Yazar: 10:19 Röportaj

Burak Uyak ile “Ben O Maçı Yazmazdım ama Seyit’i Kıramadım” Üzerine Söyleşi

Bütün kitap boyunca karakterler kendi travmalarının etrafında dönüp duruyor ama dönme dolap dönerken hep aynı çocuğu en tepeye mi çıkarıyor sence? Yoksa herkesin inişi kendine mi has?

Bu, birazcık tarihin biricikliğine benziyor. Arka planda, koşulları sağlayan nedenler su damlaları kadar aynılar, kahramanlar da öyle, aynı zamanın ve mekânın ürünü. Fakat biri yoğurdu üfleyerek yerken diğeri ağzını yakarak yiyor.  

Kitaptaki erkek karakterlerin hemen hepsi ya devrimci poz kesiyor ya da kaybeden rolü oynuyor. Türkiye’de erkeklik artık “rol” mü, “realite” mi sence?

Türkiye’de erkeklik faillik bence ve hep böyleydi. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği faili, şiddet faili, cinayet faili, istismar faili… Yığınlarca işsiz veya çalışan erkek, kapitalist üretim ilişkisi içerisinde üstünlükçü patriyarkaya rağmen kendini güçlü hissedemiyor. Tartışmasız otorite sağlayacakları ve mutlak saygı görecekleri tek yerin kadın bedeni olduğu, evde, sokakta, işte ya da herhangi bir yerde kadınların bedenini ve iradesini teslim alarak bunu sağlayabilecekleri konusunda hem dilde hem pratikte birbirlerini cesaretlendiriyor. Bunu yaparken en büyük desteği de cezasızlık ve yasalardan alıyorlar.  

Kadınlar bir yerlerde hep bir makasla çıkıyor karşımıza – ya saç kesiyorlar ya da adamın önünü. Bu simgeyle neyi kesmeye çalıştın? Saçı mı, tarihi mi, tahakkümü mü?

Özellikle belirtmek isterim ki toplumsal cinsiyet eşitsizliği, cinsiyet temelli şiddet veya patriyarkadan kaynaklanan her türlü sorun kadınların yaşamındaki sorunlardır. Bu ön kabulle sorunun merkezine kendimi oturtarak bir şeyleri kesmeye çalışmadım. Bahsi geçen öykülerde kadınların deneyimlerini ipotek altına alarak sorunun asıl öznesini gölgelemek gibi bir niyetim de olmadı, çünkü temsiliyet veya söz söyleme hakkı öncelikle mağdura aittir. Ben sadece faili veya tanığı olduğumuz suçların utancını paylaşmaya çalıştım. 

Karakterler işsizlikle, kimlik kriziyle, sınıf çatışmasıyla cebelleşirken sık sık Ahmet Kaya giriyor araya. Senin edebiyatında Ahmet Kaya, bir anlatıcı mıdır, bir tanık mı, bir özlem mi?

Hem bunların hepsi hem de bunlardan fazlası. Çünkü o, aynı zamanda sanık da. Çarmığa gerilmese de ana dilinde şarkı söylemek isteyen bütün müzisyenlerin günahını çatal-bıçak takımı cinsinden üzerine almış, ülkesini terk etmek zorunda kalacağı bir lince uğramıştır. Ahmet Kaya’nın müziği öfke, yenilgi, umut, ama en çok da karmaşadan beslenmiş. Sanırım yazdığım öyküler de aynı pınardan su aldı.

“Ben Dostoyevski değilim, babamı kalemle öldüremem” diyorsun bir yerde. Peki bu coğrafyada bir yazarın eline balta mı yakışır, kalem mi? Yoksa önce baltayla yol açıp sonra mı yazmalıyız?

Raskolnikov, Suç ve Ceza’da Rus köylüsünün geleneksel silahı olan baltayla işliyor cinayeti. Onu yadırgayanlar cinayet işlediği için değil, cinayeti bir baltayla işlediği için yadırgıyor, Sen bir beyefendisin! Bu iş için baltaya başvurmamalıydın. Bir beyefendiye yaraşır bir alet değil bu.” Edebiyatın tekilliğini kabul etmekle birlikte eğer yaşadığı coğrafyayı dert ediniyorsa bir yazarın bunun üzerine gidecek gücü kendinde bulması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden önemli olan balta ya da kalem değil, cinayetin kendisi.

