Bir röportajınızda Marquez’in tabiri ile “Anlatmak için yaşamaktan,” söz etmişsiniz, edebiyat tam da böyle bir duygu ile var. Deniz Ceren Türkkan edebiyat ile nasıl tanıştı?
Aslına bakarsanız, duyumsadıklarımı sütliman bir denizin tehlikesiz sakinliğiyle tarif edebildiğim bir dönem hiç olmadı. Hayatım boyunca bir sarkaç gibi iki uçta salındım durdum; evet, duygularımın taşkınlığından, dizginlenemez coşkunluğundan söz ediyorum. Her şeyden önce içe dönük bir çocuktum; benliğimi yoğuran acı ve mutsuzluk, yalnızlığımın derinliğini ele veriyordu. Sessizliğimin aldatıcılığına kananlar, beni durgun, kımıltısız bir göle benzetme yanılgısına kapıldılar; oysa ruhumu kasıp kavuran çırpıntılı bir denizin ortasında olduğumdan habersizlerdi. Bense bu denizin ortasında kör kayalara çarparak ilerledim. Yüreğimi dev dalgaların çarparak oydukları yarlara benzetirim: Bu derin oyukların sızısını bütün keskinliğiyle iliklerimde duymakla lanetlenmiştim ve tutulduğum bu -hastalıklı sayılabilecek- duyarlık beni derinden örseliyordu. Edebiyata, yazmaya yönelik merakımı ilkin okumaya duyduğum tutkuyla açıklarım; ancak buna, benliğimin kapılarını başka yaşamlara açabilme, daha dolaysız bir ifadeyle -başkaları için de- “acı çekebilme” yeteneğimi de eklemeliyim: saf, lekesiz, katışıksız bir acı çekme yeteneği. Edebiyatın hayatımdaki anlamını kavrayana değin yaşam benim için dipsiz bir karanlıktan ibaretti, sırlarla dolu bir cehennem, çözemediğim bir kördüğüm… Hepimiz yazgının oyunları karşısında bozguna uğradığımızda, iç dünyamızı kırıp geçiren düş kırıklıklarının pençesinde kıvranır, gerçeğin yıkıcılığıyla yüzleşirken ökseye tutulmuş bir kuş gibi çırpınır dururuz. Ben bu filizkıran fırtınasını dindirecek, üzerimdeki laneti ortadan kaldırabilecek bir büyünün peşindeydim: ruhsal dalgalanmalarımı dinginleştirebilecek, belleğimin bulanık sularını berraklaştırabilecek bir büyünün. Edebiyat ile işte böyle tanıştım; bütün kabına sığmazlığıyla neşenin, evcilleştirilemez öfkenin, çılgınca niyetlerle bilenen coşkunun, yaratıcılığıma kamçı çalan acının ve öz varlığımın ince gediklerinden sinsice sızan korkunun eşiğini atlayabilmek, hiçbir şeyin aşındıramadığı o koyu yalnızlığımı avutabilmek, bana ancak edebiyatın gücüyle mümkün göründü. Yazarak, okuyarak durulabildiğimin bilincine vardığımda, yaşama bağlanmak için anne rahmine tutunan bir cenin gibi kaleme tutundum; yazma edimim köklendi, yeşerdi. Edebiyat çocukluğumdan beri bana yoldaşlık ediyor, delicesine okuyor ve dursuz duraksız yazıyorum. Yazmak, benim için yeryüzüyle baş etmenin tek yolu.
Siz genç bir yazar olarak Y kuşağı ve özellikle Z kuşağının edebiyatla ilişkisini nasıl buluyorsunuz? Dijital çağ edebiyat okurunu nasıl etkiliyor sizce?
Dürüst olmak gerekirse bu konuda karamsarım. Dijital çağın baş döndürücü hızıyla yaşamak, insanların sabırsızca, tahammülden yoksun bir biçimde davranmasına yol açıyor. Gülten Akın’ın bir zamanlar yazdığı gibi, kimselerin durup ince şeyleri anlamaya vakti yok artık. Bu ülkede okumak, belirli bir azınlığın görevi olarak algılanmaya devam ediyor. Ne yazık ki üniversitede, “ben mühendisim, edebiyat neme gerek,” gibisinden budalaca lafları çok sık duyardım. Dahası, gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki gençlerin okuduğu sözde edebî eserler, piyasa koşullarını gözeterek, modayı izleyerek yazmayı huy edinmiş yazarların kaleminden çıkma, hiçbir derinliği olmayan, sanatsal incelik barındırmayan “popüler eserler.” Kendi hesabıma, “çok satmak” pek az “iyi yazara” nasip olan bir durumdur; çok satan kitapların pek çoğunun “iyi pazarlanmış”, ikinci sınıf birer müsvedde yığını olduğunu açık yüreklilikle söyleyebilirim. Bu yüzden, genç yazar adayları benden tavsiye istediklerinde, her şeyden önce okuma listelerini dikkatlice belirlemelerini öneriyorum. “Kitap” değil, “yazar” okunmalı.
