Yazar: 19:22 Öykü

Motokurye

“Güçlü yönlerinizi sorduğumda, zor durumlarda inisiyatif almaktan çekinmem, bir işi deadline’ından önce bitirmek için mesai saatleri dışında çalışmaktan kaçınmam ve yeni çalışma ortamlarına hızlı adapte olabilirim dediniz…”

Karşımdaki büyük saate bakıyorum. Tiktaklarını nabzımda hissediyorum. Onca soruya cevap verdiğim halde sadece on beş dakika geçmiş olduğunu görünce içim sıkılıyor. Yine mi olmayacak kurdu içimi kemirmeye başlıyor. Yalanlarım su yüzüne çıkmadan, bir an evvel şu görüşme bitse de düzgün bir işe başlasam istiyorum ama bu samimiyetsiz diyalogların birinde çuvallayacağımdan korkuyorum. Gözlerimi olabildiğince açıp hevesli bir gülümsemeyle başımı öne arkaya sallayarak onaylıyorum sarı boğayı. Oysa bunların hiçbirini yapmadım sarı boğa, daha önce çalıştığım saçma sapan yerlerde böyle çılgınca çalışmamı gerektirecek bir iş yoğunluğu da olmadı aslında ama senin az çok bunları duymak istediğini biliyorum. O esnada konuşmaya devam ediyor sarı boğa. Göz göze geldiğimiz ilk andan beri sarı kafalı bir boğayla karşılıklı oturuyormuşum gibi hissediyorum. Koca cüssesi sandalyeye zor sığıyor, kulaklarının üstündeki solgun, cansız, kıvır kıvır bukleler kel kafasından çıkan iki boynuzu andırıyor. Gözkapakları irice ve neredeyse tüm gözünü kapatıyor. Lafının ortasında aniden, kesilmiş gibi hırıltıyla soluyor, burun kanatları şişip delikleri genişliyor. Ben kendimi toplamaya, görüşme odasında kalmaya çalıştıkça zaman daha yavaş akıyor, etrafımdaki her şey beni buradan alıp başka düşüncelere sürüklüyor. Odanın soğuk ve mesafeli yerleşimi, toplanmamış boş çay bardaklarının bu uzun masanın kenarlarındaki yalnız görüntüsü, süpürgeliklerden duvara vuran led ışığın ciddiyeti ve İK Müdürü’nün havasızlıktan giderek kızarmakta olan sarı suratı… Oysa şimdi dağılamam, CV’mi inceleyip görüşmeye çağırdıklarına göre bir şansım olmalı. Bu şansı en olmadık anda dalıp giderek, zihnimden gözümün önüne düşen bu garip boğa suretine şaşırarak harcayamam. Kendimi bir arada tutmak için aldığım ilaçların yan etkisi olmalı. Hayata tutunmak için aldığım ilaç kafamın içinde hayvan başlı bir İK Müdürü’nün yer aldığı uyduruk bir film çekip uyuşturarak hayattan alıkoyuyor beni. Bir ironim eksikti.  Gözümü sarı suratından, boynuzu andıran buklelerinden, durup dururken tısladığı yassı burnundan kurtarıp isimliğine bakıyorum. Adının Kaan olduğunu okuyabiliyorum ama soyadı uzun. Bulanık gördüğümü fark edip isminin geri kalanını okumaya çalışmaktan vazgeçiyorum. Kulağımda Kaan Bey’in sorularının uğultusu, içine düştüğüm girdaptan çıkmaya çalışıyorum. Odaya dönmeye çalıştıkça engel olamadığım bir öfkeye teslim oluyorum. İri pörtlek gözlerine çakılıp kalıyorum bir süre. Yüzümdeki takdir bekleyen, kabul görmek isteyen uysallık birden siliniyor. Artık göze girmeye çalışan, iyi yetişmiş, eğitimli bireyin ışığı yok üzerimde. Yaşadıklarımda payı olduğunu anlasın diye suçlayıcı bakışlarla rahatsız ediyorum hafif hafif yaylandığı sandalyesinde Kaan Bey’i. Beni uyarmak için kibarca öksürünce irkilip kulağım hep ondaymış gibi yeniden odaya dönüyorum.

“…Geliştirmek istediğiniz, zayıf bulduğunuz özelliklerinizden de bahsetmek ister misiniz?”

