Gecenin karanlığında tuhaf giyimli genç bir kadın, çevresini kolaçan ederek adama elindeki tek broşürü uzattı. Ecevit o gün kendini hiç iyi hissetmiyordu. Issız caddenin sonuna doğru ağır aksak adımlarla sürüklenirken suratına bile bakmadığı genç kadını gerisinde bıraktı. Sonra kadının “Fahişe değilim,” sözüyle aniden dönüp broşürü aldı ve çevresindeki devasa beton binalar eşliğinde yoluna devam etti. Broşürde “İyi misiniz?” yazılıydı. “İyi değilim,” diye mırıldandı. “Kötüyüm. 51 yaşında, kötü bir koca, kötü bir babayım. Üstelik sağ bacağım da protez, yani ben hiçbir işe yaramayan eksik bir adamım.” Broşürün altında önünden geçip içeri hiç girmediği tiyatro salonunun adresi vardı. Adresin hemen altında ise PC (Psycho-Complex) isimli bir şirketin imzası bulunuyordu. Bu şirket 2100’lü yıllarda son toprak parçasına da beton atıldığı zaman kurulmuştu ve insan psikolojisi üzerinde gizli deneyler yapıyorlardı. Hatta nesnelerin psikolojiye etkisini araştırmak ve tedavi etmek için kurulan “Psycho-Object” hastaneleri bu şirkete bağlıydı. Ecevit elinde broşürle yolun sonuna geldiğinde bu kez kalabalık bir caddeye çıktı. Sanki üzerine yürüyen et yığınları arasından nabız gibi sıyrılarak geçiyordu. Bir görünüp bir kayboluyordu… O esnada tepesinde vızıldayan bir drone belirdi. Bunu müteakip az ilerideki polis otosundan iki polis çıkıp ona doğru koşmaya başladı. Ecevit gittiği yönün tam tersine, tepesindeki drone’dan ve peşindeki polislerden protezli bacağı ile kaçmaya başladı. Arada beton suratlı insanlara çarpıyor, düşüyor ama yine de yakalanmamak için ayağa kalkacak gücü kendisinde buluyordu. Ara sokaklardan birine sapıp tel örgülerin üzerinden atladığı esnada beton zemine kapaklandı. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Islak betonun kokusu ortaya çıkmış, çenesine kadar uzamış kır saçlarını çağın soğuk yalnızlığıyla okşuyordu. “Buraya kadarmış,” diye düşündü. “En iyisi teslim olmak.” Vızıldamayı duyunca zar zor kafasını zeminden kaldırıp arkasına baktı. Protez bacağı tel örgülerde asılıydı. Drone’un sensörlerden müteşekkil gözleri şaşırmış olacak ki bacağın tepesinde öylece bekliyordu. Pes etmeyi düşünmüştü fakat gitmek istediği yere çok az kalmıştı. Tekrar ayağa kalkmayı denedi. Tek ayağının üstünde kalktı. Sanki yıllar önce kopan bacağı hâlâ oradaydı ama insandan tamamen kopan her şey gibi bacağı da hissedilebilir bir boşluğa dönüşmüştü. Tabii yine de bu boşluğa varma çabası onu tepetaklak düşürecekti. Düştü. Tekrar seke seke dar ara sokağın köşesinden döndü. “PC Tiyatro” yazısını görünce merdivenleri zıplayarak çıkıp içeri girdi. İçerisi de dışarısı kadar karanlıktı. Eskimiş, sarı, çatlak beton duvarlar, “Gişe” yazılı çelik kulübe, kapalı ahşap kapının arasından görünen sahnenin karşısına art arda dizilmiş, boşlukları seyreden kırmızı koltuklar… Sanki eski zamanlardan kalmaydı. İçeride kimsecikler yoktu. Sahneye giden ahşap kapıdan içeri girdi. Arkasından tuhaf giyimli o genç kadın kapıyı kapattı. Ecevit zifiri karanlıkla baş başa kaldı ve aniden yere düştü.
Gözlerini bembeyaz bir odada açtı. Küçük, siyah, dikdörtgen masanın yanındaki yere sabitlenmiş sandalyeye omuzlarından ve belinden bağlı haldeydi. Bu sırada ona broşürü uzatan genç kadın içeriye girdi. Bu kez üzerinde siyah beyaz uzun bir cübbe vardı. Kapının hemen yanındaki sandalyeyi masanın diğer ucuna çekip oturdu. Sandalyeye bağlı adamın suratına bile bakmadan önündeki tablet bilgisayarı kurcalamaya başladı.
