Bu sabah, bir başka zamanın geleceğine uyandım. Zaman, bedenimle buluştuğu an şimdi’nin pürüzsüzlüğüne büründü. An, şimdi’nin imkânsız olduğunu idrak edince geçti. Bütün anlar, şimdiden gelecek kaygısıyla yola çıkan geçmişlerdi.
Bugüne kadar var olmuş tüm insanlar zamanın rahminde büyüdü, kesilen göbek bağıyla ayrılık kaygısı yaşadı ve elinde upuzun bir kordonla yine rahme gömüldü. Özünde insan zamanın kendisinden değil; ömür olarak tanımlanma biçiminden, kısıtlılığından, akışından ve bilinmezlikten korktu. Hep sordu: Başıma ne gelecek? Bana ne olacak? Bana ait olan zaman nasıl ve ne şekilde son bulacak? Tüm bunlar ne zaman geçecek?
İnsanlık tarihi iç dökümünü ve felsefesini aslında yalnızca zaman kavramı üzerine kurdu. Zamanı üçe böldü ve dilini bu şekilde yapılandırdı. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman. Oysaki zaman her an metamorfoz halinde şimdiyi, geçmişi ve geleceği birliyordu. İçinde bulunduğumuz an takip edilemez bir şekilde geleceğe dönüşüyor, geleceğe dönüşen an aynı takipsizlikle aklımıza geçmiş olarak kazınıyordu. Bu yüzden insan şunu merak etmeye başladı: Bir an sonra değil de yüz milyon an sonra bana ne olacak? Vizyon arayışı, vizyonu var etmek için sorular sormak ve koçluğun çekirdek tanımı böyle doğdu.
Bundan 5 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?
30 yaşıma gelmeden evlenmiş olur muyum acaba?
28 yaşında çocuğum olsa, o üniversiteyi kazandığında kaç yaşında olurum?
Ben ne zaman hayalini kurduğum hayatı yaşayacağım?
Kaç yaşında dünyayı gezebilirim acaba?
Ben ne zaman kendi ayaklarımın üzerinde duracağım?
Bu acı ne zaman geçecek?
Ne zaman mutlu olacağım?
Ne zaman âşık olacağım?
Ne zaman zengin olacağım?
Bu soruların tümü insanın kendini kâhin ilan edişidir. Geleceğe dair bize en ufak bir ipucu veren her bilimi ve inanışı sevişimiz bundandır. Bu çağın insanı bu vizyonları var edecek misyonun, yani motivasyonun peşinde. Psikolojiyi bilme arzusunun artışı, bilgi felsefesinin internet aracılığıyla içerik halinde sürekli karşımıza çıkarılışı, insanın kendi gücünü arama yolculuğunun dili ve edebiyatı sarışı bize insanlığın en güncel zihin şemasını veriyor. Yeni bir merkez doğmak üzere ve sancıları âdeta kemiklerimizi kırıyor. Kimi bu doğum sancılarını gelişerek kabule geçerken kimi “Beni mi buldu? Bu saçmalıklar bula bula benim hepi topu 70 yıl olan ömrümü mü buldu? Neden bu zamana doğdum?” diye isyan ediyor. İnsan her şeyi zamanla ölçüyor. İlişkilerini, düşüncelerini, duygularını, yalnızlığını, başarılarını, hüsranlarını, kazancını, sağlığını, amaçlarını… Zaman, temel ölçü birimimiz olarak neredeyse tüm cümlelerimizin içinde yer alıyor. Okullar, zamanı tüm merkezlerimize oya gibi işliyor. Türkçe dersinin tüm konuları zamanı anlatıyor. Tarih, kronolojik zaman olarak neden sonuç ilişkisini ezberletiyor. Matematik ve geometri sonsuz zamanı, coğrafya doğanın zaman yasasını, felsefe zamana dair ortaya atılmış düşünce zincirlerini anlatıyor. Düşündüğümüz, öğrendiğimiz, yaptığımız, yapmadığımız, hissettiğimiz, hayal ettiğimiz, kazandığımız, kaybettiğimiz her şey zamana tabi. Dilimiz zamanın lügatıyla konuşuyor. Her şeyin bir zamanı var. Biz de dahil olmak üzere. Ürünlerin üzerinde son kullanma tarihi, otobüs-uçak saatleri, dün-yarın-hâlâ-bazen-nadiren-akşam-sabah-henüz-derhal zaman zarfları, ödev-iş teslim tarihi, emeklilik zamanı, çocuk zamanı, evlilik arifesi, bayram zamanı, namaz saati, hedef planlaması, mevsimler, ekinokslar, doğa olayları, sağlık kontrolü zamanı, arabanın bakım zamanı, öğünler, doğum günü, ölüm yıldönümü, evlilik yıldönümü, sınav tarihleri, dava zamanı, yas zamanı, mücadele zamanı, dinlenme saati, uyku saati… Yaşantımızın gelecek zamandan ayrılan tek bir zerresinin olmayışı çılgınca değil mi?
Hepimiz ömürlerimizi zaman okuryazarı olarak geçiriyoruz. Acı çektiğimizde “Ne zaman bitecek?” diye düşünüyoruz. Bizim için önem taşıyan her şeyin bitiş tarihini hesap etmeye çalışıyoruz ki bilginin gücüyle güvende hissedelim. Gelecek, zamanın en sihirli ve en korkutucu parçası olarak daima içimizde uyuyor. Gelecek kelimesi hem isim hem sıfat hem de eylem olarak yaşamın her anında bize hizmet ediyor. İnsan bir geleceği olduğunu, ona gelecek bir şey olduğunu düşündükçe umut edebiliyor. Yaratıcıyla olan ilişkimizi de işte bu umut belirliyor. Gelecek, içinde taşıdığı olasılıklarla diğer iki zamanı açık ara farkla geçiyor. Çünkü geçmiş değişmiyor, an çoğunlukla fark edilmiyor fakat gelecek el değmemiş güzelliğiyle uzaklarda bir yerde el sallıyor.
Peki ne gelecek?
O sürpriz paketin içinden ne çıkacak?
Tam şu an ne düşünüyor ve hissediyorsak, bedenimizle şimdi’nin içine nasıl yerleşiyorsak, olandan ne çıkarıyor ne anlıyorsak, anın manzarası içinden bir hayal filizleniyorsa, yaşanan kötü bir şey bile bizi hücrelerimize dek dönüştürüyorsa, damağımızda hangi tat varsa, hangi duygu ruhumuzda hükümransa, şu an neyi seçiyor ve neyden vazgeçiyorsak, hangi sesler kulağımızda asılıysa, kader dediğimiz genetik mühürde ne baskınsa bize ait olan paketten o çıkacak. Gelecek, yaşarsak gelecek. Bedensiz bir şekilde geçmişte var olma çabasıyla anı geçiştirirsek ömrümüz Godot’u beklemekle geçecek. İşte tek bir harf ömrümüzün akışını değiştirecek: Gelecek ve geçecek.
Editör: Melike Kara
- Gelecek Vizyon: Zaman Okuryazarı İnsan - 10 Mart 2024