Yazar: 16:28 Öykü

Hoh / 1.Bölüm

Rıfat, ceplerini karıştırıyor. Çakmağı bulmakta güçlük çekiyor. Haydi ama Rıfatcığım, zaten vaktimiz az! Acele edince elim ayağım birbirine dolanıyor, Şifa. Canım, ayağınla ilgili bir durum yok ki! Hem cebinde başka ne var ki bu kadar karışıklık yaratacak? Delik cebe, tırtıklı tarafından takılan çakmağı yakalıyor. Aceleyle dışarı çekiyor. Çakmakla beraber dışarı taşan cepten birkaç çekirdek kabuğu düşerken tuzdan minik bir bulut oluşuyor. Ay, ilahi Rıfat! Ben de bir şey var sandım cebinde. Utandıran kahkaha. Korkmana gerek yok, yemezdim çekirdeklerini. Şifa’nın sigarasına uzanıyor. Ateş. Şifa’nın dudaklarından iki kibar nefes ciğerlere kadar şöyle bir uğrayıp geri dönüyor. Üff… Yakmasa mıydım acaba? Daha zaman var, Şifa, içebilirsin. Hava da amma soğuk! İyi de sen neden yakmadın? Rıfat ceplerini yokluyor hemen. Doğru ya, kusura bakma, seni yalnız bırakmış gibi olmayayım. Mahcup bir tebessüm bırakıyor Şifa’ya. Neye gülümsedin Rıfatcığım? Gülümsüyor. Hiç, öyle… Canım “hiç” diye gülümsenir mi hiç? Kahkahalar. Ay, bir garip oldum. Kahkahalar. Aynı cümlede iki defa “hiç” dememiştim hiç. Kahkahalar. İkinci cümlemi de kurdum böylelikle. Kahkahalar. Bakışıyorlar. E, haydi, söylemeyecek misin niçin gülümsediğini? Belki söyleşiden sonra anlatırım, olur mu?

            Adaya düştüklerinden beri Rıfat’a daha sevecen davranıyor. Demek bahsettiğin ada bu. Okyanus ortasında, kimseciklerin bulamayacağı minik adayı tarıyor. Evet, galiba bir belgeselde izlemiştim. Fakat nasıl oldu da biz buraya beraber düştük, Şifa? Ne kadar güzel bir burnun var! Efendim? E, şey diyorum… Hem de burnumuz bile kanamadan! İnan, ben de anlayamadım. Hem de nasıl söyleyeyim, bunlar nasıl ağaçlar öyle? Hindistan cevizi mi onlar? Cevizler birer ikişer düşüp kuma gömülüyor. Bilmem, ben ağaçlardan pek anlamam. Detaylarına hâkim olmasam da severim bu adayı. Nasıl geldiğimi anlamadan bazen ziyaret ettiğim olur. Dalgalar gürültüyle çarpıyor. Hih, ya bir daha geri dönemezsek, Rıfat! Öyle mi diyorsun? Şifa, şaşkınlığını bir an olsun atıyor. Ama olsun, belki de dönmememiz gerekir.

            Buradan dön, Rıfatcığım sandalyeler bozulmasın. Olur, Şifa. Rıfat sandalyelere çarpmadan kameranın bulunduğu masaya yürüyor. Hakan Bey çok kıymetli bir yazar. Her şey dört dörtlük olsun istiyorum. Rıfat, Hakan’ın dört dörtlük olamayacağını ispat etmek için onu sandalyelere çarpa çarpa yürürken hayal ediyor. Hemen ilk sandalyeyi deviriyor. Gördün mü Şifa, bundan değil dört dörtlük yazar, dört ayaklı öküz bile olmazmış. Nasıl görünüyorum? Harika! Öyle değil canım, yani açı düzgün mü? Ha, evet düzgün görünüyor. Hakan öküz kadar değilse kadraja sığar. Sigara kokulu birkaç erkekten sonra kahvesini henüz yudumlayan üç hanımefendi sandalyesine kuruluyor.