Odanın aklığı Ecevit’in gözlerini kamaştırdı. Sanki düşten düşe uyanmıştı. Gerçekliği algılayabilmesi için vücudu devreye girdi. Elini kulağının arkasına doğru istemsizce götürdü. Dikilmiş derin bir yara izi vardı ve dokununca canı yandı. “Aaa!” Duyduğu acı gözlerini kamera gibi netleştirdi. Karşısındaki kadına, sonra da masanın üzerinde duran protez bacağa baktı. Bacağının yokluğunu hissettiği o an masadan kalkmaya çalıştı. “Neredeyim? Kimsiniz? Size diyorum!”
Oldukça temiz görünmesine rağmen rutubet kokan beton odanın içerisinde sorularına karşılık bulamadı. Sandalyenin üzerinde çırpındıkça bitkin halde öylece kalakaldı. Saatler sonra tekrar kulağının arkasındaki acıyla inledi. Kadın bu kez yavaşça başını kaldırıp “İyi misin?” diye sordu. “Kimsiniz?” diye anında karşılık verdi. “Psycho-Complex şirketinin yargıçlarındanım. Yeni yasalara göre artık yargılamaları şirketler yapıyor. Siz de bunun için buradasınız ve dört aydır uyutuluyorsunuz.”
Kadının sözünü kesti. “Ne saçmalıyorsunuz siz! Burada ne işim var benim? Bırakın beni!”
Kadın, sandalyeden kendinden emin tavırlarla kalktı. Masadaki protez bacağa uzandı. İçinden bir adet altıpatlar tabanca ile içeriğinde painite taşı da bulunan, kansere iyi gelen ancak daha çok uyuşturucu baronların odağındaki müsekkin ilaçları, yalnızca bu ilaçların zerkinde kullanılabilen özel şırıngalarla iğneleri çıkardı. “İyi gizlemişsin ama yakalandın,” dedi.
Ecevit gözlerini kadından kaçırıp etrafına bakındı. Önündeki çelik bardaktan yutkunarak su içti. Bacağı sızladı. “Hiçbir şey hatırlamıyorum,” dedi. “Kimim ben?” O esnada karşısındaki beyaz duvara asılmış siyah ekranda bazı görüntüler oynamaya başladı. Görüntülerde polislerden kaçıyordu. Bacağı tel örgülere takılmıştı. İçinden bir tane şırınga düşmüştü. Hatırlar gibiydi. Sanki beyninde tüm geçmişi silinmiş, bazı anlar ise özellikle bırakılmıştı. Silahı, ilaçları, şırıngayı bacağına kendisi saklamıştı. Polislerden kaçan da kendisiydi ama bunu neden yaptığını ve neden kaçtığını beynini zorlasa da hatırlayamadı.
“Bu kadar enjektörle ne yapacaktın? Bu ilaçlar nereye gidecekti?”
Ecevit zihninin derinliklerinde soruların cevabını aradı ama bulamadı. Kadın öfkeliydi. “Tabii suçtan kaçmak için salağa yatıyorsun. Yaklaşık dört aydır diğer arkadaşlarla bu soruların cevabını almaya çalışıyoruz. Yaptığın soygunun belli ki nelere yol açtığının farkında değilsin sen! İzle!”
Ekranda şimdi başka video vardı. Ecevit görüntülerde elinde altıpatlar ile güvenlikli bir eczaneye girmişti. İlk başta her şey yolundaydı. Silahla kucağında çocuk olan bir kadını rehin almış, elindeki büyük torbaya ilaçları ve şırıngaları doldurmuştu. Tam o sırada silahına doğru hamle yapan güvenliği, sonra da kasada düğmeye basmaya kalkışan çalışanı vurmuştu. Ardından rehin aldığı kadının kafasına sıkmıştı. Kadın kucağında çocuğu ile beraber yere yığılmıştı. Çocuğun yüzünde dehşetten başka şey yoktu. Ecevit elinde torbayla ardına bile bakmadan karanlığa karışmıştı.
