Yazar: 17:30 Öykü

Karıncalar

“Dök bakalım eteğindeki taşları. Tanırım bu bakışları,” dedi Burak ve sırtını koltuğa yasladı. Eskiden de kendine zaman ayırıp şık giyinirdi. Kirli sakalı da her zaman özenliydi ama şimdi daha bir başka görünüyordu Cenker’e.

Paçasının ucundaki kurumuş çamura aldırmayan Cenker, kocaman masanın önüne konumlanmış deri devetüyü koltuklardan birine oturmuştu. Çocuklar, yoğun iş temposu uzun saatler çalışmasını gerektirmiş, altı aydır arkadaşının yeni görevini kutlamaya gelememişti.

“En son geldiğimde bina dökülüyordu. Böyle prestijli olmuş. Ataşehir’deki plaza gibi değil burası. Şimdi bahçe içinde, birinci katta bir oda, muhteşem görünüyor.”

“Burayı Türkiye ve Batı Asya bölge ofisi yaptılar. Beni de işin başına müdür olarak geçirince Çinlilere açtırttım kesenin ağzını. İkna meselesi, anlarsın.”

“Haklısın. İyi ikna edersin.”

Burak sırtını özel üretim olduğunu bastıra bastıra söylediği deri sandalyeye, uzun kollarını da maun masanın üzerine koyarak yaptıklarını övgüyle anlatıyordu. Şirketin yeni ofisi için daha büyük bir bina bakılması istendiğinde zevkine ve rahatına uygun olan bu binayı yenilemeyi önermişti. Dekorasyonda hiçbir suni ürün kullanmamış, odasındaki duvardan duvara kütüphaneyi som ağaçtan ürettirmişti. Sabahları kuş sesleri bile duyduğunu anlatırken oğlu ve karısıyla mutlu günlerinde çekilmiş, el oyması tozlu çerçeve içindeki fotoğrafı kütüphanesinin en dip köşesine sakladığından hiç bahsetmiyordu. Bilgisayarının arkasında küçük bir çerçeve dursa da içinde kimlerin olduğu görünmüyordu.

Telefonun tuşuna bastı. Sekreterine iki sade Türk kahvesi söyledi. Yanına Belçika’dan getirttiği tarçınlı Lotus kurabiyelerden koymayı yine unutmamasını tembih etti. “Üç beş tane koy, oğluna da götürür,” diye ekledi. Telefonu kapatıp Cenker’e döndü.

“E Cenker’cim, işler nasıl? Ben ayrıldıktan sonra bir arpa boyu yol katetmişsinizdir herhalde. Onu da sen başarmışsındır. Az gitmedik birlikte Batı Asya’ya. O maaşa harcanıyorsun oralarda. Gel burada çalış.”

“Emeğin çok azizim. Nasıl unuturum!”

Koltuğuna sırtını yerleştirip Cenker’i göz ucuyla süzdü. Pek pespaye görünüyordu. Hiç mesafe alamamıştı. Bir erkek ailesini bu kadar önemserse alamazdı zaten. Kendini geliştirmeli, buna zaman ayırmalıydı. Ona biraz, dünyada farklı zevkler de olabileceğini göstermekte yarar var, diye düşündü ve arkasındaki kütüphanenin altına doğru eğilip dolabın kapağını açtı. İçinden büyükçe bir kutu çıkardı, kapağını kaldırdı ve burnunu yaklaştırıp puronun baharatlı tütün kokusunu içine çekti.

“Hiç denedin mi? Bunlar özel üretim. Çinli patronu nasıl tavladım zannediyorsun?”

“Denemedim. Dışarda içmeye gidince bir iki tel sigara. Ziyan olmasın, o kadar özelse.”

“Küfrettirme şimdi bana oğlum. Manyak mısın? Al iç bir tane. Senden kıymetli mi? Kapıyı da açarım.” Odasını balkona bağlayan ahşap kapılardan birini açtı, yerine oturdu. “Çek içine şöyle, ciğerlerin bayram etsin.”

Puroyu içmeye başladıklarında kahveler de gelmişti. Cenker övgü alan kurabiyenin poşetini açmak isterken eli titreyince yere bir parça düşürdü, geri de almadı. Eski iş arkadaşına söylemek istediği bir konu vardı ama söze nasıl gireceğini bir türlü kestiremiyordu. Okul taksitleri belini fena büküyordu. İki çocuk birden zordu. Karısı da çalışmıyordu. Yeni görevi kutlamak bahaneydi. Puroyu bir iki çekince başı döndü. Bir daha çekmemek üzere kül tabağına bıraktı. Bir eliyle alnını tutuyor, ilk defa deneyimlediği bir sigaraya mağlup olduğunu belli etmemeye çalışıyordu.

“Bak şu adama ya! Puroyu da öylece bırakmış.  Dur ucunu keselim, yanında götürürsün. Seninki evde içirmez ama bulursun bir fırsat artık. Onu da mı biz öğretelim?”