            Hiç değilse bir barınak kurmamız gerekir, Rıfatcığım. Haklısın, Şifa. Bazı belgesellerde ıssız yerlere giden kaslı heriflerin bir şeyler inşa ettiklerini görmüştüm. Ama ne yazık ki hiçbirinin nasıl yapıldığını aklımda tutamamışım. Olsun, canım. Hem burası tropik bir adaya benziyor. Belki de bir barınağa ihtiyacımız yoktur. Bir de… Sen varsın yanımda… Beni korursun, değil mi? Rıfat, adada bir sivrisineğin bile olmamasını umuyor. Elbette korurum. O kadar eşlik ettin bana. Biliyor musun, Şifa, daha önce kimse benimle bir adaya gelmemişti. Ay, kıyamam sana! Varlığından daha önce haberdar olsam hiç yalnız gönderir miydim seni elin yabanına? Rıfat, mahzunlaşıyor. Göndermezdin, değil mi Şifa?

            Hakan, hiçbir sandalyeye çarpmadan kalabalığın arasından ilerliyor. Rıfat mahzunlaşıyor. Eşşoğlueşşek! Hakan’ı başıyla selamlıyor gülümserken. Özür dilerim, sevgili dostlar! Trafiğin azizliğine uğradım, umarım çok bekletmedim. Şifa, kaydı başlatması için Rıfat’a ekşi bir ifade bırakıyor. Tam saatinde geldiniz Hakan Bey, gelişiniz bizi onurlandırdı. Gülümsüyor. Hakan, ceketini geniş omuzlarını sergileyerek çıkarıyor. Ne zamandır söyleşilerinizi takip eder, hoş sohbetinizi tatmayı arzulardım, Şifa Hanım. Gülümsüyorlar. Ah, teşekkür ederim, Hakan Bey. Tabii söyleşi düzenlemektense söyleşilere katılmayı tercih ederim genellikle. İnanma, Şifa! Baksana nasıl da rolleniyor öküz! Hepimizin bu hayatta bir rolü olduğunu düşünerek hareket ederim ve bu etkileşimlerin pek çok açıdan ufkumu genişlettiğini düşünürüm. Hakan, koltuğuna yeniden yerleşiyor. Ne kadar güzel bir düşünce! Teşekkür ederim. Neticede her insan, bir anlamda, yeni bir bakış açısıdır. Öyledir belki ama her açı da senden biraz bir şeyler götürür Şifa’m. Hakan, tebrik ediyor. İnanma, Şifa! Ben bu bir araya gelişlerde herhangi bir kültürün, birikimin oluşacağına oluşsa da bir halta yarayacağına inanmıyorum. Kültür, birikim… Bunlar en çok da artık o unuttuğumuz kitap başlarında bir odaya kapanmakla ortaya çıkardı. Umarım buradan da bir bakış açısı ile ayrılabiliriz, Şifa Hanım. Ben, öncelikle, ilgimi çektiği için yüksek müsaadenizle neredeyse nevrotik özellik sergileyen karakterlerinizle başlamak isterim, Hakan Bey. Pipileri dışarıda dolaşan çocuklarla dolu mahallelerde yaşadı diye orasını burasını kaşıyan sigaralı fotoğraf yazarlarına nevrotik bir çehre yüklemek de ne demek, Şifa? Ne dersiniz? Soruma soruyla karşılık vermene razıyım. Ama böyle de olmaz ki! Tabii, nasıl isterseniz ama tam olarak nereden başlasam bilemedim. Gülümsemeler. Evvela mecranın hakkını versin bakalım. Doğrusu karakterlerimi böyle bir özelliğe yaslamayı düşünmeden oluşturmuştum ama bazen, işte, yazar şansı diyelim, böyle güzel ilişkilendirmelerle karşılaşabiliyoruz. Birikimi kırk yıl öncesine gitmeyen pabucumun nevrotiği işte! Tabii doğayı, insanın doğal yaşamını merkeze almak beraberinde pek çok ilişkilendirmeyi mümkün kılabilir. Salonda mümkün kafalar. Dünya edebiyatında örneği olmayan köy romanı furyamıza anlamsız bir katkı bile değil, Şifa. Tabii o atmosferi teneffüs etmeden yazmak zor, Şifa Hanım. O da canım kentlilere kafeste maymun seyrettirmek babında sergilenmiştir çoğu kez. Bu değerli kaynaktan beslenebildiğim için kendimi şanslı addediyorum. Gel de fıttırma!

