Yazar: 18:32 Biyografi

Büyülü Gerçekçilik Akımında Bir Deha: Jorge Luis Borges

Latin Amerika edebiyatı yazarları ile özdeşleştirilen büyülü gerçekçilik akımı, okurun fantastik ögelere aşina olduğu bir evrende rastlamasına yani günlük yaşamda bu kavramları kabullenmesi temeline dayanan, üçüncü dünya ülkelerinde ezilmişliğe ve sömürüye başkaldırı yolu olarak sıkça başvurulan edebiyat akımdır. Arjantinli öykü, deneme yazarı, şair ve çevirmen Jorge Luis Borges türün öncü yazarlarından kabul edilir.

Jorge Francisco Isidoro Luis Borges Acevedo 24 Ağustos 1899’da Buenos Aires’te doğdu. Entelektüel bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmek Borges için bir şanstı. Avukat, öğretmen, filozof ve çevirmen olan babası Jorge Guillermo Borges yazar için kuşkusuz en önemli figürdü. Babasının kitaplara merakı, içine doğduğu kültürel zenginlik ve bunduğu entelektüel ortam Borges’in üzerinde etkili olacak, ancak babasının kendisine tek mirası kitap sevgisi olmayacaktı. İleride dünya ile arasındaki ışığı kesecek olan görme yetisi kaybı öncelikle baba Jorge Guillermo Borges’i bulacak, bu hastalık onları Cenevre şehrine sürükleyecekti. Babaannesinin İngiliz olması sebebiyle hâlihazırda iki dil bilen Borges bu şehirde Latince, Fransızca ve Almanca da öğrendi ve çok kültürlü, kozmopolit Cenevre şehrinin imkânlarından yararlanmış oldu. Çok faydalandığı ve sevdiği Schopenhauer ile de yolları burada kesişir.

Daha on yaşında Oscar Wilde’ın Mutlu Prens eserini İngilizceden İspanyolcaya çevirir ve böylelikle ilk çeviri eseri ile kitapların dünyasında yerini alır.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ailesiyle birlikte İspanya’ya taşınan Borges artık yolunu net bir şekilde çizmiş ve yazar olmaya karar vermiştir. Borges bir süre kendini gereksiz sıfatların, kafiyelerin, süslemelerin reddedildiği, modernizme bir başkaldırı olarak doğan ultraizm akımına dâhil hissetti. Ancak ruhundaki bağımsızlık arzusu baskın geldi ve edebiyat yolunda bir yere dâhil olmadan, özgürce ilerlemenin daha doğru olduğunu düşündü. Bir süre siyasi konulara yöneldi. Pasifizm ve anarşizm gibi konuları içeren yazılar yazdı. Şüphesiz ki sanatçı kendiyle ve eseriyle kavga edebilen, çatışabilen hatta gerekirse tüm okları üzerine yağdırabilendir. Borges de bu anlamda kendine acımasız bir eleştirmen olmuş ve İspanya’dan dönmeden önce bu konularda yazdığı eserleri yakmıştır. Çünkü yaşam değişkendir ve Borges geride kalması gerekenden kolaylıkla sıyrılmayı bilen bir yazardır. Borges yazın hayatı boyunca bu huyundan vazgeçmeyecektir. Willis Barnstone ile yaptığı söyleşide beğenmediği kitapları yaktığını, yayımlandıktan sonra pişman olduğu kitapları yayınevlerinden tek tek topladığını itiraf eder.

1921’de ailesi ile Buenos Aires’e dönen yazarın ilk kitabı Buenos Aires Tutkusu (Ferver de Buenos Aires) 1923 yılında yayımlanmıştır. Bu başlangıçtan sonra yazın hayatına sayısız eser sığdıran Borges oldukça üretken bir yazar olmakla birlikte “büyülü gerçekçilik” gibi bir akımın da başı çeken isimlerinden olmayı başarmıştır. Özellikle 1933 yılında serseriler, kabadayılar, fahişeler­, düzenbazlar ve hayatın tam ortasından geçen her kim varsa hepsi adına yazdığı Alçaklığın Evrensel Tarihi, Angel Flores’e göre büyülü gerçekçilik hareketini başlatmıştır.

