Yazar: 18:00 Öykü

Bitli Sardunya

Florina, geniş bir vadi içinde, çam kokularıyla insanı mest eden bir rayiha salardı evrene. Bereketli bir gündü. Kızıyla sohbet ederek eve geldi Pıtırak İsmail. Anavatandan kötü haberler geliyor, bir mübadele lafı ortalarda dolanıyordu. Merdivenlerden kızı Sardunya ile çıktılar. Karısı güzel bir yer sofrası hazırlamıştı. Elleriyle yaptığı reçel, kaymak, taze süt, peynir, bahçelerinden topladıkları zeytin, sütün kaymağından elde ettikleri tartı ve domates yer sofrasındaki bakır tepsinin üzerinde sıralanmıştı. Ailece oturdular ve babasının besmelesiyle yemeye başladılar.

Dedeleri Pehlivan, ortada dönen haberlerin gerçek olup olmadığını öğrenmek için Manastır vilayetine gitti. Birinci Dünya Savaşı kaybedildi. Anavatanda bulunan Ortodokslar akın akın Yunanistan’a geldi. Yunanistan yönetimi, gelenleri Türklerin evlerine yerleştirdi. Kim ne kadar memnundu bu düzenden bilinmez. Bir kâbusun içindeydi. “Uyanamıyorum. Bu bir zihnimin oyunu mu? Şimdi ne olacak?” diye sorular sordu İsmail. Vardar Nehri’ne dökülen Karasu Çayı’nın yakınındaki bu yeşili bol nahiyenin güzel yürekli insanları, gönülden edilen dualarını anavatana yolladı. İsmail’in iki katlı evi vardı. Evin alt katı hem ahır hem de biçilen ekinleri koydukları depoydu. Tüm kışlık ihtiyaçlarını o depoda tutar, ihtiyacı olan ailelere de yardım ederdi.

Kızı Sardunya, sanat okulunu bitirdi. Mahallesinde terzilik yapardı. Sapsarı saçlı Sardunya, zeytin gözlü Halil’e âşıktı. Halil de okulunu bitirmişti. Güçlü ve yiğit bir delikanlıydı. Hayaller kurarlardı. O da babasının bakkal dükkanında çalışırdı. Allah’ın emriyle Sardunya’yı istemişlerdi. Hayalleri yeşillikler içinde kır düğünü yapmaktı. Hazırlıklar ufaktan başladı, çok mutluydu Sardunya.

Eşi Hatun, akşam yemeklerini hep düğün yemeği gibi hazırlar ve herkes eve gelince nasıl yorulduğunu, çamaşırları nasıl yıkadığını, yemeğini nasıl yaptığını anlatırdı. Bu akşam daha da çok özenmişti yemeklere çünkü dünürü Hafize Hatun gelecekti. Tüm hünerlerini göstermeliydi. Yemek onun için bir sanattı; nasıl yapıldığını, içindekilerin vücuda yararını, komşu kadınlardan nasıl daha güzel pişirdiğini uzun uzun anlatırdı. Tarhana çorbası ve yoğurtlu muhacir köftesi yapmıştı. Sofrada yoğurtlu köfteyi nasıl yaptığını ballandıra ballandıra anlattı ama İsmail karısını hiç dinlemiyor, kafasının içindeki düşüncelerle boğuşuyordu. “Kıyma azdı o yüzden kuru ekmeği, kıymayı, iki yumurtayı, karabiberi, naneyi, tuzu ve maydanozu kardım ocakta kızarttım. Sonra kızarttığım köfteleri odun fırınına attım. Mis gibi pişti yemekler,” diye anlatıyordu karısı. O sırada kapının kalın tokmağı vuruldu ki buralarda bunun anlamı erkek misafirin gelmiş olmasıydı. İsmail kapıyı açtı. Babası Pehlivan Ali gelmişti. “Hoş geldin baba. Nasılsın? Ne haberler var, öğrenebildin mi ne oluyor Anavatanda?” diyerek karşıladı babasını İsmail. Babası çok mutsuzdu. “Duyduklarımız doğru be oğlum! En kısa zamanda bizi İstanbul ve İzmir’e yollayacaklar,” dedi gözlerinden yaşlar akarken. O sırada tekrar kapı çalındı dünürler geldi. Hoşbeş ettiler ama kimsenin tadı yoktu. Vatan saydıkları topraklar ellerinden alınıyordu. Muhacir köftesini ve acılı tarhana çorbasını içtiler. Sofradan kalktılar. Halil ellerini yıkamak için aşağıda bulunan lavaboya gitti. Arkasından Sardunya el havlusu götürdü. Sardunya’nın eli eline değince gözleri ışıldadı Halil’in. Çok seviyorlardı birbirlerini. Onlar merdivenden üst kata çıkarken bir ses duyuldu. Çığlıklar, feryatlar ve çocuk ağlamaları mahalleyi inletti.