Öfkemin sebebini buluyorum onu dinlediğim bu kısa süre içerisinde. Benden çok farklı bir geçmişi, sermayesi olmadığını anlasam da Kaan Bey bu binanın içinde. O başardı, bense özel güvenliklerin benim gibilere, göz teması kurmadan kaçıncı kata, kime geldiğini sorduğu bu plazanın dışında kaldım. Kaan Bey’in muhakkak bir arabası, eşiyle birlikte zamanında uygun bir krediyle aldıkları iki odalı bir evi vardı. Koltuğa kuruluşundan belli. Beni olabildiğince ezip posamı çıkardıktan sonra hâlâ bu pozisyonun gerektirdiği bilgi ve tecrübeye, şevk ve isteğe sahip olup olmadığımı anlamaktı görevi. Bir zamanlar belki o da benim gibiydi ama şimdi ben gözünün önünde bu işi almak için çırpınırken sanki oturduğu koltuğa doğmuş gibi gamsız ve dahası acımasızdı.  

“Tabii…bir işin yetişmesi söz konusuysa inisiyatif almaktan çekinmem dedim ama bunları yaparken sabrımı erken kaybedebiliyorum. İş odaklı biri olduğum için, bir başkasına delege edilen bir işin gecikeceğini hissedersem soğukkanlılığımı yitirebiliyor ve üzerime fazladan yük almak pahasına aslında sorumluluğumda olmayan bir işi bile kendim yapmayı tercih edebiliyorum…”

İşveren için olumlu sayılabilecek bir özelliğimi zayıf özellikmiş gibi anlatarak gözüne girmeye çalışıyorum. Gerçeğin verdiğim cevapla en ufak bir ilgisi yok. En son çalıştığım şirkette artık öyle bir duruma gelmiştim ki insanlar bana iş sormaya çekinir olmuştu, çalışmadan bitirdiğim gün sayısı hiç de az değildi. Böyle bir soru soracaklarını biliyordum ama düşünmeye günler öncesinden başlamama rağmen verecek daha sahici bir cevap bulamamıştım. Epey tembelimdir, suratım duvar gibidir, on beş güne kimse benden bir şey isteyemeyecek hale gelir, ha bir de o kadar üşengecimdir ki masaya oturdum mu çalışmak bir yana tuvalete gitmek bile zül gelir diyemeyeceğime göre, sabırsızım, biraz heyecanlıyım, bu yüzden kendi göbeğimi kendim keserim gibi bir hikâyeyle yolculuğuma devam etmeye karar verdim. Sarı boğa inanmadı. Kaşlarını kaldırıp güldü sanki inceden, açık etmemek için hakkımda notlar aldığı kâğıda gömdü yüzünü.  Nasıl inansın, günde kaç görüşme yapıyordur, kim bilir bunun gibi kaç beyaz yalan duymuştur.

“E-ticaret müdürümüz Duygu Hanım birazdan görüşmeye İngilizce devam edecekler. Kendisi daha teknik, mesleki tecrübelerinizle ilgili sorular soracak ama ona bırakmadan önce… Son bir sene farklı firmalara freelance hizmetler vermişsiniz, freelance çalışmayı tercih etme sebebiniz neydi, bu dönemde neler yaptığınızı biraz daha detaylı anlatabilir misiniz?”