Okurların daha çok romanı tercih ettiği bir dönemi geride bıraktığımızı, özellikle öykü kitaplarının da artık gereken değeri görmeye başladığını söyleyebilir miyiz?
Bence söyleyebiliriz.
Düş Mesafesi sevilen bir öykü kitabı oldu. Bunun büyüsü nedir? Yazarken nasıl motive oluyorsunuz?
Düş Mesafesi’nin büyüsüne ben değil okurlar ve eleştirmenler karar vermeli. Yazarken nasıl motive oluyorum? Belki de bunu hiç düşünmedim. Juan Carlos Onetti’ye göre “yazar, yazar olmak için doğmuş kişidir, bunun bilincini hep taşımalıdır ve hiçbir şeyin dikkatini dağıtmasına izin vermemelidir.” Ben yazar olmak için doğduğuma inanıyorum; yazmaya henüz sekiz yaşındayken başladım ve bu engebeli yolda hiçbir şeyin dikkatimi dağıtmasına izin vermedim. Yazmayı tutkularımın tanrısı kıldım ki tutku, Latince pati, Yunanca pathos –yani acı çekmek- fiilinden gelir. Biraz önce mayamda var olan acı çekme yeteneğinden bahsetmiştim; bu dayanılmaz acıları artık anılaştıramadığıma hükmettiğimde, onları içsel hesaplaşmalarım, iç mücadelelerim, nefis muhasebelerimle birlikte kâğıda döker, bir anlamda edebiyata sığınırım. Elbette bu durum edebiyatın benim için yalnızca bir sığınak olduğu anlamına gelmiyor; çünkü yazmak, yazar olarak bana yaşadığım zaman dilimine ışık tutma, toplumun aksayan yönlerine müdahale etme olanağı sunuyor ve bu hâliyle edebiyat benim için bir mevziye dönüşüyor. Tabii insancıl bir yazar olmamın da beni yazmaya karşı isteklendiren bir tarafı var: Yazarken insan olarak varlığımızın bilinmeyen bir yanını keşfetmeye, insani duygularımızı ayaklandırıp harekete geçirmeye, insan ruhunun haritasını açığa çıkarmaya niyetleniyorum; çünkü bana göre yazmak, insanlığın kadim yaralarının kabuğunu kaldırmaktır. Bunun dışında, bir tek yaşamla yetinmemek de beni güdüleyen şeylerden biri. Edebiyat, okura ve yazara farklı hayatlar yaşama olanağı sunar. Sylvia Plath, günlüklerinde şöyle der: “Hayatımda, olası bütün zihinsel ve fiziksel deneyimlerin her bir rengini, tonunu ve her çeşidini yaşamak istiyorum.” Sanırım bu konuda Plath’le bir duygudaşlığımız var. Ben yazarken yarattığım çeşitli karakterler ve yaşamlarla içine çekildiğim sınırların dışına çıkabildiğimi, bu şekilde kabuğumu çatlatabildiğimi ve bir tek ömre hapsedilmeden hayatın boyutlarını katman katman soyarak öze ulaşabildiğimi keşfettim. Böylelikle yazmak, Plath’in dile getirdiği deneyim fikrine imkân veriyor ve bunu seviyorum.
Taşra, ölüm, kadın ile örülmüş öyküleriniz var, betimleme biçiminiz çok çarpıcı. Konuları özellikle mi böyle seçtiniz?
Evet. Ben toplumsal konuları ele alıyorum ve toplumsal meselelerin akıl hocalığına soyunmadan, bilgiçlik taslamadan, “insan varlığı” çevresinde anlatılması ve içinde kesinkes otobiyografik parçalar barındırması gerektiğine inanıyorum. Hiç taşımadığımız bir yükün ağırlığını bir hamalı izleyerek anlatamayız, hamallık ederek anlatabiliriz. Aksi yönde davranmak malumatfuruşluk olur. Altını çizmem gerekirse; taşrada, erkek şiddetinin hoyratça hüküm sürdüğü bir evde büyüdüm: Baba öfkesi yaşantımın dört bir tarafına yuvalanmış, bütün çocukluğumu ve ilk gençliğimi korkunç travmalarla esir almıştı. Bu yüzden, yaşama pamuk ipliğiyle bağlı olmanın ve bu yaşamdan koparılmaya bir taş atımı uzaklıkta bulunmanın ne anlama geldiğini çok iyi bilirim. Bu coğrafyada “kadın” olarak çok acı çektim, ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Bu durumdan bir yazar olarak şikâyet etmiyorum çünkü bana göre gerçek bir yazar olmak için çok acı çekmek, çetin sınamalardan geçmek gerekir. Her yazar, sınanmadığı acının kurbanıdır. Yazmak, acıya tutsak olmuş ruhların tesellisidir ve manastıra kapanan bir keşiş gibi yalnızlığa sığınıp çile doldurmaya benzer. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Bize çile veren deneyimlerimiz, duyular evrenimizin algılarını keskinleştirir; yazar dediğimiz kişi de -benliğini yoğuran acılı deneyimlerinin ona armağan ettiği- keskin algılarıyla biriktirdiği öz yaşam birikintilerini kullanarak öykünün harcını karar, nihayet, öykünün karkası meydana çıkmış olur. Benim yaptığım da tam olarak bu.
