikle kabul etmiştim. Fakat Doğulu damarımız baskın gelmiş olacak ki işin sonuna klasik trajedimizi eklemeden edemedik.
Ayıp Olmasın Diye…: Şu ana kadar biçimsel açıdan ilginç bulduğum bir öyküye rastlamadım. Fakat bu öykünün diğerleri gibi fazlalıklar barındırmadığını düşünüyorum. Ellerimize tutuşturulan bir haritayı takip ederek yaşayışımızı örneklemesi; öykünün güzel tarafıydı. Biri çocuk sahibi olmak, diğeri karnındakinden kurtulmak isteyen iki kadının hastanede birbirine tesadüf etmesini olağan karşılıyorum. Fakat iki kadının yeterli iletişimi kurmadan yolculuk etmesini, sonrasında da bir hizmetlinin uzattığı kâğıt vasıtasıyla tekrar karşılaşma ihtimallerini epey zorlama buldum. Bu öykü için özellikle de ikinci tesadüf çok fazla. Bazen de doğal akışına bırakmamız gereken kurgular olur. Ben bir okur olarak iki kadını birbirinden habersiz biçimde görmekten rahatsız olmaz, bunu garip karşılamazdım. Bana olağan gelecek şey; iki kadının karşılaşmalarından sonra onları tekrar buluşturmak değil, iki ayrı kulvardan takip edebilmekti.
Metro: Öykü, distopik bir özellik sergileyerek kitabın çeşitliliğine katkı sunmuş. Figür anlatıcı önderliğinde merak unsuruyla beraber günümüz eleştirisi metne yayılabilmiş. Öykünün hacmi uzun olduğu için konu, zaman zaman sıkıcı bir hal alsa da öykülerin neredeyse tamamında karşılaştığım akıcı dil devam hissi yaratabiliyor.
Sonuç: Kitabın adına şöyle bir baktım. Evet, gerçekten de yadırgamayacağım, zekice, güzel ve kitabı kesinlikle kapsayan bir isim. Sade bir kapak, gerçekçi bir kapak yazısı. Ancak imla açısından biraz kusurları vardı kitabın.
Aklımda belirgin olarak ne kaldı, diye sorulursa muhtemelen dilden bahsetmeye başlarım. Zira içerikler ilgi çekici bulunmasa da Şentürk’ün dilinin kitabı ayakta tutabilecek güçte olduğuna inanıyorum. Biyografisinde rastladığım iki romanın ona güzel betimlemeler, saptamalar ve geniş yelpazeden bakabilmeyi hediye ettiğini düşünüyorum. Bu hediyelerin bazen canlı fotoğraflarına bazen de emarelerine rastladım.
Hacimce uzun bulduğum öyküler makul sayıdaydı. Bazı öyküler on dokuzuncu yüzyıl Batı romanından esintiler taşısa da bizim gerçek sesimizi kullanmayı da ihmal etmedi. Özellikle kadın konulu hikâyelerde karşılaştığım, birbirini tekrar eden konular barındırsa da Şentürk’ün baktığı açının farklı olduğunu gözlemledim. Bu açı, öykülerin genelinde tepki anlamında aşırılıktan kaçınan ve çoğunlukla kendi yolunu bulmaya çalışan bir açıydı. Zira öykülerin tamamında kadınlar varsa da her zaman merkezde değillerdi hatta bazı anlatıcılar erkekti. Burada ortak bir yazgı olarak aslında dünyanın davranışsal bütünün toplamda insana iyi gelmemesi dert edinilmişti. Dolayısıyla bu durum erkek-kadın, kadın-kadın, erkek-erkek ilişkisine çeşitli boyutlarda etkide bulunuyordu. Bu versiyonların tamamına öykülerde denk gelmek mümkün.
Ben, biçim arayan bir okurum. Maalesef üzerine uzun uzun konuşabileceğim biçimsel denemelerle karşılaşamadım. Fakat tamamen sıradan diyebileceğim bir biçim de yoktu karşımda. Öyküye saygı duyan, hikâyesini mümkün olduğunca güzel anlatma çabasına girişen bir yazar vardı. Alkışlayarak okuduğum bir öyküye rastlamadım belki ama ortalamanın altında değerlendirebileceğim bir öyküden de söz edemem. Bazen kendi içinde denge oluşturabilen öyküler okumak gerekir. Böyle anlar için “Mutsuz Evlerden Önce’yi’’ önerebilirim.
“Mutsuz Evlerden Önce ’ye” okuru bol, aydınlık bir yol dilerim.
Editör: Gülçin Yurdaer
- “Mutsuz Evlerden Önce” İçin Bir “Sonra” - 21 Aralık 2024
- Tutsaklığın Üç Hali Üzerine - 21 Kasım 2024
- Hapşırık - 24 Eylül 2024