Yazar: 18:00 Öykü

Düş ve Gerçek

Kötü bir düşten uyanmak herkes için fenadır. Yalnız, çoğunun kendisine bile açıklamaktan çekindiği bir gerçek vardır ki, görülen kötü düşler yatıştırır insanları. Bu yüzden de pek büyük bir sevinç verirler. Bunun yalnızca bir düş olduğunu bilmekten tutun da en kötüsünü henüz büyük bir yıkımla karşılaşmış bulunmadan yaşayabiliyor olmaya dek pek çok etken geçerlidir burada. Aras Özdal’ın gördüğü düşe karşın içinde bulunduğu durgunluğun da en büyük nedeni buydu. 

Gördüğü düşü açıklamak gerekirse; pek ilginç olmayan ancak görülmesi de kişiye korku verecek türden bir düştü. Düşünde iki kişiyi öldürmüş, bunları da evinin dolabına saklamıştı. Öldürme ve saklama anlarına tanıklık etmemişti. Bunları önceden bildiğini duyuyordu içinde. Her düşte böyle açıklanması zor, olayların tümüne yönelik olağanüstü bir anlayış içerisinde olur insanlar. Kendisi de bu durumdaydı. Düşü de ilginç bir noktada başlıyor, iki kişiyi saklamayı pek iyi beceremediğini görmekle dalıyordu bu korkunç âleme. 

Ailesinin kendisini kollamasını diliyor değildi ancak düşünde denetimden çıkmıştı. Bu nedenle yalvarıyor, cezaevine girmek istemediğini haykırıyordu. Yalnız, kendisini sıkıntı içinde bırakan bir durum söz konusuydu. Her ne kadar bunun için yalvarıyor olsa da ailesince kollanmakla ya da cezaevine gönderilmekle ilgileniyor değildi. Bunlar kaçınılmazdı. Biri olacaktı kuşkusuz ve onları, bunlardan birini yapıyor oldukları için suçlayamazdı. Yine de kendisine sıkıntı veren şuydu; ailesi, kendisinin içinde bulunduğu durumu gülünç buluyor ve bunu saklamıyordu. Kendisiyle alay edildiğini açıkça görüyor, sıkıntı verici kahkahalar ve şakalar eşliğinde cezaevine doğru götürülüyor olmaktan ötürü canı yanıyordu. Neyse ki, bu korkunç düşten uyanabildi. 

Uyandıktan sonra hemen bir sigara yaktı. Normalde böyle bir alışkanlığı yoktu ancak bu uyanış, öncekilere göre oldukça ayrı bir uyanıştı. Biraz olsun yatışma gereksinimi duyuyordu. Bir bakıma, gördüğü düşün kendisini yatıştırıcı bir yanı da vardı. Ölü bedenlerle, yakalanmak korkusuyla ve gerçekten birini öldürmüş olmakla uğraşmaksızın öldürmenin tadına bakmış, bunun da pek tiksinti verici bir şey olduğunu deneyimlemişti. Nereden esmişti tüm bunlar? Bunu bilmiyordu. 

Aras için sıradan bir gün olacaktı. Bunu biliyordu. Dışarı çıktı. Dış yaşamın yok olduğuna ilişkin düşüncesi insanlarca önemsenmediğinden beri yapıyordu bunu. Dışarıda bir yaşam yaratmaya çalışıyordu. Tüm insanlığı kurtaracak denli yaratamayacaktı ancak hiç yoksa kendisinin ve çevresinin üzerindeki ölü toprağını kaldırıp atabileceğini düşünmekteydi. Bu sözü edilen ölü toprağının ise neredeyse tüm insanların üzerinde bulunduğuna inanıyordu. Bu çağın insanının kurtarılmaya gereksinimi vardı. Yüz çevrilmesi gereken önceki çağın insanıydı. Bu çağın insanı, önceki çağın insanından daha aşağılıktı kuşkusuz. Yine de yalnızdı bu çağın insanı. Önemsenmeye, sevilmeye, başının okşanmasına gereksinimi vardı böylesinin. Buna inanıyor, geçmiş yıllarında bu yalnız bırakılmış yığınlara nasıl olup da sırt çevirdiğini, nasıl olup da bunlara acımadığını anlayamıyordu. 