            Gerçekten de harika bir manzaraymış! Evet, Rıfatcığım, neden çıkmıyoruz sanki o tepeye? Hem bu tertemiz gökyüzünde gece yıldızları seçmek, düşün, ne kadar güzel olur! Rıfat, tepeye çıkıp çıkmamakta tereddüt ediyor. Gel de fıttırma! Çağırıyor işte, bak! Şifa, ağır adımlarla tepeye doğru ilerliyor. Rıfat, fıttırmakla meşgul olduğu için bir kıpırtı bile gösteremiyor. Şifa, kanatlarını çırpmaya başlıyor. Az sonra havalanmayı başarıyor. Nevrotiklere özgü bakışlar. En sonunda fıttırdım, Şifa! Davetini yanıtsız bıraktım. Ama bir yerden başlamalıyım. Başlamazsam bitiremem. Sana başlamak… Belki başladın da farkında değilsin. Hatta belki de mutlu sonla biter, belli mi olur? Hayır, Şifa, henüz bir paragraf bile olamadım. Ama dur bir dakika! Sen, Şifa değilsin! Şifa tepede. Yıldızları seyretmekte. Gel de fıttırma! Hiç olmazsa bir yatağımız olsun. Çamur yapmaya koyuluyor. Çamur, çamur, çamur… Çamur, çamur, çamur… Çamur, çamur, çamur… Üç “çamur, çamur, çamur…”dan bir yatak yapıyor. Bir “çamur, çamur, çamur…”dan da yastık. Biraz kurumalı. Güneş batana kadar kuruyor. Önce biraz ot, sonra yaprak, sonra Rıfat’ın bedeni, sonra yaprak. Rıfat sıcacık yatağında uzanırken bir sürü yıldız sığdırıyor gözlerine. Şifa’nın kanat sesleri azalıyor, adım seslerine dönüşüyor. Yatağı belli belirsiz seçiyor. Bu güzel yatağı sen mi yaptın, Rıfatcığım? Karanlıkta gözlerini Şifa’nın gözlerine değdiremiyor. Evet, Şifa. Ama bir tane yapmışsın, bana yatak yok mu? Şifa’yı görebilmek için çakmağına davranıyor. Tırtıklı yerinden cebine tutunuyor çakmak. Birkaç çekirdek yere düşerken tuzdan bulutu göremiyorlar bu kez. Ateş. Nasıl olduysa ortaca yerde etrafı ısıtan bir ateş peyda oluyor. Önce biraz çamur yapmalıyız ama artık geç oldu. Neden geç olsun? Çünkü güneşte kurumasını beklememiz lazım. Ama ateşimiz var. Çok az toprak var, Şifa. Gündüz gözüyle yapmak lazım. Ama istersen küçük bir koltuk yapabiliriz. Peki ama nasıl? Çok kolay. Çamur, çamur, çamur… Koltuk şekli. Ateşte kuruyor koltuk. Önce biraz ot, sonra Şifa’nın bedeni, sonra yaprak. İstersen koltuğumda bana eşlik edebilirsin, Rıfatcığım, yıldızları seyrederiz. Rıfat, fıttırmakla meşgul. Kıpırtısız. Galiba biraz da üşüdüm. Dört yaprağım var, Şifa. İkisini Şifa’ya uzatıyor. Ama ya bir de korkarsam? Neden korkuyorsun? Ne bileyim… Şey gibi düşündüm. Ne gibi? Romantik komedidekilerdeki gibi… Bir an duraksıyor. Ay, o nasıl kelime olmuş öyle! Kahkahalar, kahkahalar, kahkahalar. Neyse… Sessizlik. Yaprakların sende kalabilir. Ben yıldızları seyredeceğim.