“Doğru söylüyorsun benimki de üçüncüye hamile. O da erkek. Hiç içemem bunu artık.”

“Benim kerata da çok yakışıklı oldu. Ne de olsa oğlan babaya…Baskette de okul takımına seçmişler,” diye böbürlenirken oğlunun bilgisayar ekranının arkasında kalan resmini masasının görünen yerine yerleştirdi. “Hep temizliğe gelen kadınlar yüzünden. Kimse işini düzgün yapmıyor.” Kaşlarını kaldırdı, dudakları kapalı gülümsedi.

Cenker puronun yarattığı sersemlikten derin nefesler alarak kurtulmaya çalışırken Burak elinde havalı bir şekilde tuttuğu puronun dumanını hırslı dudaklarının arasından üflüyor, gri küçük bulutlar bütün odayı kaplayıp boğucu bir hava yaratıyordu. Çok bunaldı. Her şeyin canı cehennemeydi. Temiz hava umuduyla başını açık balkon kapısına çevirince düşürdüğü bisküvi parçasına doğru gelen ince karaltı yolu fark etti.

“Kalkayım ben artık. Çok vaktini aldım,” derken sendeleyip koltuğa pat diye geri oturdu.

“Ne bu? Ateş almaya mı geldin?” Yerinden kalkıp karşısındaki deri koltuğa oturdu. “Dök bakalım eteğindeki taşları. Dedim ya, tanırım bakışlarını.”

“Gülçin…”

“Alma onun adını ağzına.”

“Pardon. Eski eşin, bu ayın sonunda evleniyor. Haberin yoktur diye…Eh, artık yakışıklı oğlun o adama baba diyecek. Davetiyeyi de oğlun oğluma vermiş. Eski karın karımı arayıp özür dilemiş, eve gelip veremedim diye.”

Burak, elleriyle koltuğun kolçaklarını sıkıca kavramıştı. Şakaklarındaki damarlar seçilebiliyordu. Göz kapaklarında ufak bir titreme gördü Cenker. “Kır düğünü yapacaklarmış,” diye devam etti. “Kimseyi memnun edemediğin o düğünlere onca para harcamak niye? Gelirler, yerler içerler, ardından aylarca dedikodunu yaparlar. Sizinki, herkes şahit muhteşemdi. On numara beş yıldızdı. Ne oldu?” Sustu. Söyledikleriyle yarattığı kızgınlığı fark edince pişman oldu. Çok ileri gitmişti. “Ben kalkayım azizim. Kusura bakma. Sana kötü haber vermeye gelmiş gibi…Halbuki…” dedi ve odadan çıktı.

Burak, arkasından gidecek gibi ayağa kalktı, odanın ortasına kadar yürüdü, durdu. Masasına dönerken kül tablasında unutulan puroyu ve balkona kadar uzanan ince karaltı yolu gördü.

Açık olan balkon kapısından hafif bir rüzgâr girdi. Kapının üstündeki ahşap jaluzinin sopası çıt çıt diye cama vurdu. Sabahki güneş kaybolmuş, yerini gri bulutlara bırakmıştı. Karaltıyı balkona kadar takip etti. “Lanet olsun!” Karıncalar düşen bisküvi parçalarını usul usul yuvalarına taşıyorlardı. “Hadsiz hayvanlar. Siz kimsiniz ki odamı benimle paylaşacaksınız,” diye bağırdı.

Hırsla masasına dönerken unutulan puroyu aldı. Kesilen ucu yakıp iki üç nefes çekti, ucunu tekrar ateşlendirdi. Yerdeki karınca hattı kalınlaşmış, başka yerlere de dağılmışlardı. “Şimdi bana kafa tutmanın sonucunu göreceksiniz. Azimle sıçıyorsunuz ama mermeri delemeyeceksiniz. Alıştırmayacağım sizi bu odaya,” diye söylenirken puronun ateşini karıncaların üzerine cız cız diye bastırmaya başladı. Kısa sürede kırmızı ateşin üstü simsiyah oldu. “Hadi bakalım şimdi de taşıyın yiyeceğinizi,” derken yüzünde gevrek bir gülümseme vardı. Karıncalar kaçışıyordu.

Yerine otururken puronun ucu hâlâ cızırdıyordu. Üstü karıncalarla dolu puroyu küllüğe bastırıp iyice ezdi. Telefonu alıp sert ve sinirli bir sesle sekreteri odasına çağırdı.

“Yarın bir ilaçlama şirketi çağır, bütün şirketi, özellikle odamı, karıncaları kökünden yok etmek üzere ilaçlat. Ben iki gün yokum, izin kullanacağım,” dedi ve bilgisayarını kapatıp odadan çıktı.

Arabaya bindi. Çalıştırmadan önce ceketinin cebinden telefonu çıkardı.

“Alo Cenker, bu düğün davetiyesini WhatsApp’tan bir gönder bakayım! Ha bir de okul çıkış saati kaçtı?”

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Latest posts by Şebnem Oral (see all)
Visited 52 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version