Önce, sık sık uğradığı bir kafeye geçti. Burada çalan ve pek budalaca olduğunu düşündüğü şarkılar olmasa, her şey olması gerektiği gibiydi. İçlerine kapanmış, köşelerine çekilmiş olduklarını unutuyordu insanların burada. Çünkü neredeyse her gelişinde bu kafeyi dolu bir durumda buluyordu. “Bir umut var,” diyordu içinden. “Tüm bu budalaları yeniden özgürleştirmenin bir yolu var.” Böylece kahvesini içiyor, çevresini süzmekten de oldukça büyük bir sevinç duyuyordu. 

Başlarda pek kimse konuşmuyordu kendisiyle. Sonraları ise garsonlardan birkaçıyla düzenli olarak konuşur oldu. Pencere kenarındaki iki kişilik bir masayı ele geçirdi geçen vakit içerisinde. Bunu bilerek yapmamıştı ancak nasılsa denk gelmiş, buraya ondan başkası oturmaz olmuştu. 

Kafede düzenli olarak oturan insanları da tanımaya başlamıştı. Bu kendisini pek sevindiriyordu. Bu çağın pek ufak ancak o denli yaşamsal sorunlarından birinin de bu olduğunu düşünüyordu. İnsanların düzenli olarak uğradıkları, birbirlerini kolayca bulabilecekleri yerler kalmamıştı. İletişim kurmak için teknolojiye gereksinim duyuyorduk çünkü birbirimizi bulabileceğimiz bir köşe kalmamıştı. Buna inanıyor, bir yerde de olsa birilerini düzenli bir biçimde bulabiliyor olmaktan ötürü neşeleniyordu. 

Yine kafeye geldiği ve kendisine umut veren sesler işittiği bir anda ilginç sözler duymaya başlamıştı. Bu sözler öylesine ilginçti ki, neredeyse aklı almayacaktı. 

“İkisini de öldürüp saklamış. Ne? Evet. Şu kullanılmayan binadaki evin dolabına. Kimin aklına gelirdi böylesi? Yok, hayır. Bulamamışlar daha.” 

Hiç değilse bulsalardı! O vakit daha az düşünürdü bunu. Şimdi içinde bir kuşku, yakasını bırakmaksızın yiyip bitirecekti kendisini. Nedensizce doğruldu. Nedensiz diyoruz çünkü bundan çok kısa bir süre önce bir kahve daha ısmarlayacak olmuştu. Böylece kalkması pek huysuz etti konuşanları. Konuştuklarının bu adamı sıkıntıya soktuğunu nasılsa anlayıverdiler. Yine de bunun üzerine çok düşünmediler. Ne olsa, herkes için böylesi bir bilgi sıkıntı vericidir. Kimsenin bir cinayet haberi duymakla neşeleneceği söylenemez. Bu yüzden bu kuşkulu davranışına kimse aldırmadı ancak Aras, çevresindeki insanların yapması gereken işi de yapıyor ve onların gözünden ne denli kuşkulu göründüğünü gözünün önüne getirmeye çalışıyordu. Bir bakıma, bunu ne denli istemezse istemesin, kendisine sıkıntı vermek istiyormuşçasına bir tutum sergilemeye başlamıştı. 