Mahalleye Türkiye’den Rumlar geliyordu. Haberler doğru çıkmıştı, mübadele yapılacaktı. Sardunya bu çığlıkları duyunca Halil’e sarıldı. Ne oluyordu? Evdeki herkes mahalleye koşup baktı, mahşeri kalabalığı gördü. Bin kadar Rum ailesi Yunanistan’a gelmişti. Onların barınacakları yerler de Türklerin evleri olacaktı. Evet, Pehlivan “Rumlar geliyor,” demişti. Öyle de oldu, Türk ailelerin yanına Rum aileler yerleşti. İsmaillerin yanına; Mitsi, karısı Neile ve iki aylık oğulları yerleştirildi. İsmail “Hoş geldin Mitsi, ekmeğim senin de ekmeğin, evim senin de evin,” dedi. İlk günler misafir gibi davrandılar. Ama sonra anladılar ki evin gerçek sahipleri bu Rum aile olacak ve onlar burada barınamayacaklardı. Türkiye’ye gideceklerdi. İsmail’in babası Pehlivan Ali “Ben evimi bırakmam, beni burada bırakın!” dedi. Çok mutsuzdular. Halbuki bu evi nasıl yaptıkları geldi İsmail’in aklına. Çoluk çocuk kum taşıdılar, çimento kardılar, her gün suladılar betonu. İki katlı evin alt kısmını depo ve ahır, üst kısmını iki yatak odası, mutfak, banyo, tuvalet ve misafir odası yaptılar.

Çok mutlu bir ailesi vardı İsmail’in. İsmail koyunları dereye götürür, onlar su içerken o da yan tarafta dereye girer eğlenir, ineklere hayallerini anlatırdı. O günler geçti İsmail’in gözünün önünden. Şu an bir yabancı aileyle evini paylaşır olmuştu. Hatta Yunan askerleri gelip “Üst kat Rum ailenin olacak, siz de ahırda yatacaksınız, emir böyle geldi,” demişti. Kafasından neler neler geçti İsmail’in. Annesi sardunyaları çok severdi. Babası evlerinin her yerine, özellikle karısının her sabah pencereyi açtığı zaman göreceği yerlere, sardunyalar ekmişti. Karısı nasıl da sevinmişti. Bu çiçeğe “aşk çiçeği” demişti İsmail’in annesi. Aşklarını anlatırdı bu çiçekler, çok güzel görünür, hayata renk ve eğlence üflerdi bu çiçekler. Sardunya ortaçağdan bu yana aşkı ve sadakati temsil etmiştir. Bu güzel çiçeğin bahçede bu kadar çok olması hane sahibini zarafetli ve güçlü olduğunu da simgelemekteydi. İsmail’in annesi Emine Hatun kocasını çok seven bir kadındı ama çok erken hayata veda etti. Bünyesi çok zayıftı. Pehlivan, eşi ölünce o sardunyalara gözü gibi bakar olmuştu çünkü karısından ona kalan aşk sözcükleriydi o çiçekler. Her gün onlarla konuşur, onlar da Emine’den haber getirirdi. Özellikle bahçesinde bulunan nergis, incir, nar, sarmaşık, erguvan, zambak gibi çiçek ve ağaçlar sanki Emine’nin dili olur; Ali’nin uhrevi dünyasına dokunuşlar yapardı. Gül, çınar ve servi bitkilerini de Emine’nin mezarına dikmişti. Çiçeklerle konuşur, günü onlarla selamlardı Pehlivan. Ama sardunyalar tüm bitkilerden farklıydı. Ona eski günlerin şevkini verir, günün yorgunluğunu alırdı. Emine solgun, semavi bir varlıktı; insanın ruhuna işleyen kocaman mavi gözleri, altın sarısı gür saçları vardı. Onu sardunyalara benzetirdi kocası; renksizdi ama ruhunun derinlikleri çok renkliydi. Çabuk kaybetmişti eşini ama hâlâ ona tutkuluydu. İsmail’in kızı doğduğunda kızının adını dedesinin isteği üzerine “Sardunya” koymuştu.