Babam bir gün durup dururken, ortada hiçbir sebep yokken tak diye düşüp öldü ve öyle bir çıkmaza girdim ki sonunda motokuryeliğe başlamak zorunda kaldım, diyemeyeceğim için freelance çalışmayı tercih ettim diyorum. İçinde bulunduğum durumun ağırlığı yetmezmiş gibi babamla iyice dibe itiyor beni sarı boğa. Düşündükçe bunalıyorum, kalbim sıkışıyor, elimde değil. Oysa o güne kadar her şey ne kadar normaldi. Önceki gün kardeşimle maça gitmek için evden erken çıkmıştık. Onlar da hava güzel, biz de sahile inip biraz yürüyelim, deniz havası alalım demişler annemle. Çekmece’ye gitmişler, biraz yürüdükten sonra deniz kenarında bir yerde iki bira içmişler. Babam o kadar hayattaymış yani. Zaten bir ağrıdan sızıdan bahsetmedi ki bize. Biraz şekeri vardı ama ilaç bile kullanmıyordu. Akşam kardeşimle eve geldiğimizde keyfi yerindeydi, birlikte özetleri izledik, maçı konuştuk, yine önünde birası vardı. Akşam on bire doğru her zamanki gibi uykusu geldi ve yatağa geçti. Hepsi bu. Ne bir şikâyet ne bir sızlanma. Ertesi sabah yine erkenden kalkıp hayattaki belki de tek ucuz zevki olan at yarışı için gittiği ganyan bayisinde tak diye düşüp öldü sonra. Hepsi bu. Benim sana freelance ambalajıyla süslediğim hikâye de burada başlıyor işte sarı boğa. Önce çok üzüldüm, babamsız ne yapacağımı düşünüp çıldıracakken bir baktım en kolayı babamla vedalaşmakmış. Esas mücadele babamı gömdükten sonra başladı. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek işlerle uğraştım, babamı gömdüğümüz yerin yanını anneme almak için mezarlıklar müdürlüğü bilmem nesiyle günlerce görüştüm örneğin. Babamın yattığı yer mezarmış ama bir yanı yol olarak geçiyormuş. Mezar taşı definden bir sene sonra yaptırılıyormuş mesela, babama mezar taşı seçeceğimi hiç düşünmemiştim, annem taş beğenmez, taşçı fiyat beğenmez… Bu saydıklarım halloldu hallolmasına ama derdimiz bitmedi. Rahmetlinin vergi borçları çıktı önümüze çok geçmeden. Birkaç kez hafif alkollüyken, “Bir kuruş borcumu ödersem bunlara namerdim,” demişliği vardı ama borçların bu kadar ciddi olduğunu bilmiyordum. Reddi mirastan başka çaremiz yoktu. Zaten varımızı yoğumuzu başarısız ticari girişimlerinin ardından yok pahasına satmak zorunda kalmıştı, bıraktığı bir para, mal mülk yoktu. Bir yaşadığımız ev kaldı geriye, Allah’tan zamanında onu annemin üzerine yapmış. Üç kişi, bir ev, sıfıra yakın gelir öylece kaldık İstanbul’un bir köşesinde. Ben çalışıyordum çalışmasına ama bir gün olsun ne annem ne babam benden para istemiş değildi. Ne kazandıysam kendime harcıyor, arada bir gururumu okşamak istediğimde büyüklük yapıp kardeşime bir miktar harçlık veriyordum. Meğer babam ne kadar önemliymiş. Borç içinde yüzsek de bir şekilde suyun üstündeymişiz onunla. Şimdi hızlıca dibe batıyorduk. Nasıl bir fırtınanın ortasında kaldığımı o an anladım. Evi de yastan hemen sonra bu geçim endişesi sardı zaten. Bir an evvel direksiyonun başına geçmem lazım ama hareket edemiyorum. Hiçbir şey olmadığımı da o zaman anladım, babamla yaptığımız tüm tartışmaları hatırlayıp utandım. Neyi ispatlamaya çalışıyormuşsan, buyur şimdi ispatla, bakılacak bir ev var, her şeyi biliyordun ya… Bir sabah ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim olmadan kendimi dışarı attım. Annem, mirası reddetsek de ölüm aylığı gibi bir şey alabiliyormuş, yağmur çamur, panik içinde SGK’ya gidiyorum nereye gideceğimi bilmeden. SGK, Sulh Hukuk Mahkemesi’ne gönderiyor, oradan bir belge buradan bir kâğıt koştururken gözüm kararıyor, kalbim sıkışıyor. Aceleyle acilin yolunu tutuyorum, doktor, “Panik atak, endişelenme,” diyor, ilaç yazıyor, rapor veriyor derken gözümü çalıştığım şirketin insan kaynaklarında açıyorum. Bir süredir karışmıyorlarmış ama doğru düzgün işe geldiğim yokmuş, zaten bir seneyi yeni doldurmuşum, böyle idare edemezlermiş. Oysa raporluydum, daha içeride yıllık iznim vardı. İşte o gece yine annem yan odada içini çeke çeke ağlayıp ben de umutsuzca kıvranırken aklıma geldi kuryelik fikri. Başka bir şansım yoktu ve kuryelikte daha fazla kazanacağım kesindi. Hem akşamın katlanılması en zor saatlerini annem ve kardeşimle ne yapacağımı düşünmek yerine, motor üstünde, sipariş sahiplerine, çalışmayan asansörlere, erkenden sönen otomatlara, bir türlü bulunamayan blok numaralarına küfrederek geçirebilirdim.

Sarı boğanın bir süredir cevap almak için gözkapaklarını elinden geldiğince kaldırıp suratıma baktığını fark ettiğimde süratle silkinip kafamda çoktan kurduğum hikâyeyi anlatmaya başlıyorum.