Delirmişçesine attı kendini dışarıya. Çevreyi kolaçan etti. Bir kişiyi, yalnızca bir tek kişiyi aradı gözleri. Polise benzeyen ya da hiç olmazsa dün gece ile ilgili bir şeyler bildiğini bakışlarıyla anlatan bir kişi görmeyi bekliyordu. İzlenebileceğinden kuşkulanıyordu. “Neden ille de gece?” diye geçirdi içinden. Sonra anımsadı. Düşünde gördüğüne göre, cezaevine götürüldüğünde akşam karanlığına gömülmüştü ortalık. Evin ışığı yanıyordu. Üstelik bir de içinde bir yerde duyuyordu, henüz bu iki cana kıydığının üzerinden pek de vakit geçmediğini. Eh! Bir düştü bu yalnızca. Ne beklenebilirdi başka bundan? 

İçinden teslim olmak geçti. Düşündekine göre daha bir onurlu davranma eğilimindeydi. Oysa teslim olmanın onurlu olmakla eşdeğer olduğuna ilişkin şu düşünce nereden geliyordu? Hem bir düşün peşinden gitmekle iş yapılabilir miydi? Soracaklardı. “Bu iki kişiyi sen mi öldürdün?” Onlara bakacak ve “Evet,” diyecekti. Ya sonra? Nasıl yaptığını soracaklardı kuşkusuz. Buna bir yanıt vermek güç olacaktı. Yalnızca bunları düşünde gördüğünü, düşünde bile olay anını değil de olay sonrasını gördüğünü söyleyemezdi. Bir düş ile yola çıkmak hiç de akıl alır bir iş olmayacaktı. Üstelik, sırf bir düş gördü diye kendisini yıllarca içeride çürütmek de pek yerinde olmayacaktı. Böylesi delilikti. Evet. Delilik olurdu böylesi. 

Korna sesiyle kendine geldi. Başını sağ yana çevirdi. Nasılsa yolun ortasına dek gelmişti. Bir motosiklet üzerine doğru geliyor, sürücüsü ise eliyle kendisini uyarıyordu. Bir iki adım attı. Nasıl olup da böyle dalgınlaşabildiğine şaşıp kaldı. Motosikletin de hangi yöne gideceğinde kararsız kaldığını görünce yerinde durdu. Böylece sürücü daha kolay bir biçimde atlattı onu. Sonra yoluna devam etti. Az ötede, hızlı bir biçimde gelmekte olduğu apaçık görünen bir otomobil belirmişti bile. 

Bir yolun kenarında, nereye varacağını bilmeden yürüyordu. Bankaların, marketlerin, giyim mağazalarının önünden geçiyordu. Bunlara bakmak nedense kendisine tiksinti veriyordu. Eskisi gibi değildi hiçbir şey. O iki kişiyi öldürmediğini düşünüyordu ancak her adımda, her bir anda bu düşüncesi sarsılmaya devam ediyordu. Öyle ki, bundan sonraki yaşamını yok ettiğini düşündükçe, düşüncesi gibi kendisi de sarsılıyordu. Hem de korkunç bir sarsıntıydı bu. Başı dönüyordu. Düşüp bayılmayı diliyordu ancak bu gerçekleşmiyor, gerçekleşmedikçe de daha çok sövüp sayıyordu içinde bulunduğu talihsizliğe. Bu bankalar, bu mağazalar kendisine tiksinti veriyorlardı çünkü bunlara bakmakla, dışarıdaki yaşamın her şeye karşın devam ettiğini görüyor; kendisi yok olduktan sonra bu insanların aynı neşeyle, aynı coşkuyla buralara girip çıkacaklarını düşünüyor, canının yandığını duyuyordu. 