Dehşet verici görüntüleri izleyen Ecevit şaşkındı. Tam üç el ateşle üç kişiyi öldürmüştü. Ancak gördüklerinin ağırlığından olsa gerek ruhunda acı ya da üzüntü duymuyordu. Sanki bu duygular çoktan içinden kaybolup gitmiş, boşluğa dönüşmüştü. Tıpkı yıllar yıllar önce şirketlerle devletlerin arasında çıkan savaşta kaybettiği bacağı gibiydi bu duygular. İsterse yerini doldurmak için suratına protez ifadeler takınabilirdi. Öyle de yapmıştı. Görüntüleri ilk izlediğinde gerçekten dehşete düşmüş, belki de üzülmüştü. Kolay değildi, önce olup biteni sindirmesi gerekliydi. Yeniden izlediğinde sanki daha kolay olmuştu yüzünün üzgün bir ifadeye bürünmesi. Sonra bir kez daha izlediğinde bu defa başka detaylara yoğunlaşmıştı. Mesela annesinin başında dehşetle ağlayan çocuğa acımıştı ve acımayı hemencecik yerleştirmişti yüzüne. Daha sonra izlemek istememiş bu sefer de zorla tekrar tekrar izlettirilmişti o görüntüler. Artık ifade takıp çıkarmaktan anlamsız bir boşluğa dönüşmüştü suratı. Tıpkı dışarıdaki ifadesiz insanlara benzemişti. Geriye yalnızca şaşkınlık kalmıştı. Sadece şaşkındı ve bu şaşkınlığı elleri titremeden insan öldürebilmesineydi. Demek ki ben böyle biriyim, diye düşündü. Demek ki hiç tereddüt etmeden çocuklu bir kadının kafasına sıkabilecek kadar habis ruhlu biriyim.“Evet çok param olsun istedim. Bu ilaçlarla iğneleri alacak kişiler mutlaka beni bulacaktı. Çaldım. Çalarken de gözümü kırpmadan insanları öldürdüm. Kötüyüm. Belki de hiç iyi biri olmadım,” dedi.
Kadın yanına gitti. “Doğru! Sen kötüsün. Ömrünün geri kalanında beton duvarlar arasında çürüyeceksin.”
Ecevit gözlerini kocaman açarak itiraz etti. Göz bebeklerinde korku vardı. Ne olursa olsun özgür olmak istedi.
“Ama ilaçları alırken zorluk çıkarmışlar. Hem güvenliğin kendisi silahın önüne atlıyor. Kimse zorluk çıkarmasa bu silah patlamazdı. Sizin paranızı korumak için öldü. Asıl suçlu sizsiniz!” Kadın cübbesinin kollarını sıyırdı ve Ecevit’e bir tokat attı. “Şimdi de şirketimizi mi suçlayacaksın? Sen orada olmasan o silah orada olmazdı.”
Ecevit iki ay daha uyutuldu. Uyandırıldığında yine aynı odada, aynı kadın yargıcın karşısındaydı. “Bugün tam beş yıl oldu. Çok şanslısın! Şirketlerle devletler arasında çıkan savaşta ayağını bizim için kaybettiğinden seni denetimle serbest bırakmaya karar verdik. Bir daha suça bulaşmamanı temenni ederim.”
Ecevit şaşkındı. Hapishanede geçirdiği süreçle ilgili de ona bazı görüntüler izletilmişti. Anlaşılan orada da rahat durmamıştı. “Ailem var mı benim?” diye sordu. Kadın yargıç “Yok,” dedi. “Hatta kimsen yok. Paran da yok. Dışarı çıktığında bir drone seni 7/24 izleyecek. Unutma bu tam özgürlük değil.”
Ecevit serbest bırakılırken şirket, eşyaların tesliminde ölümcül bir hata yapmıştı. Altıpatlar hâlâ protez bacağın içindeydi. Ecevit bunu fark etti. Ancak başında vızıldayan drone’a bunu belli etmedi. Sokaklarda önce iş, sonra da kalacak yer aradı. Tepesinde drone ile gezen bu adama insanlar tuhaf ve kötücül bakıyordu. Sohbet etmeye çalıştıkları ondan uzaklaşıyordu. Ortada hiçbir tanıdık yüz yoktu. Bu halde ev, iş veya dost ya da arkadaş bulabilmesi çok zordu.