“Geçtiğimiz sene aynı zamanlarda biri İzmir merkezli tekne malzemeleri satan, diğeri İstanbul’da elektronik sigara pazarına girmek isteyen iki farklı firma ile çalışma fırsatı doğunca birini tercih etmektense evden ikisine de hizmet vermeyi daha uygun buldum. İkisi de daha önce çalışmadığım alanlardı ve kendimi yeni sektörlerde deneyerek geliştirme fikri cazip geldi. İlkinin bölge bazlı tüm dijital kampanyalarını düzenleyip ürünlerini internet satışı için optimize hale getirdim. Haftalık ve günlük olarak online görüşmelerle kampanyaların performansı hakkında düzenli olarak feedback veriyordum. Elektronik sigarada da başlangıç kampanyalarını kurup ürünlerini internet sitelerinde ve diğer pazar yerlerinde listeleyip düzenledim. Çok şükür iki projede de başarılı olduk…”

Palavra. Bu görüşme için özenle hazırladığım, en ince ayrıntısına kadar düşünüp damıttığım rafine hikâyelerden yalnızca biri. Bu tekne malzemeleri satan firma aslında önceki iş yerimden Kerem’e ulaştı. Birkaç kez görüştüler, sonra bir şey çıkmadı. Bunların zahmet edip İzmir’de bir firmanın peşine düşmeyeceklerini düşündüğümden önce onları ortak ettim freelance yalanıma. Referanslara da Kerem’i yazdım. İkincisinin hikâyesi ise daha ilginç. Bizim tekel Rasim Abi’nin oğlu Çin’den çeşit çeşit elektronik sigara ve aromalı tütün getirmiş, bir gece yanına bira almaya gittiğimde sıkıştırdı, “Sen internet işlerinden anlarsın, gel bir site kur şunları satalım, yoksa elimde kalacak bu ürünler,” dedi. Bir tane bile satamayacağını biliyordum ama parasını alacağım için tamam dedim. “Anlattığın kadar kolay değil internetten satış, on bin liranı alırım,” deyince, tamam sen işi bitirince veririm diye yokuş yapsa da siteyi kurucam, domain, host vesaire için paraya ihtiyacım var deyip dört bin lirayı önden koparabildim. Mevcut şablonlardan bir site kurdum çok emek harcamadan. İki aya kalmadan işin rengi anlaşıldı. Beklediğim gibi tek bir tane dahi satamamıştık. Her gün yüz yüze baktığımız adamla hiç böyle bir iş planlamamışız gibi davranmaya başladık. Sanırım o da çöpe attığı paradan utandı, bir gün olsun bir şey sormadı. Sanki hiç öyle bir site açmamıştık, sanki her çeşit sigaradan birer numuneyi internetten satmak üzere bana vermemişti. Ne ben paranın geri kalanını sorabildim ne o lafını açtı. Bir daha elektronik sigara lafı etmedik, aramıza kendiliğinden bir mesafe girdi.

Sarı boğanın, “Ben çıkıyorum, söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?” dediğini duyunca başımı kaldırıp son kez, aklımda tutmak istercesine yüzüne bakıyorum. Onca insana sipariş teslim ediyorum, böyle bir yüzü ilk kez görüyorum. Vedalaşır gibi bakıyorum yarı kapalı gözlerine. Olmadı sarı boğa diyorum içimden, bunda senin de payın var, ama her şeye rağmen seni görmek ilginçti. Bu hikâyeleri işime yarar diye ince ince dokumuştum ne ki dilimden döküldüğü andan itibaren kıvıramadığımı anladım. İşi almaktan vazgeçtim, bir an evvel sonlansa şu görüşme diye sıkıyorum kendimi. Daha Duygu Hanım’la görüşeceğimi hatırlayınca umutla baktığım saatin çubukları sanki bir yerlerime batıyor, zoraki bir gülümsemeyle “Hayır, Duygu Hanım gelebilir, teşekkür ederim,” diyorum.