            Çok ilginç deneyimler bunlar, Hakan Bey. Gülümsüyorlar. Evet, biraz öyle görünüyor. Sonra çamur ne de olsa ham maddemiz sayılır. Onlardan güzel şeyler inşa ettik. Daha önemlisi oyunlar kurduk. Bunlar, nevrotik süreçlerimizin ürünleri sayılabilir. Çamur herif! Her yerine bulaştı, Şifa! Elbette hemen herkesin bir çamur anısı vardır. Peki, bu kurguların bir de arınma bölümünden söz edilebilir mi? Tabii, hemen söz eder! Hakan söz ediyor. Annelerimizden yediğimiz şamarla cevaplamak isterim. Zira bu, biraz da bin iki yüz küsur sözcük sarf edip ortaya bir cacık çıkaramamaya benzer. Öyle çetrefilli bir arınma biçimidir. Ardından geniş bozkıra, şanslıysak Toroslar’a filan yaslanırız. Gel de fıttırma! Fotoğraflı yazar izmariti! Sonra sivrisinekler karşılar bizi bazı tepelerde. Kanımızı iştahla emer ve müthiş müzikallerini sonlandırırlar. Onu boynundan uzak tut, Şifa! Ense kökümüzden kuyruk sokumumuza kadar serin bir damla yol bulur. Kızarıklığı kaşımasıyla kişinin nevrozu da başlamış olur. Şifa derin bir nefes alarak kaydın sağlıklı biçimde alınıp alınmadığını soran bir bakış fırlatıyor. Vızıltısına kadar kaydediyor, Şifa’m. Kanar, kanar, kanarız. Kanadıkça arınır, yeni bir ısırığa hazır hale geliriz. Salonda kaşınmalar, kanamalar, arınmalar. Ne kadar orijinal böğürmeler bunlar, Hakan Bey! Kelimelerimi değiştirme, Rıfat! Özür dilerim, Şifa…

            Bir vızıltı duydun mu, Rıfat? Bilmem, dikkat etmedim. Biraz da boynum kaşınmaya başladı sanki. Sakın sivrisinek adasına düşmüş olmayalım! Kaşıyor. Hay aksi, nevroz haplarımı almayı da unutmuşum! İçmesen bir sorun olur mu? Olur tabii, Rıfat, olmaz olur mu? Hapımı almadan dolunayı görürsem kocaman bir sivrisineğe dönüşürüm. Dönüşürsün tabii, o kadar dedim şu Hakan öküzüne yaklaşma diye! Bak işte, ısırmış seni! Ya ben de seni ısırırsam! Sakın, sakın Şifa! Hem baksana şimdiden bir sürü ünlemimiz oldu. Bir de ısırırsan! Neden? Kötü bir şey mi bir sürü ünlemimizin olması?  Değil, değil ama… Şifa, sorgulayıcı bakıyor. Ama? Ben olur da bir gün kocaman bir sivrisineğe dönüşürsem ilk olarak Hakan’ı ısırmayı hayal etmiştim, Şifa. Şimdi burada, bizden başka kimsenin olmadığı bu adada dönüşürsem seni ısırmak zorunda kalacağım. En büyük hayalimin seni ısırmakla gölgelenmesi büyük bahtsızlık olur doğrusu. Neden öyle düşünüyorsun? Ya beni ısırmanı istiyorsam? Şaşkınlık. İstiyor musun gerçekten? Ama önce senin beni ısırman gerek. Evet, haklısın. Dönüşebilmen ve beni ısırabilmen için kanına karışmam lazım. Endişe. Acımaz değil mi, Şifa? Acıtmadan ısırmaya çalışacağım, söz! Boynumu mu ısırman gerek? Utanıyor. Evet… Hem ısırmam hem de emmem gerek. Rıfat, boynunu uzatıyor.