Borges okumaya başlamak için en iyi eser olarak kabul edilen Ficciones, yazarın en sevilen kısa hikâye derlemelerinden biridir. Hayaller ve hikâyeler olarak ikiye ayrılmış bu eserinde yazar okurunu bir edebiyat gezintisine çıkarır. Okuruna Cervantes’ten Baudelaire’e, James Joyce’tan Louis-Ferdinand Céline’e uzanan büyülü bir yolculuk vaat eder.

İbrani alfabesinin ilk harfi olan Alef (El Aleph)’ten ismini alan ve on yedi öyküden oluşan kitabı Alef, yazarı edebiyat otoritelerince bambaşka bir yere taşımıştır. Uzay boşluğundaki tüm noktaları kapsayan tek bir nokta olan Alef size felsefi derinliği yüksek, doğu-batı motifleriyle, mistik simgelerle örülü, imgeler bütününden oluşan katmanlı bir edebiyat zevki sunar. Bu eseri birçok eleştirmen tarafından en iyi eseri olarak kabul edilecektir.  

Ustalık dönemi eseri olarak kabul edilen Kum Kitabı görme yetisini tamamen kaybetmesi sebebiyle sekreteri ve hayat arkadaşı Maria Kodama’nın yardımıyla yazılmıştır.

Esere adını veren Kum Kitabı öyküsünde büyülü bir kitaptan bahseden yazar öyküsü için, “Tıpkı kum gibi, ne başı ne sonu vardır,” diyor. Otobiyografik öğelere çokça rastlanan bu kitabında yer alan sondeyiş bölümünde her bir öyküsünü değerlendirir ve öykülerin akışına yaşam öyküsünden çizgiler sokuşturduğunu söyler.

Borges okurunu, okumaya başladığı andan itibaren her sayfada yeni bir kapının açılacağı dev bir labirentte hissettirecektir. Gerçek ile fantastik öğelerin ustaca birbirine karıştığı, gerçeklikten kopmaya başladığınız, her şeyin bulanıklaştığı o ince, okuru allak bullak eden çizgide dizginleri ustaca ele alan ve okuru yeniden gerçeklikle silkeleyen, sembollerle, mitlerle, imgelerle örülü anlatımıyla bir dehadır Borges. İmgelere olan düşkünlüğünü şöyle ifade edecektir.

“Sanırım ben düşüncelerden çok imgelerle ilgiliyim. Soyut düşünmeyi beceremem. Yunanlılar ve İbranilerin neler yapmış oldukları konusunda bile akılla değil, masallar ve metaforlarla düşünmeye yatkınım. Benim sermayem bu. Hiç kuşkusuz arada sırada mantığımla düşünmem gerekirse de, çok beceriksizce yaparım bunu. Ama ben düş kurmayı yeğlerim.”

Aynalar ve labirentler yazılarında sıkça rastlayacağınız sembolik öğelerdir. Yazar labirentin kafa karışıklığının simgesi olduğunu söyler ve içinde kaybolabileceği bir yapı olduğu için kafa karışıklığını simgelediğini belirtir. Bir diğer sembol olan ayna için ise ben’in çoğulluğu fikrine vurgu yapar. Ben değişkendir ve biz hem farklı hem aynı bizleriz diye de ekler. Bu simgeler büyülüdür ve okura ustalıkla dokunurlar. Sanki eserlerinde olup biten her şey gerçeküstüdür ama bir tanesi bile gerçekliğin dışına itilmemiştir. Bu üslup ile yazın dünyasına “Borgesvari” terimini de kazandıracaktır.

Borges eserlerinde dikkatinizi çekecek bir diğer unsur ise yazarın iyi bir yazar olmasının yanı sıra okur olarak da bizleri etkilemesidir. Her yazar iyi birer de okur mudur tartışmaları bir yana, Borges’in eserlerinde o entelektüel birikim oldukça doğal bir şekilde okura yansımaktadır. Bir röportajında, “Peki ya erdemleriniz?” sorusuna şöyle yanıt verir. “Başkalarında olmayan türden, kelimelere, edebiyata, dizelere karşı bir hissim olduğunu düşünüyorum.” Ve ekler. “Yazarken değil de okurken.”