Nefes alamıyorum, bu camlı labirentten çıkışın yolunu arıyorum. Telaşla dışarı atıyorum kendimi. Egzoz dumanı karışmış olsa da yüzüme çarpan soğuk iyi geliyor. Yine de kafamın içinde yankılananlara engel olamıyorum, o uzun İngilizce diyaloglar, bilip bilmediğimi anlamak için araya sıkıştırdığı gereksiz yabancı terimler ve tetiği çeken o sorular, “Can you give me an example of a time where you had to demonstrate your initiative and take the lead?”. Kaan Bey güçlü özelliklerimi iletmiş olmalı. Ya da bitirirken sorduğu, yarısını duyamadığım o soru: “And lastly, why do you think you are a great match for this role?” Sonrası sis bulutu. Ağzımı açıp bir kelime edemiyorum, “I have no idea,” dahi diyemiyorum, dilim tutuluyor, ellerim ve ardından tüm vücudum titremeye, kollarım kasılmaya başlıyor. İçim çekilir gibi bir nahoşluk, ve ilk çarpıntı geliyor. Babamdan kalan, oldukça bol, ütüsüz, düğmeleri eksik ve dizlerime kadar uzanan bu hayatı üstüme uydurmaya çalışırken tutuldum bu ataklara. Bir motorcunun üstüme yaklaşan gölgesiyle kendime geliyorum. Nasılsa kendimi kurtarmayı başarıyorum. Bir buz kalıbının içindeymişim gibi donuk ve hissizim oysa. Önümden geçen ilk minibüse el ediyorum elimin kalkmasına şaşırarak. Minibüste ayakta beklerken üzerime tam oturmayan takım elbiseme, sefil halime dışardan bakıp kendime küfrediyorum. Başımın dönüp dengemin bozulması ataklardan mı minibüsün ani frenlerinden mi çözemiyorum. Eskiden canım sıkıldığında, olanları düşünmemek için mizah dergisi okurdum bu minibüslerde, o kargacık burgacık yazıları takip etmekten yorgun düşen gözlerim minibüsün havasız ortamına dayanamaz kapanırdı kendiliğinden. Belki kafamı dağıtmak için telefonuma bakabilirim ama istemiyorum. Sanki hep kötü bir haber alacakmışım gibi. “Alo Sinan, oğlum ben İlhan amcan… Çabuk hastaneye gel, baban birden düştü, şimdi ambulanstayız.” Zaten hastaneye yatırdıklarında beyin ölümü gerçekleşmiş. Gece sadece organların çalışmayı bırakacakları anı bekledik. Buradan da aramayacaklar belli. İyi bir iş bulursam iyileşebilirim diye umuyordum, gizlice. Sorun bende, eskisi gibi değilim. Işığım söndü. Hiçbir zaman öyle parlak değildim ama içimde tek tük yanan şeyler de sönüp gitti. Ben bu yeni halimi çoktan kabul etmiştim aslında ama annem çok zorladı, dört yıllık okul okudun oğlum, dil öğrendin o kadar, senin hak ettiğin bu değil, parayı düşünme deyip beni kendince uyandırmaya, odamdan çıkarmaya çalıştı. 

Boğulmak üzereyken eve giriyorum. Bugün sondu diye düşünüyorum sakil ofis kıyafetlerimi çıkarırken, bir daha nerede giyeceğim. Motor kıyafetlerimi geçiriyorum üstüme. Annem salondan, televizyonun sesinin arkasına saklanmış, temkinli gözlerle izliyor beni ama bir şey sormaya cesaret edemiyor. Artık böyle oğlum, diyorum, bu kaçıncı oldu, yapamıyorsun, kıvıramıyorsun, aramayacaklar, istersen alışma kuryeliğe. Yağmur başlıyor, basıp restorana geçiyorum.

                                                                       ***

Derya, elime dokunuyor paketi teslim ederken, daha önce de yaptı bunu, şimdi anlıyorum. Masasının üzerine benim için koyduğu çayı gösteriyor. “Sinan acele etme, çayını içseydin, dışarısı soğuk,” diyor. Aldığım yenilginin taze acısıyla ilk kez başka gözle bakıyorum Derya’ya. İlk kez fark ediyorum ince parmaklarında yüzük olmadığını, boynundaki ucuz ama ona yakışan kolyesini. Kasanın başında kendisine güvenildiğinin farkında, özgüvenli insanlara özgü rahat hareketlerinden ilk kez etkileniyorum. Cüretime şaşırarak, “Kolyen çok güzelmiş, hediye mi?” diye soruyorum. Cevabını, utanarak iki yana salladığı başından anlıyorum. Motora binerken sabahtan beri sıktığım omzum, kollarım açılır gibi oluyor. Bir sıcaklık basıyor vücudumu. Sırıtıp duruyorum kendi kendime. Nihayet güzel bir şey oldu diye geçiriyorum içimden. Acaba biraz fazla mı abarttım bugün yaşadıklarımı diye sorguluyorum kendimi. Sonra her şeyi boş vermeye karar veriyorum. Sarı boğayı da, e-ticaret kraliçesini de, beni derin suların dibine bırakan babamı da, çaresiz annemi de… Yalnız Derya kalsın istiyorum aklımda. Nasıl bunca zaman farketmemişim diye kendime kızıp duruyorum motorun üstünde. Karanlık ağaçlardan yağmur damlaları düşüyor yola, sıçrattığım suyun sesi düşüncelerimi buğulasa da ne düşündüğümü biliyorum: Hayatın ironisi başka her şeye galip geliyor.

Yüzümdeki gülümsemeyle gecenin içinde ilerliyorum.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Latest posts by Egemen Özdemir (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version