Aradan aylar geçmişti. Kadın yargıç hazırladığı raporu gerçek görüntüler eşliğinde yönetime sundu. Yanında artık Ecevit’e kavuşmayı bekleyen kızı ve eşi de vardı. Ecevit aslında kimseyi öldürmemişti. Ona izletilen görüntüler şirket tarafından yapılmıştı. Suçu yalnızca, kanser hastası kızı için gerekli mezkûr ilaç ve şırıngalardan birer adet çalmaktı. Her şey onun içindi. Ancak hırsızlık yaptığını fark eden polisler peşine takılmıştı. Ondan önce PC kendisiyle iletişime geçip kızının iyileşmesi karşılığında teklifte bulunmuştu. Buna göre geçmişi silinecek ve ona başka bir geçmiş yüklenecekti. Amaç hafızası silinmiş iyi birine sonradan yüklenen kötü hatıraların onu suça götürüp götürmeyeceğini denetlemekti. Bacağındaki silah bu yüzden bırakılmıştı. Şirket polislerinden kaçıp tiyatro salonuna girdiğinde kızının yaşaması için onu unutmak pahasına da olsa bu teklifi kabul etmişti. Onu yargılayan kadın da aslında denekti. O da her şeyden habersiz ona yüklenen yargıçlık görevini yapıyordu. Aslında öfkelendiği görüntülerdeki suçları kendisi işlemişti.
Ecevit tüm bunlardan habersiz, tepesindeki drone ile limana indi. Ülkeden çıkıp gitmek istiyordu. Duyduğuna göre bazı denizlerin sonunda şirketlerin olmadığı ülkeler vardı. Belki de oralarda toprak da bulunuyordu. Ölecek toprak bile yok burada diye içinden geçirdi. Sanki betonlar insanların ölümle arasına mesafe koyma biçimiydi. Belki de insanoğlu ona ölümü çağrıştıran toprağın her karışını betonlarla örerek ölümden kaçabileceğini zannetmişti. Bu düşünce nedense midesini bulandırdı. Şu tepesindeki göz olmasa daha rahat hareket edecekti. Şehrin her yerini dolaşmış keşif yapmıştı. O sırada, beklediği büyük gemiler limana yanaştı. Bu gemilerden birine saklanıp kaçacaktı. Önce drone’dan kurtulmalıydı. Limandan uzaklaştı ve bir yerde tuvalete girdi. Drone onu kapıda bekliyordu. Protez bacağını çıkarıp içinden altıpatları aldı. Ardından paltosuna gizlediği yeni bacağını giyindi. Sonra da çıkardığını kapının önüne iyice yanaştırıp tuvaletin arka penceresinden atlayarak kaçtı. Böylece kendisini hâlâ tuvalette sanan meşum gözden kurtulmuştu.
Ecevit hızlı hızlı limana doğru gidiyordu. O esnada yaşlı bir teyze karşıya geçmek için kendisinden yardım istedi. Hiç oralı olmadı. Tekrar limana indiğinde mavnalardan, daha önce çaldığı ilaç ve şırıngalardan kasa kasa indirildiğini gördü. Giderken bunlardan biraz çalmayı düşündü. Cebindeki altıpatları çıkardı. Umarım kimse karşı koymaya çalışmaz diye temenni etti. Ardından altıpatlarda iki tane mermi kaldığını fark etti. Bir tuhaflık sezdi ama artık çok geçti. Paltosunun derin iç ceplerine şırıngaları doldururken güvenlik görevlisi çıkageldi. Gözünü bile kırpmadan silahını çekip görevliyi göğsünden vurdu. O sırada etrafını çeviren polislerce yakalandı. Güvenliğin çelik yeleğinden kuru sıkı mermiler çıkarıldı.
Ecevit gözlerini bir tiyatro sahnesinde açtı. Karşısında o genç kadın vardı. Bu sefer cübbe değil “Psycho-Complex” yazılı bir ceket giymişti. “Oyun bitti. İyi misiniz?” diye sordu. Ecevit’in yüzündeki şaşkınlık hâlâ oradaydı. “Kızım nerede,” dedi. “İyileşti mi?” Az sonra kapıdan içeri kızı ve eşi girdi. Ona özlemle uzun uzun sarıldılar. Ancak bacağındaki derin boşluğu bu defa içinde hissediyordu.
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- İyi misiniz? - 28 Ocak 2024
- Cinayetim - 27 Mayıs 2023