Kuşkusuz, kendisini vicdan yoksunu biri olarak görmemek gerekir. İki insanın öldürülmesinden sorumlu olduğunu düşünmeye, her an daha çok düşünmeye başladığı bu sıralarda kendisini bu denli ürküten, bu denli acı içinde bırakan yalnızca yok olacak olmak, bir delikte ömür geçirecek olmak değildi. Bunlar da etkiliydi, buna kuşku yoktu ancak kendisinin tüm acısını, tüm ıstırabını bu duruma bağlamak da ona büsbütün haksızlık olurdu. Kendisinin acısının öteki kaynağı, anlayacağınız üzere vicdan sızısıydı. Bu iki insanı yok etmiş olabileceğini aklı almıyordu. Bunu yapamazdı. Böylesine aşağılık, böylesine öfke dolu bir kimse değildi o. Öteki insanların yaşamını düşünürdü hiç yoksa. Şimdi de düşünüyordu. Bu iki insan ile birlikte neleri, ne umutları, kim bilir hangi yaşamları da yok etmiş ya da karartmış olabileceğini düşünüyor, daha da çok çıldırıyordu. Bütün bunları öldürmeden önce de düşünmüş olmalıydı. Doğru ya, ne öldürmesi? Henüz tüm bunlar birer varsayımdı. Varsayım bile denemezdi üstelik. Henüz bir düş görmüştü. Olan yalnızca buydu. Daha çoğu yoktu ortada. 

Yüreğinde duyduğu acı bırakmıyordu peşini. Yürüyor, bir çıkar yol bulmaya çalışıyordu. Böylece gerçek anlamda yitiriyordu yolunu. Bilmediği sokaklara sapıyor, bilmediği evlerin önünden geçiyordu. Sonra yeniden ana caddeye çıkmayı başardı. Kalabalıktı burası. Yurdun en kalabalık ilçesinin en kalabalık caddesindeydi. Boğuluyordu. Eve dönmek istemiyor, bunun da bir çözüm olamayacağına inanıyordu. Kalabalığı gördükçe düşüyordu büsbütün inancı. Üzgün, telaşlı kimseler görse onlar adına içi yanıyor, neşeli kimseler görse bu kez kendi adına, yok etmekte olduğunu sezdiği geleceği adına üzüntü duyuyordu. Tüm bu kargaşanın ortasında bir eski dostu görmekten hoşnuttu. Yatışmıştı hiç yoksa. 

“Aras! Nerelerdesin be kardeşim?” 

Söylemeye kalkışmadı. Açıktı nerelerde olduğu. Günün bir bölümü okuldaydı, öğretiyordu. Kalan bölümünde ise evinden ve şu bilindik kafeden çıkmamakla geçiyordu. Karşısındaki bunu biliyordu ya, yine de soruyordu. Belki azarlıyordu, şöyle temiz bir fırça çekiyordu bu soruyla. Neden gelmiyorsun yanımıza? Neden uzak tutuyorsun kendini güzel olandan? Kendi de soruyordu bu soruları kendisine. Kim bilir, bunları sormak istememişti de arkadaşı, kendine sorduğu soruları hatırlatmıştı yalnızca. Kafası epey karışmıştı Aras’ın. Yatışmak istiyordu. Dostuna sarıldı. Şaşırttı onu böylece. 

Ötekinin adı Utku’ydu. Şaşırmasına şaşırdı ama belli etmedi bunu. Bunu ilginç bulduğunu belli edecek bir duruş sergilese, bir söz söylese her şeyin bozulacağından korktu. En ufak bir terslikte ürküp kaçacak gibiydi Aras. Utku, aynı içtenlikle karşıladı arkadaşının davranışını. Bir köşeye geçip oturdular. Nasılsa boş bir bank bulmuşlardı. 

“İyi görünmüyorsun. Neyin var, söylesene!” 

Uzun uzun daldı. Önlerinden geçip giden insanların ayaklarına baktı bir süre. Sonra bundan sıkılmış gibi eğdi başını. Ceplerini yokladı. Bir sigara bulup dudaklarının arasına yerleştirdi. Yeniden yokladı ceplerini. Utku bir kibrit yakıp uzattı bunu görünce. Derin bir soluk aldı Aras. Uzun uzun düşündü. Yeni sorulmuşçasına yanıtladı dostunun sorusunu. 

“İyiyim. Fena sayılmam. Yalnız, kötü bir şey oldu.” 