Pehlivan bu yabancılarla evini paylaşmak istemedi ama elden ne gelirdi. Yunan askeri Rum ailesini İsmail’in evine yerleştirdi. Pehlivan karşı çıktı ama asker onlara da “Ahırda kalacaksınız, emirdir!” dedi. Emir gelmişti. Mecbur evlerini yabancılara verecekti. Bebek ağlaması hiç durmuyordu. Bebek kendi evini arıyordu. Onlar da mutlu değildi. Mitsi ahıra gelip “İnanın İzmir’deki evimizi bırakırken çok ağladık. Alsancak’taki asansörün arkasındaydı. Her gün denizi görerek güne başlardık. Çok mutluyduk. Bu savaş hepimizi yuvamızdan etti. Gelin ne olur yukarıda beraber kalalım. Bizim çocuk da yerini yadırgadı. Gelin yukarı lütfen.” demişti. Ama İsmail emirleri biliyordu. “Artık ev sizin, biz de ait olduğumuz topraklara gideceğiz. Ne olur sardunyalara iyi bakın, Sarı Kız’ı sağmadan önce okşayın. Ispanak ektik, onları da sulayın. Annemin mezarı bahçenin arka tarafında onu da bayram sabahları ne olur sulayın,” diyordu İsmail. Babası Pehlivan Ali geldi. Ağlayarak “Ben evimi, bahçedeki sardunyalarımı, karımın mezarını, gençliğimin sokaklarını bırakmam!” diye söylendi. El mahkûm her şeyi bırakacak ve Türkiye’ye gideceklerdi. Çok ağladı Pehlivan.

Yunan askerleri Türkleri evlerinden süngüleriyle çıkarmaya başladılar. Evlerini neden bırakıyorlardı? Burası onların yuvasıydı. Yuvasını insan nasıl bırakırdı ki. Ataları burada doğdu. Bu topraklarda yaşadıkları anıları, umutları nasıl bırakıp gideceklerdi? Anıları yok olurdu. Anılarla bağlıydılar atalarının evlerine. Sarı Kız ne olacaktı? Kim sağacaktı? Sarı Kız… Onunla ne de çok şey paylaşmıştı İsmail. Tüm dertlerini bu ineğe anlatmıştı. Onun da yeni yavrusu olmuştu. Alacalı bir danası vardı. O bile danasını gözünün önünden ayırmaz, sabahları yalayarak sevgisini gösterirdi. Artık yeni bir dert ortağı vardı İsmail’in. Türkiye’den gelen Rumlar…