Deniz Ceren Türkkan ileride politik metinler yazar mı, dünyanın yeniden güzel olma ihtimali var mı mesela?
Elbette yazar. Üniversitede politik niteliği olan pek çok akademik yazı, kitap eleştirileri kaleme aldım. Öte yandan, benim öykülerim politik birer manifesto olmamakla birlikte yazdıklarımda daima siyasal bir atmosfer olduğuna inandım. Bana göre yazmak entelektüel olmanın yanı sıra sınıfsal bir uğraştır ve bu yönüyle de muhalif bir eylemdir. Yazmak, iktidarların toplumlara biçtiği yazgıya başkaldırmaktır. Mehmet Eroğlu’nun bir söyleşisinde şu satırlara rastlamıştım: “Aydın olmanın birinci niteliği muhalif olmaksa yazar, hiçbir otoriteye, hiçbir politik sisteme bağımlı olmamalıdır. Ancak bağımsız yazar sorumsuz olamaz; insanlığa karşı görevleri vardır.” Ben bu zamana değin yazdıklarımın insani kaygılar içermesine, “vicdanın” erdemlerin anası olduğunu belirten bir yönü olmasına özen gösterdim. Okuru zayıf damarından yakalamayı kendime görev bildim; her zaman, güçlülerin boynu büküklere karşı takındığı acımasız aldırmazlığı, gittikçe sığlaşan toplumsal vicdanı, artık yadsınamaz bir hâl alan bu çürümüşlüğü, yozlaşmayı okuyanın yüzüne vurmayı arzu ettim. Uzun sözün kısası, sözünü esirgemeyen bir kör kadı oldum daima. Bana sorarsanız yazmak, cilalı, süslü cümleler kurmak ya da büyük laflar etmekten öte, okurun yüreğindeki duyarlı telleri titreştirmek, okurda yeryüzünde yalnız olmadığı duygusunu uyandırabilmek için kalkışılması gereken bir uğraş olmalıdır. En önemlisi ise, “taraf tutan” onurlu bir yazar olmayı başarabilmektir. Graham Greene, Sessiz Amerikalı’da “İnsan, eğer insan kalacaksa, taraf tutmak zorundadır,” der. Eğer hangi tarafta olacağımıza elimizi vicdanımıza koyarak karar verirsek, dünyanın yeniden güzel olabileceğine inanıyorum. Başka bir dünyanın mümkün olduğuna ilişkin umudum hiç bitmeyecek. Ne var ki, başka bir dünyanın mümkün olduğunu iddia edebilmek için, Yıldız Silier’in de dediği gibi, “hem hayal gücümüzü cendereye sokan belirlenimcilikten (determinizm), hem de saf iradecilikten kurtulmamız gerek.” İşte edebiyat burada devreye giriyor: Bize insanın büsbütün rasyonel bir varlık olmadığını, birtakım değerlere sahip olduğunu yeniden hatırlatmak için. Şair Devrim Horlu’nun da belirttiği gibi, “elimizde bir kalem var ve bu kalem daha evvel birçok defa gücünü gösterdi.” Yazmak, bu uğurda çarpıştığımız savaşta belki de en güçlü silahımız ve onu kullanacağız.
Dergiler edebiyatın mutfağıdır. Maalesef basılı dergiler zor dönemden geçiyor. Siz süreli yayıncılığın geleceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, basılı dergiler zor bir dönemden geçiyor. Bu zor koşullara rağmen, dergicilik, biz dergi okurlarının takdirini kazanan onurlu bir duruş sergiliyor ve güçlüklere karşı sabırla ayakta kalmaya çalışıyor. Diğer taraftan, ekonomik koşullar nedeniyle yayın hayatına son veren dergilere de üzülerek şahit oluyoruz. Her ne kadar çetin bir dönemin içinde bulunuyor olsak da süreli yayıncılığın geleceği konusunda kötümser hissetmek istemiyorum. Dilerim dergicilik için çaba harcayanların karşılaştıkları engebeler azalarak son bulur.
Editör: Mete Karagöl
- Polisiye Sesler: Alper Canıgüz - 20 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Halis Dokgöz - 13 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Timur Soykan - 6 Mart 2024