Öteki iyice huzursuzlandı. Söyleneceklerle yakından ilgilendiğini gösteren bir biçimde çevirdi bedenini ona doğru. Bir kolunu oturdukları bankın arkalığına dayadı. Bir şey sormadı. Ne olsa devam edecekti Aras. Görebiliyordu bunu. 

“Bir düş gördüm. Kötü bir düş.” 

Utku derin bir soluk aldı. “Bu muydu kötü olan?” der gibiydi. Sonrasını duyunca yavaş yavaş irkilmeye başladı. Başlarda pek korkmuş sayılmazdı ama gözlerinde beliren korku, Aras’ın sözü devam ettirmesiyle iyiden iyiye arttı. 

“İki kişiyi öldürmüştüm. Biri kadın, öteki erkek. Kadın sarışın, erkek esmer.” 

Burada yinelemeyeceğimiz sözler etti. Bunlar, düşünün şu durumda bildiğimiz ayrıntılarıydı. Sonra devam etti. 

“Nasıl böyle bir şey yapabilirim, bunu aklım almıyor. Dahası, böyle bir şey olabilir mi gerçekten? Kişi öyle durduk yerde, hiçbir neden ve belirti yokken düş ile gerçeği birbirine karıştırır mı? Olası mı böyle bir şey? Aklım almıyor. O iki kişiyi ben öldürdüysem eğer kimse inanmayacak bana. Gülecekler yüzüme düşümdeki gibi. Zevkle yargılayacaklar beni. Benim kanımla çözülecek her şey. Benim kanım aktığında yatışacak toplum. Onların neşesi, sevinci, güvenliği benim kanımla sağlanacak. Ne acı! Oysa ben hiçbir şey yapmadım. Umarım yapmamışımdır.” 

Şu ‘kan’ sözcüğü oldukça korkuttu dostunu. Kollarını tekrar kavuşturdu. O da ceplerini yokladı. Bir sigara çıkardı. Kibrit yine ellerindeydi. Geç de olsa ayrımına vardı bunun. Bir sigara da o yaktı. Düşü gören kendisiymişçesine önem vermeye başladı söylenenlere. 

“Şu insanlara bak! Neler görüyorlar düşlerinde! Hiçbirini bilemezsin. Bilemeyiz bunu. Kimileri utanç verici düşler görüyor. Söylemiyor ama hiçbiri. Unutamıyorlar ama bununla yaşamaya başlıyorlar. Söyleseler, her biri tüm çıplaklığıyla ortaya serse gördüğü utanç verici düşleri, o vakit izle yıkımı! Gördüğün bir düş yüzünden aşağılık bir kimseye dönüşmüş olmaktan korkmak… Hepimiz yaşıyoruz böylesini. Bir sen değilsin ki! Yalnızca senin başına geliyor sanıyorsun ama öyle değil. Herkes yakınacak bundan, utanç duymayacaklarını bilseler. Senin düş korkunç. Yine de altı üstü bir düş bu. Böylesine üzerinde durmaya değmez.” 

“Evet. Böyle bir düş görmenin utancı da çöktü üzerime ama başlıca sorun bu değil. Dahası var. Benim durumum ötekilerden ayrı. Ben bunun gerçek olduğundan kuşku ediyorum.” 

“Doğrudur. Ayrı bir durum bu ama yine de sanmıyorum bunun doğru olabileceğini. Kafan karışmış biraz. Hem bu düş gerçek olsaydı şu an çoktan yakayı ele vermiş olurdun. Dedin ya, düşünde alıp götürüyorlardı seni. Bunun da gerçek olması gerekmez miydi?” 

