Yazar: 21:05 Öykü

Camdaki Buğu

Şimdiye kadar olan hayatlar bir sırt çantasında. Benim gibi insanlar nereye gideceklerini bilmeden yollarda. Dönüp arkama bakıyorum. Önümdeki ucu görünmeyen kalabalığın daha fazlası arkamdan sürükleniyor. Aklıma, okuduğum kitaplardaki tercih edilen veya zorunluluğa tabi tutulan çoklu veya bireyin tek başına koyulduğu göçler geliyor. “Böyle bir zamanda akla gelebilecek şey mi şimdi benim düşündüğüm.” Elimde değil. Kitaplarda okuyup geçmek ne kolaymış. Üzerinde derin düşündüklerim de olmuştu. Esaslı filmin senaristine mi kızmalı? Bilemedim. Nasıl bir yanılgıymış üstün körü geçtiklerim. Sessizlik uçtan diğer bir uca el ele tutuşmuş. “Allahım birileri yaşadıklarımızın düş olduğunu söylesin. Ya da suyunu, mamasını vermediğim bir kedinin günahı almışlığımın karabasanı olduğunu söylesin.” Yok ne kabustu ne karabasandı. Kar yağıyor. Tipi var.  Hayatın gerçeğini yaşıyorduk, yollara düşmüş nereye gideceğimizi bilmeden ayaklarımızın götürdüğü bilinmeyen kavimler göçünü yaşıyorduk.

Günü sağ salim bitirip sıcak yataklarımızda yarının tatlı telaşının hesabını yaparken kan, pıhtı yaptığı yerde patlayan on bir ayrı yere sıçramıştı bizler uykularımızdayken.

Birinci gün, elektrik yok. İnternet yok. Haberleşme ağı yok. Önünden geçtiğimiz dükkânlar kapalı. Kaldırıma konumlanmış dönerci kuyrukları uzun. “Bu gece diğer gecelerden daha da uzun olacak.” Sokak başlarını döndükçe evlerinden çıkan korkmuş, telaşlı olanlar ya önümüze geçiyor ya arkamızdaki sürüye katılıyor. Okul bahçeleri, cami avluları kalabalık. Kendimizi güvenli olabilecek bir yere atmalıydık. Yaşadıklarımız öğretmişti her duvarın güvenli olmadığını. Ne kadar yolu ne kadar sürede yol aldık hatırlamıyorum.

Bahçe içinde saklı etrafı komple cam duvarla kaplanmış kafenin kapısında siyah montlarımızın beyaz rengini silkeleyip içeri giriyoruz. Boş masaya çocukların küçüklükten kalma battaniyeye sarılı sepetinde tüm olanlardan habersiz Nami’yi (kedimizi) bırakıyorum. İşletme sahibinin yanıma yaklaşıp, “Yerimiz yok!” sözüne “İşte bu masa boş. Nereye gideceğiz. Bana güvenli bir yer gösterin oraya gidelim. Böyle bir günde gidecek başka bir yerim yok,” diyorum. Söyleyecek sözü olmadı. İlerleyen saatlerde elinde yün battaniyelerinden birini uzatarak, “Gece soğuk olacak. Kullanırsınız,” dedi. Gözlerimle minnet, bastırdığım duygu seli ve öfke seliyle, başımla teşekkür ediyorum. Hoş kime duygularımı açacaktım da kim önemseyecekti? Kime öfkemi kusacaktım. “Önüme niye kusuyorsun? Git yetkililere kus. Bunlar hep baştakilerin hatası. Zamanında bu kadar gökyüzünü insanlara dar etmeyeceklerdi.” 

Farklı nefes kokularıyla saatler ilerledikçe kafe içinde adım atacak yer kalmadı. Mercimek çorbasının kokusu kalabalığı yarıp burnumda raksını yapıp beni geçiyor. “Sıraya girip çorbalarınızı alabilirsiniz,” anonsuyla kuyruğa yöneliyorum. Plastik bardakta dumanı tüten çorbayı alırken ekmeği sorduğumda, “Ekmek yok,” diyorlar. Süt dökmüş kedi gibi avuçlarımda tuttuğum bardağımla masama geçiyorum. Sayısını unuttuğum pişirdiğim çorbalardan ne çok kıymetliydi. Gözlerimi kapayarak yudum aldıkça yaşadığımın hissini damarlarımda hissediyorum. “Varlığın kıymetini yokluk insana nasıl da öğretiyormuş.”

İkinci gün… Etrafı cam duvarlarla çevrili alanın içinde üçe üç sıralanmış masalar arası kolonlar, “Güvenli limanımız bizleri koruyacak.”

Kapılmış masalardaki insanların birbirleriyle yakınlıklarının olduğunu aklımdan geçiriyorum. Yaşlı, genç, çocuk, yeni doğmuş bebeler pusetlerinde. Bebeler susamış, acıkmış. Vantuzlu dudakları annelerin memelerinde. Karnı tok, altı temiz olanlar annelerin, babaların kucaklarında derin uykudalar. Kimisi ise evin göz alıcı köşesine konumlanmış kristal vazo misali masa üstünde. Taze annelerin gözü yavrularının nefes alışverişinde. Genç babalar kafeyle özel araçları arasında mekik dokuyor. Acil ihtiyaçlar büyüklü küçüklü şeffaf poşetlerde masa altlarında.  

Daha otuz saat öncesi hepimizin geçtiği, ortak gördüğümüz kâbusla birlikte yolda görmezden geldiklerimiz ile kapıdan girdiğimizde yakın akraba olmuştuk.