Böylelikle yazarlığından önce okurluğuna atıfta bulunur. Başka bir röportajında yazarken kendinden ziyade başka yazarların edebiyatından etkilendiğini şu şekilde ifade eder.

“Dinleyici: Kendi edebiyatınızda edebiyattan esinlendiğinizi söylüyorsunuz.

Borges: Kendi edebiyatımdan değil, başka yazarların edebiyatından. Ama bence kitaplar esin vericidir. Kitap okumak bir yaşantıdır, sözgelimi bir kadına bakmak, âşık olmak, sokakta yürümek gibi bir yaşantı. Kitap okumak bir yaşantıdır, çok gerçek bir yaşantı.”

Borges’in kitaplara olan tutkusunda kuşkusuz ki kitaplarla büyümüş olmasının ve kütüphaneci kimliğinin rolü büyüktür. “Cenneti her zaman bir kütüphane olarak düşünmüşümdür,” cümlesi ile de bu sevgisini özetleyecektir. 1937’de belediye kütüphanesinde çalışmaya başlayan yazar 1946’da Juan Peron’un iktidara gelişiyle, kütüphanedeki işinden atılır. 1955’de Peron devrilince Borges hayâlindeki meslek olan Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü’ne getirilir. Bu dönemde babasından getirdiği genetik miras ile görme yetisini tamamen kaybeden yazar kabullenişini şu sözlerle dile getirir:

“Bana aynı anda hem 800.000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı’nın ironisi.”

Kütüphaneci kimliğinin yansıdığı Babil Kütüphanesi adlı öyküsünde, evreni dev bir kütüphane olarak betimleyen Borges öykünün içine bugüne kadar yazılmış, gelecekte yazılacak tüm kitapları ve bu kitapların varyasyonlarını, hatalı olanlarını, hatta hatalıların da hatalılarını, evrendeki bütün dillere çevrilmiş versiyonlarını sığdırmıştır. Sonsuza kadar uzanan, birbirine geçmeli, altıgen odalarla kaplı bu devasa hayal ürünü kütüphane birçok esere de ilham olmuştur. Ortaçağ uzmanı, usta yazar Umberto Eco’nun Gülün Adı eserindeki kütüphaneci karakterini Borges’den esinlenerek oluşturduğu söylenir.       

Yazarın kendi seçkisinden oluşan “Babil Kitaplığı Dizisi” (dünya edebiyatından yirmi sekiz kitap ve ayrıca iki adet de kendi eseri bulunur) de gerçeküstü edebiyatın en önemli dizilerinden kabul edilir.

Literatüre kazandırdığı Borgesvari terimiyle, yazın dünyasına kattığı fantastik bakış açısı ile ve ürettiği onlarca eserle tüm dünyada çok sevilen bir yazar olmayı başaran Borges, şüphesiz ki Carlos Fuentes’in, “Borges’siz bir Latin Amerika edebiyatından bahsedilemez,” övgüsünü fazlasıyla hak etmiştir.

14 Haziran 1986’da karaciğer kanserine yenik düşerek aramızdan ayrılan Borges bir röportajında kendisine sorulan, “Siz başka bir yaşamın olduğuna inanıyor musunuz?” sorusu üzerine yaşam ve ölüm üzerine şöyle söylemişti:

“Hayır. Başka bir yaşamın olmadığını, olsaydı da bunun hoşuma gitmeyeceğini düşünüyorum. Ölümden sonra hatırlanacağım fikri de hiç hoşuma gitmiyor. Ölmeyi ve unutulmayı ümit ediyorum.”

Borges’i Borges’e rağmen unutmayacak ve hep hatırlayacak okurlar adına…

Sevgi ve saygıyla…


Kaynak

Önal, Z. (2019). “Güney”in Anlatı Katmanlarında Anlamın Yeniden Kuruluşu . Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi , 36 (2) , 188-197.

https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Jorge_Luis_Borges

Borges Sekseninde – Sohbetler (Can Yayınları), Willis Barnstone

25 Ağustos 1983 ve Diğer Öyküler (Kırmızı Kedi Yayınları), Jorge Luıs Borges

Saf ve Düşünceli Romancı (İletişim Yayınları), Orhan Pamuk

Visited 92 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version