Bunu duyduğunda Aras biraz olsun yatıştı. Üzerinde hiç durmadığı bir noktanın aydınlatılmış ve problemin de çözülmüş olduğunu düşündü. Ancak takıntılı kimselere özgü bir durum vardır ki, bu kimseler kendi kendilerine ya da birilerinin yardımıyla bir yol bulmuş, sorunu çözmüş ve kuruntularının yersiz olduğunu düşünmeyi başarmış olsalar da tüm bunlar geçicidir ve ortaya para döküp de bir uzman yardımı alamadıkları sürece içlerindeki kaygı hiçbir türlü geçip gitmez. Bu anlarda yatışmak, bu her ne kadar geçici de olsa, pek güzeldir. İnsana, sırf bunu unutacak denli çıldırdığından ötürü, yeniden insan olduğunu hatırlatır böylesi yatışma anları. Ancak bir daha unutulur insan olunduğu. Yine çıldırır, yine türlü olasılıklara kapılır kişi. 

Aras Özdal, bir dost ile konuşmanın yatıştırıcı etkisinden saatler değil, dakikalar sonra uzaklaştı. Dostu ile ayrıldıktan hemen sonra oldu bu. Yeniden bir huzursuzluk duydu içinde. Utku ise ardına düşmüştü. Böylece evine gitmekte bile zorlanacağını sezmişti nasılsa. Bir terslik olduğunda dostunu kollamak üzere evine dek eşlik etmek istiyordu ona. O bundan habersiz olsa da. 

Aras Özdal, yol ortasında gazete satan bir yer bulunca sayıklamaya başladı. “Gazete! Gazete verin bana!” diyordu. Cebinden çıkardığı iki buçuk lirayı kasadaki kadına bırakırken gazeteyi yoklamaya başladı. Bunun için dışarıya çıkmayı bile bekleyememişti. Utku ise ters bir durum yaşanmamasını umuyor, tek araya girme şansını boşa kullanmak istemiyordu. Bu yüzden yalnızca izlemekte yetiniyordu olanları. 

“Gazete! Görmem lazım! Biri sarışın, biri esmer. Biri kadın, öteki erkek.” 

Aynı sözleri durmaksızın yineleyerek karıştırdı gazete sayfalarını. Bir şey bulamadı. Bulmasına da olanak yoktu. Henüz gördüğü düşün üzerinden gazete basılacak denli süre geçmemişti. Yine buradan ayrılmadan telefonunu yokladı. Buradan bir şeyler çıkabilirdi. Aradı, taradı, nasılsa buldu ilçesinde yaşanmış bir cinayetin haberini. Öldürülen kişilerin fotoğraflarını bulduğunda delirmişçesine inleyerek ayrıldı dükkândan. Dükkânın dar, beyaz kapısı bile yavaşlatamadı onu. 

“Bunlar onlar. Biri sarışın, biri esmer. Biri kadın, öteki erkek.” 

Yürüdükçe ve sayıklamaya devam ettikçe sözleri karıştırıyor, kendisini gitgide yitiriyordu. 

“Bunlar! Biri sarışın, biri erkek. Biri kadın, öteki esmer.” 

Neyse ki bir cinayetten söz etmiyor, aynı sözleri yineliyordu. Yoksa daha bir korkunç görünecekti bu görüntü çevredekilere. Utku, sonunda duruma el koymayı düşündü. Çok geç kalmıştı. Aras, tam da bu anda kendisini yola atmış, nasıl olduğunu bile anlamadan bir polis otomobilinin altında kalmıştı. Ölmeden önce son sözü şu oldu: 

“Biri sarışın, öteki kadın.” 

Hastanede her şey açıklığa kavuştu. Utku polislere her şeyi anlattı. Aras’ın son gördüğü fotoğraflar incelendi. Sonra Aras’a çarpmış olan otomobili süren polis, pek acı bir söz etti. Yanında getirdiği ve az önce gözaltına almakta olduğu elleri kelepçeli, burnu kısa, tombul yüzlü adamı gösterdi. 

“İşte bu, o! Arkadaşınızın neden böyle bir düş gördüğünü bilemem ama o iki kişiyi öldüren adam o.” 

Latest posts by Varol Mengüverdi (see all)
Visited 37 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version