Gecenin bir yarısı tipi cam duvarları dövüyor. Yorgun bedenlerin başı nimet sayılan kuru masa üzerine kapanmış uykudalar. Klimanın sıcak havası yaşlılara yetersiz kalıyor. Siyatiklerini ovmakla meşguller. Nefeslerin buharlaştırdığı cam duvarlar. Otomatik açılıp kapanan kapıdan buz gibi hava tek tek masaları dolaşıp yüzleri yıkarken ürperen bedenler yarı uykulu hallerinden uyanıyorlar. İçeri buz dışarı içeriden buz. İnsanın içi buz. Geçmiş hafızalarda. Artık dünde kalanlar zihinlere düştükçe alınan derin nefesle çekilen ahlardan anlıyorum. Her bir yüzde farklı bir hüznün hikâyesini okuyabiliyorum.

Tavanda sarkık sade şık mekân lambaları ritmik sağa sola sallanıyorlar. Işıklar yönünü bulabilecek kadar azaltılıyor. Uyku vakti. Kim nasıl uyuyabilecek ki? Uykuya direnemeyenler atkı, bere ya da ne buldularsa kuş tüyü yastık misali sarılmışlar. Patilerini altına almış köpek cam duvarın dibine tünemiş, kaygılarını bir tarafa kümelemiş arada titreyen kulaklarıyla çoktan uyku modunda. Uyanık olabilecekleri yüzlere yansıyan telefon ışıklarından anlayabiliyorsun. Bin bir türlü olasılık kafamda dönerken tüm hengâmede varlığını unuttuğum geçmeyen varis ağrılarım kendini hatırlatıyor.  Loş ışıkta boş bulduğum masa aralıklarında kaçıncı turu tamamladım, sayısını saymayı bıraktım.

Dikili başlar masaya kapaklanmış. Ya da o moddalar. Gözlerim cam duvarlara takılıyor. Buhar tutunamadığı camda keskin virajlarla son damlasıyla yolculuğunu bitirdiği yere damlıyor. Camdaki arklar dikkatimi çekiyor. Sızlayan bacaklarımla yaklaşıyorum. Ağzımdan çıkan buhar alelacele arkları doldurmaya çalışıyor. İki metreyi aşan yüksekliğe anca bir atmış boyumla parmak uçlarıma basarak kollarımı uzatıyorum. İnce uzun parmaklarımla manzara resmi çizme gafletinde bulunuyorum. Köyü ortadan bölen berrak dere, tek katlı temeli sağlam evler, zeytin ve çam ağaçlarının çoklu yeşili üzerine mavi örtü serilmiş gökyüzünde güneş gülümsüyor. Çocuklar mutlu oyunlarında. Babalar tarlada. Kışa adam akıllı hazırlanma telaşında. Anneler ocak başlarında. Evler güvenli. Yüreklerdeki huzur tadı ağız dolusu gülüşlerle resme yansıtmak istiyorum. “Renklerim yok. Cama nasıl yansıtacağım? Olsun eskiden renkli fotoğraflar mı vardı? Cama ne yansıtabilirsem. Mutluluk resmini çizeceğim.” Ağzımdan, burnumdan çıkan buhar camda buğulanmış. Elimi değdirmeden su damlaları yokuş aşağı freni boşalmış yük dolu kamyon misali akıp gidiyor. Resim çizmekten vazgeçiyorum. Hışımla avuçlarımla camdaki buğuyu siliyorum. Öfkem dışarıdaki gerçeğin yanında hiç kalıyor. Tek tük yanan sokak lambalarının aydınlattığı ağaç dalları rüzgârın hızını yakalamaya çalışıyor. Tüm şehir ölü. Göğe uzanan binalarda yaşama dair hiçbir belirti yok. Kulağıma ritmik gelen tipinin sesi.

Doğru ya gecenin bir vakti beşik gibi sallandığımız derin uykularımızdan uyanmıştık. Yer altından gelen uğultu. Evin içinde yol almaya çalıştıkça duvarlara çarptığım oluyor. Vitrin içindeki cam bardakların birbirlerine çarpa çarpa kırılma seslerini duyuyorum. Sarsıntıyla vitrin yere kapaklanıyor. Midemin bulandığını hissediyordum. Rüzgârın sesini bastıran, “İmdat… Kurtarın! Sesimi duyan var mı?” Korku dolu bağrışlar gökyüzünde.

Göğsüm sıkışıyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Sahi tüm şehir felaketin çemberinden geçmiştik. Gökyüzü duymamıştı çığlıkları. Karton evlerin enkazı altında kalan nice canlar gitmişti.

Yüreğimin sancısı durmak bilmiyor. Camdaki buğu gözlerimle yer değiştiriyor. Yanağımdaki arklardan yol bulup çenemden ayak uçlarıma düşüyor damlalar. Yandaki cama 6 Şubat yazıyorum…

Herhangi bir kış mevsiminde patlamış mısır kokusunun yayıldığı sıcak evimin penceresinden tatlı tatlı, birbirini incitmeden yere düşen kar taneleri. Ne çok mutluymuşum. Ne çok vurdumduymazmışım. Anlatmış olsalar hangi filmin fragmanıymış derdim zamanında.   

Editör: Aydın Kayabaşı

Latest posts by Serhan Pakdemir (see all)
Visited 61 times, 21 visit(s) today
Close
Exit mobile version