Artık evlerinden çıkma zamanı geldi. Askerler onları limana götürdü. Çoluk çocuk ana baba günüydü liman. Sırayla herkesi gemilere yerleştirip İstanbul’a yolluyorlardı. Yol çok uzun ve zorluydu. Sardunya, nişanlısını aradı, bulamadı. Halillerin ailesi “Gülcemal” isimli gemiyle yola çıkmıştı bile. Çadırlar kuruldu, limana bin beş yüz insanı topladılar ve üç yüz kapasiteli gemilere beş yüz kişiyi yerleştirdiler. En sondaki geminin adı “Sakarya”ydı. Evet, İsmailler bu gemiyle yolculuk yapacaklardı. Bir an uykuya daldı. Rüyasında evlerinden çığlıklar eşliğinde çıktıklarını, ahırda Sarı Kız’la helalleşmesini gördü. Sarı Kız gözyaşı döktü “Bırakma beni!” gibisine. Ama ne gelirdi elden? Ya babası? Nasıl da sardunyalara sarılmıştı. Sanki ölen karısına bir şeyler söyler gibi, “Sizi hiç unutmayacağım”  der gibi… Evin yeni sahiplerine “Bir tane koparabilir miyim?” diyerek bir tane sardunyayı aldı, mendilini ıslattı ve içine koydu. Yol boyunca onu sulayacaktı. Türkiye’ye gidince ekecekti. Kızı, sevdiceğiyle evlenecekti. Kızının adını da dedesi koymuştu. Sardunya… Halil ve Sardunya evlenecekti, yarım kalan bir aşk hikâyesi oldu. Gemi kalkmak üzereydi. Mendil sallamak gerek gidenin arkasından ama bu insanlar vatanından ayrılıyordu. Mendil içinde sardunya vardı. Nemli bir sardunya…

Deniz çok soğuktu. Güverte buz gibiydi. Veba salgını da baş göstermeye başladı. Ölen yaşlılar ve hastalar oldu. Beyaz çarşafa sarıp denize attılar onları. Üç kulhuvallah bir de fatiha okudular. İsmail ailesini korumaya çalışıyordu ama elinden ne gelirdi. Pehlivan çiçeği soldurmamak için her gün suluyordu. Gemi İstanbul’a geldi. Ama herkesi indirmeyecekti. Çünkü veba salgını vardı. Yolculuğa devam kararı geldi. Yirmi gün geminin içinde zorlu hayat devam etti. Sadece yüz kişi kadar muhacir İstanbul’a inebildi. İzmir’e inecekti geri kalanlar. Seferihisar’a yaklaştı gemi bir gece yarısı. Ama yine çadır kurmuşlardı. Çünkü gemide veba salgını vardı. Ne yazık ki liman henüz işlevsiz olduğu için o kadar insanı kurulan çadırlara tekneyle taşıdılar. Kadınları ayrı bir çadıra, yaşlıları farklı bir çadıra ve genç erkekleri başka çadıra aldılar. Bitlenmişti herkes. Sardunyanın kafasında simsiyah bitin gezdiğini annesi görmüştü. Ayıklamaya başladı ama o kadar uzundu ki saçları bir aydır yıkanamadıkları için de temizlenmedi. Tüm gemi öksürüyor, kaşınıyor ve kan kusuyordu. Hastalık bu gemiyi rehin almıştı sanki. Çadırda önce kızların saçlarını üç numaraya vurdular. Muhacir kızı için saç çok önemliydi. Saçsız kız mı olurdu? Sardunya saçları kesildikten sonra dilini yutmuştu âdeta. Halil’den de haber alamamıştı. Çadırlarda günlerce kaldılar. Sonunda Rumlardan boşalan evlere yerleştirilmeye başladılar. Söke’de kurak bir tarlanın içinde ev verdiler. Pehlivan ilk iş sardunyayı toprağa ekti. “Vatanımız, toprağımız, yeniden başlayacağız, zanaatımızı burada da yapacağız, güçlü olacağız, var olacağız!” dedi. Yerli halk önce onları kabullenmedi. Vatanlarında yabancı oldular. Sardunya o günden sonra hiç konuşmadı. Halil’e kavuşamadı. Sevdiceği gemide canını teslim etmiş, Florina kütüklerinde bir isim olarak kalmıştı.

Editör: Buse Karabulut

Latest posts by Oya Çetin (see all)
Visited 47 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version