            Okurun yorumu değerli, Şifa Hanım, boynumuz kıldan ince. Netice olarak metinlerimizden beslenmek isteyecekler. Hah, bir sivrisinek olmadığımız kalmıştı. Ensesi kalın bu Hakan’ın. Ensesinden ısırmak lazım. Açıyı kaybediyorsun, Rıfat! Ah, özür dilerim, Şifa’m! Hemen ısırıyorum! Ünlemsiz ısırır mısın, Rıfatcığım? Peki, okurun bu beslenme arzusunun tetikleyicisi ne olabilir, Hakan Bey? Biraz bahseder misiniz? Efendim, okurumuz oburluğuyla bilinen bir sivrisinek türüdür. Isırır, kana kana içer de doymak nedir bilmez. Şöyle beş on yıl geriye gittiğimizde bile nice masum yazarı eme eme kurutmuştur. Bu, aynı zamanda nevrotik bir kıskançlık ürünüdür de. Nasıl yani? Şöyle ki bir sivrisinekokur, ısıracağı yazara hissettirmeden yaklaşır. Isıracağı bölümleri uyuşturur ve yine hissettirmeden onu kana kana emmeye başlar. Tabii haliyle ilgili bölüm kızarmaya başlar. Derken kızarıklık bütün metne yayılır, orayı kaşıdım, burayı kanattım derken bir bakarsınız ortada ne metinden ne de yazardan iz kalır. Zavallı, biricik yazarımız, o sinsi ısırığın ardından dönüşüme, merhaba, demek durumunda kalır. Çok ilginç. Sizi temin ederim, ilginç. Evet, biz de öyle söyledik zaten. Siz susunuz, Rıfat Bey! Aa, Rıfatcığım, lütfen! Hakan Bey, önemli bir yazar, demiştim. Unuttun mu? Hakancığım, ay, affedersiniz, Hakan Beyciğim, amaaan, siz devam edin lütfen! Bölünmek hoşuma gitmese de sözlerinizden aldığım şifayla devam edebilirim, Şifa Hanım. Her neyse. Ne diyordum, hah, kıskançlık. Peki, kıskançlık bu karmaşık ilişkide nasıl ortaya çıkar? Bir kere, ısırdığınız yazar ya da ısırıldığınız sivrisinekokurla aranızda sarsılmaz, güçlü bir bağ oluşur. Öyle ki bir daha başkasını ısırmaya gönlünüz elvermediği gibi halihazırda neredeyse tükenme noktasına değin emildiğiniz için bir başka sivrisinekokur için de ısırmaya değmez hale gelirsiniz. Ancak yine de bazı açgözlüler, emme ümidiyle ve sinsice yaklaşmaya devam edecektir. Emilerek kurduğunuz bağ, tam da bu anda etkisini göstermeye başlar ve sivrisinekokurunuzla aranızda bir kıskançlık krizi meydana gelir. E, haliyle çözüm üretmek icap eder. Çözümü ise birbirinizi ısırıp azar azar emmekte aramaya başlarsınız. Ta ki emecek tek kelime kalmayana dek. Sonra? Sonrası yok, Şifa Hanım. Fakat bir temsille zihninizde canlandırmak isterim. Lütfen. Bir vakit yazar dostlarımdan biriyle yine böyle güzel bir söyleşi organizasyonunda bir araya gelmiş, sonrasında ise beni evime bırakma ricasını kıramamıştım. Bulunduğumuz muhit, yıllar yılı her sokağını ezberlemek zorunda kaldığım bir muhitti. Ona izlemesi gereken güzergâhı tarif etmeye koyuldum haliyle. Fakat her sokağın bir şekilde ana caddeye bağlanacağına dair inancı, sözümü tamamlamama bile fırsat vermedi. Ona karışmamayı tercih ederken ebesini tanıyıp tanımadığını sordum. Evvela tıpkı sizler gibi şaşkınlıkla karşıladı sorumu. Hatta cevap verme gereği bile duymadan ilerlemeye devam etti. Bir süre sonra ise ana caddeye ulaşamayan sokaklar “Tek Yön” tabelalarıyla dolmaya başladı. Hani biraz daha ilerlesek tabelalardan birini yanımıza almak zorunda kalacaktık. Artık geri dönmekten başka çare kalmamıştı. Dostumla bir an bakıştık. Ona “Artık ebeni bütün uzuvlarıyla yakından tanıyorsun.” dedim fakat iş işten geçmiş ola. Ünlem.

Visited 33 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version