Kitap boyunca karakterler hep birilerini kıramıyor — kimi Seyit’i, kimi Duygu’yu, kimi kendini. Bu ‘kıramama’ hali, vicdan mı yoksa karakterlerin yıkmaya cesaret edemediği sistemin devamı mı?

Birey olmak, herhangi bir kimliği veya inancı benimsemek vs. beraberinde birçok sancı ve yıkımı da getirebilir. Öte yandan “Ne mutlu çilesi olmayana,” der Nietzsche. Onlar için istikrarlı bir hayatın güvencesi sormamak, bilmemek ve görmemekten geçiyor. Kitap boyunca karşılaştığımız karakterler bu yoldan yürümeyi tercih ediyor. Kafalarındaki hiçbir soruya, etraflarındaki hiçbir soruna çözüm bulamıyorlar, çünkü aramıyorlar. Çözüm olarak gördükleri tek şey kaçmak ya da kendi vicdanlarından başka ezip örseleyecek birilerini bulduklarında sorumluluğu kendi üzerlerinden alıp başkalarının kucağına yüklemek. Şüphesiz bu bilinçli bir tercih, çünkü sorunu dosdoğru saptadıkları halde üzerine gidecek cesareti bulamıyorlar kendilerinde. Kısaca sistemi (şeyleri adıyla çağırırsak kapitalizmi) vicdanla alalayıp hayatla muhatap olmayı reddediyorlar.

Bakkalda devrimci gazete okuyan karakterle define arayan arkeoloğu yan yana koyarsak, senin edebiyatında ‘umut’ haritada mı yazıyor, veresiye defterinde mi?

Öykülerin vardığı yere bakarsak her ikisinde de yazmadığını söyleyebilirim. Kendi zayıflığının bilincinde olan karakterler için başka türlüsü de güç zaten. Kendileri ve başkalarının karşısında zayıflığı, vasatlığı, aşağılanmayı kabul eden insanların hikâyelerinde veresiye defterinden umut değil, borç çıkar.

Kadıköy çok canlı, çok gerçek, ama bazen neredeyse Kafkaesk. Senin Kadıköy’ün, sokakları olan bir mekân mı, yoksa yalnızlığın estetikle kamufle edilmiş hali mi?

Uzun zamandır bir “böcek” olduğum duygusuna kapıldığım kafkaesk bir yer, ama hep böyle değil. Kimi zaman ayrılmamak için bin bir türlü bahane yarattığım kimi zamansa gonca gülümü bıraktığım tepesiz bir şehir. Tıpkı derimin üzerinde gezinip kabuğu benimle değişen bir bukalemun gibi. 

Bir karakterin “Ben de seni” diyerek telefonu kapatışı, bambaşka bir kırılma yaratıyor. Bu ülkede duyguyu hep eksik mi bırakıyoruz, yoksa eksik bırakmadığımızda zaten şiire mi dönüşüyor?

Türkiye’de yaşayan insanlar salt duygularını değil, çokluk, düşüncelerini, inançlarını, kimliklerini vs. de açıktan ifade etmekte zorluk çekiyor. Bu durumun kültürel, psikolojik, toplumsal birçok nedeni olabilir. Fakat hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın bu davranışın bilinçli bir tercihten ziyade öğrenilmiş bir savunma refleksi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir duygunun kabulü aynı zamanda bir gerçeğin kabulüne de tekabül ediyor. Şair olmadığım için sorunun devamını cevaplayamayacağım ama şiirin duyguyu dönüştürdüğüne kefilim.

Tüm bu öykülerde sık sık düşen, sıyrılan, darbe alan, bıçak sırtı yaşayan karakterler görüyoruz. Sence modern Türkiye öyküsünün asıl kahramanı kim: Mahcup devrimciler mi, emekli bakkallar mı, yoksa kafasında makas taşıyan kadınlar mı?

Türkiye, demokrasi ve insan haklarının askıya alındığı, şiddetin, güvencesiz çalışmanın, çürümenin, sefaletle bolluğun yan yana geldiği bir tür mücadele arenasına dönüştü. Aslında hep böyleydi ama son dönemde yaşadıklarımız kör göze parmak oldu. Bu sıkışmışlık içerisinde elinde asa, gelip kendisini kurtaracak bir Musa beklemeden ayağa kalkan herkes kahramandır. Kimsenin olmasa bile benim kahramanımdır.

Not: Bu özenli sorular için sevgili Onur Özkoparan’a ve Mahal Edebiyat ailesine çok teşekkür ederim.

Visited 6 times, 6 visit(s) today
Close
Exit mobile version